@lorewalkerlavi
|
Denizli’nin harap olmuş sokakları, yıkıntılar arasında yankılanan silah sesleri ve patlamalarla doluydu. Güneş, bulutlu gökyüzünde zar zor kendini gösterirken, her yer bir savaş alanına dönmüş durumdaydı. Eskiden hayat dolu olan bu şehir, şimdi yıkıntı ve ölüm kokusu ile sarılmıştı. Her köşe, her sokak arası, ne kadar zamandır terk edilmişse o kadar çok yok olmuştu. Uluç, bu kaosun ortasında yavaş ve temkinli adımlarla yürüyordu. Gözleri etrafındaki manzaraya takıldıkça içi acı dolu anılarla dolup taşıyordu. Denizli, onun çocukluğunu geçirdiği yerdi. Eskiden bu sokaklarda oyunlar oynayan çocuklar, gülüşlerle dolu aileler vardı. Şimdi ise her köşe başında bir yıkıntı, her adımında bir ölüm hissi vardı. Adeta çocukluğunun masumiyetini kaybettiği bu şehir, ona geçmişin yaralarını hatırlatıyordu. Uluç, sokakların bir köşesinde durdu ve aniden tanıdık bir görüntüyle karşılaştı. Çocukken okula gittiği bina, yıkıntılar arasında hala tanınabilecek haldeydi. Yıllarca zihninde silinmemiş anılar burada canlanıyordu. Zamanında bu yolda neşeyle koştuğu, arkadaşlarıyla şakalaştığı ve gelecekle ilgili hayaller kurduğu o günler, şimdi bir harabe olmuş binanın gölgesi altında kalmıştı. Gözlerinde hiçbir belirgin duygu yoktu, ama içi tamamen yıkılmış gibiydi. Her şey, sevdiği ve bildiği her şey, bu şehrin içinde birer hayalet olmuştu. Kendi içindeki derin boşluk ona bunu tekrar tekrar hatırlatıyordu. Ancak ne kadar üzgün olursa olsun, duygularını kontrol etmek zorundaydı. Bu savaş ortamında acı ve kayıpların yerinin olmadığını biliyordu. Duygusal anlamda güçlü kalmalı, çevresindeki tehlikeleri göz ardı etmemeliydi. Silah sesleri yakından ve uzaktan geliyordu, bir patlama sesi ile yer yer duman yükseliyordu. Şehrin boş olduğu düşünülse de burada hala bir şeylerin döndüğünü hissedebiliyordu.
Uluç, çatışma seslerinin yoğunlaştığı bir bölgeye doğru ilerlerken, milislerin ve Melek Muhafızları’nın karşı karşıya gelmek üzere olduğunu fark etti. Her iki taraf da birbirine mermi yağdırıyordu. Etrafındaki duvarlarda mermiler sekiyor, toprak ve enkaz havaya savruluyordu. İki tarafın savaşı, ortadaki bu harabe şehri daha da mahvediyordu. Kendini göstermezse, iki tarafın da dikkatini çekmeyeceğini biliyordu. Bu yüzden daha sessiz ve dikkatli olmaya çalışıyordu. Ancak bir anlık dikkatsizlik ya da hata onu tehlikenin tam ortasına sokabilirdi. O, yalnızca bu şehirdeki gizemi çözmek için değil, aynı zamanda Melek Muhafızları'nın izini sürmek için buradaydı. Fakat şu an savaşı ya da çatışmayı körüklemek gibi bir amacı yoktu. Tam bu sırada, çatışma alanında çok beklenmedik bir şey oldu. Küçük bir kız çocuğu, milislerin bulunduğu bölgeden çıkıp çatışmanın tam ortasına doğru koşmaya başladı. Uluç, bir an gözlerine inanamadı. Silah seslerinin ortasında, kaosun tam ortasında, bu küçük kız çocuğu adeta bir oyun oynuyormuşçasına etrafta koşuyordu. Etrafına neşe saçıyor, gülüyordu. Gözlerinde en ufak bir korku belirtisi bile yoktu. Çatışmalar devam ederken, kızın orada nasıl bu kadar rahat olduğunu anlamak zordu. Etrafındaki mermilerin yankılanması, patlamalar, onun için sıradan bir şeymiş gibi görünüyordu. O kadar umursamaz bir şekilde sağa sola koşuyordu ki, bu durum Uluç’u hem şaşkına çevirdi hem de derin bir endişeye sürükledi. Bir an için kendi çocukluğunu hatırladı. Savaşın ilk günlerini, ailesini kaybettiği anları düşündü. O zamanlar da tıpkı bu kız gibi masumdu, savunmasızdı. Ve bir gün her şey elinden alınmıştı. Uluç’un gözleri küçük kıza kilitlenmişken, aniden bir mermi sekip kızın eteğine isabet etti. Kız bir çığlık bile atmadan savruldu ve başını yere sert bir şekilde çarptı. Bu an, Uluç için her şeyin durduğu bir andı. O, kendi geçmişinin en karanlık anlarını yaşıyordu. Gözleri büyümüş, zihni bulanmıştı. Ancak içindeki o derin içgüdü harekete geçti. Bu çocuğu burada bırakmaya ya da kaderine terk etmeyecekti. Bir an düşünmeden hareket etti. Vücudu, zihninden daha hızlı tepki verdi. Uluç hızla kızın bulunduğu yere doğru koştu. Zaman adeta durmuştu. Milisler ve Melek Muhafızları'nın dikkatleri bir an için bu yabancıya yöneldi. Uluç’un kimin tarafında olduğunu bile anlamadan, her iki taraf da birbirine karşı silah doğrultmuş bu yabancıya dikkat kesildi. Ancak o sırada Uluç’un umurunda olan tek şey küçük kızdı. Küçük kızın yanına vardığında, kollarına alıp üzerine kapandı. Mermiler, onun üzerinden geçip gitmesine rağmen, onu bir şekilde koruyordu. Her iki taraf da ne yapacaklarını tam anlamamış, ama bu yabancının varlığına artık daha fazla kayıtsız kalamamıştı. Melek Muhafızları ve milisler, kimin olduğunu bilmedikleri bu adamın üzerine ateş açmaya başladılar. Silahlar aralıksız patlıyordu ve mermiler sağa sola savruluyordu. Uluç, küçük kızın üzerinde bir koruma kalkanı gibi durarak onu koruyordu. Ama orada kalamazlardı. Bu savaş alanında hayatta kalmanın tek yolu, bu tehlikeli bölgeden uzaklaşmaktı.
Uluç, çocuğu kucağına aldı ve hızla milislerin arka tarafına doğru koşmaya başladı. Ancak düşman ateşi hala üzerindeydi. Etrafı mermilerle doluydu. Tam o sırada, sol omzuna bir mermi isabet etti. Sert bir acıyla sendeledi. Mermi, omzunu delip geçmişti, ancak kan akmıyordu. Acı hissetmişti, ama bu acı beklediği kadar yoğun değildi. Yaralanma belirtileri vardı, ancak kanama olmaması, onu bir an duraklattı. Bir anlığına durup yarasına baktı. Kan yerine sadece hafif bir ıslaklık vardı. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Derisi delinmişti, ama vücudu sanki bu mermiyi tolere ediyor gibiydi. Acıdan bir an haykırmıştı, ama acı hızla kayboluyordu. İçinde bir şey, bu acıyı bastırıyor ve onu hayatta tutuyordu. Uluç, içindeki bu tuhaf hisle mücadele ederken, gözlerinin önünde başka bir şey belirdi. Sinir ve öfkeyle dolu hissettiği her an, bu his ona daha fazla güç veriyor gibiydi. İçinde patlamaya hazır bir şeyler vardı, ama ne olduğunu anlamıyordu. Uluç’un içindeki öfke, bir lav patlaması gibi vücudunda yükseliyordu. Her kası gerildi, her nefesi onu daha da derin bir hiddete sürüklüyordu. Küçük kızın hayatını kurtarmak, masumiyetin kaybına bir kez daha şahit olmamak için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdı. Sinirleri gerildikçe, vücudunda dolaşan enerji farklı bir şeye dönüşmeye başladı. Bu enerji, sanki bir şeyleri tetikliyordu. İçinde yükselen bu duygu, bedeni üzerinde kontrol sahibi olmaya başladı. Sıcaklık artıyor, nefesleri daha hızlı ve derinleşmişti. Vücudunu çevreleyen bu enerji, bir süre sonra şekil almaya başladı. Ellerine baktığında, ellerinin etrafında parlayan hafif alevleri fark etti. Önce şaşkınlıkla irkildi, ama bu alevler ona zarar vermiyordu. Üstelik, bu ateş gerçek bir yangın gibi değildi; sanki bir illüzyondu. Ateşin parıltısı, ona güç veriyor, fakat etrafındaki hiçbir şeye zarar vermiyordu. Sonra, sırtında bir hareketlilik hissetti. Alevlerin sırtından da yükseldiğini fark etti. Şekilleniyor, yayılıyordu. Alevden kanatlar… Sırtından çıkıp açılan bu alev kanatları, kocaman ve görkemliydi. Her kanat çırpışıyla, etrafındaki hava dalgalanıyordu. Alevler sadece parlıyor, fakat ısı ya da yangın yaratmıyordu. Fakat bu kanatlar, sadece görsel bir yanılsamadan ibaret değildi. Uluç, bu kanatların verdiği hafifliği, gücü ve çevikliği hissedebiliyordu. Küçük kızı güvenli bir yere ulaştırmak için koşarken, bu alevden oluşan kanatlarla hızlanmaya başladığını fark etti. Bedeni artık fiziksel sınırlarını zorlamıyordu. Her adımda daha güçlü hissediyordu, her hareketinde içindeki enerjinin bedenini sarmalayıp yönlendirdiğini fark ediyordu. Melek Muhafızları ve milisler, Uluç'un bu inanılmaz dönüşümüne şahit olduklarında, birkaç saniyeliğine ne yapacaklarını bilemediler. Karşılarında sıradan bir insan yoktu. Silahlar bir süreliğine sustu. Her iki taraf da Uluç’un etrafını saran alev kanatlarını ve ellerindeki ateşin parıltısını gördü. Bu varlık, sıradan bir asker değildi; o, kontrol edilemeyen bir güçtü. Ancak kısa bir süre sonra iki taraf da bu tuhaf varlığa karşı tekrar ateş açmaya başladı. Uluç, kucağındaki yarı baygın kızı daha güvenli bir yere götürmek zorundaydı. Omzundaki mermi yarası hala vücudundaydı, ama acı tamamen kaybolmuştu. İçindeki öfke ve enerji, fiziksel yaralanmaların üstesinden geliyordu. Bedeni, yarayı reddediyor gibiydi. Artık sadece hayatta kalmak ya da savaşmakla ilgili değildi; Uluç, yeni keşfettiği bu gücün farkına varmaya başlıyordu. Kucağındaki kızla birlikte, milislerin savunma hattının arka tarafına doğru hızla ilerledi. Alev kanatları onu adeta havalandırıyormuş gibi hissediyordu. O kadar hızlı hareket ediyordu ki, etrafındaki mermiler ona ulaşmadan önce yere düşüyordu. Düşman ateşi, Uluç’a ulaşamıyordu. Bedeni, bu alevlerle adeta dokunulmaz olmuştu.
Sonunda, milislerin hattının gerisine ulaşmayı başardı. Küçük kızı güvenli bir yere bıraktı ve derin bir nefes aldı. Kız hala bilinçsizdi, ama nabzı atıyordu. Hayatta olduğundan emindi. Gözlerini kapalı tutarken, yüzünde hafif bir gülümseme vardı, sanki rüyasında hala mutlu bir dünyada yaşıyor gibiydi. Uluç, kızın üzerini biraz toprak ve kumaş parçalarıyla örtüp gizledi, ama zihni hala az önce yaşadığı inanılmaz dönüşümdeydi. Nefes nefese kalmıştı, ancak içindeki enerji hâlâ dışarı taşmaya çalışıyordu. Ellerine baktı; alevler hala parlıyordu. Parmaklarından çıkan bu alevler, etrafındaki hava ile oynuyor, ama fiziksel olarak hiçbir şeye zarar vermiyordu. Sırtındaki kanatlar, hafifçe çırpınıyordu. Ancak onları kontrol etmek, her geçen saniye biraz daha kolaylaşıyordu. Tam bu sırada, çevresinde milislerden birkaçı belirip onu izlemeye başladılar. Uluç’un üzerindeki bu tuhaf alevlerden korkmuş, ama bir o kadar da şaşkına dönmüşlerdi. Onu düşman sanmışlardı, ama kucağında taşıdığı çocuk ve milislerin hattına doğru hareket etmesi, onların kafasında karışıklığa neden olmuştu. Bir milis lideri, Uluç’a yaklaştı. Elinde tuttuğu tüfeği tetikteydi, ama gözlerinde bir merak ve temkin vardı. Uluç’a dikkatle baktı, alev kanatlarına ve ellerine odaklanarak. Milis Lideri: "Sen de kimsin? Burada ne yapıyorsun?" diye sordu, ama sesi hem korkulu hem de öfkeliydi. Uluç, gözlerini liderden ayırmadan, sakin bir sesle konuştu. "Bir çocuk vardı. Onu kurtarmak zorundaydım." Milis lideri ve etrafındaki diğer askerler, bu cevabı duyduklarında birbirlerine baktılar. Uluç’un üzerinde hala alevler vardı, ama onun niyetinin dostane olduğunu anlamışlardı. Kendi safından birini kurtarmak için canını tehlikeye atan bu yabancı, belki de düşündükleri gibi bir düşman değildi. Ancak alevler ve kanatlar, hala onlara bir tehdit gibi görünüyordu. Milis Lideri, dikkatini Uluç’un alevden ellerine ve sırtındaki devasa kanatlara yöneltti. "Bu nedir? Seninle ne oluyor?" diye sordu, ama içinde merak ve korku karışımı bir tedirginlik vardı. Uluç, bir an duraksadı. Kendi bedeninde olup bitenleri tam olarak anlamıyordu. Bu güç nereden gelmişti? Neden şimdi ortaya çıkmıştı? Cevapları bilmiyordu, ama bu gücü kontrol edebileceğini hissediyordu. Gözlerini kapattı, içindeki ateşi ve öfkeyi kontrol etmeye çalıştı. Derin bir nefes aldı, vücudunu gevşetti. O anda sırtındaki alev kanatları yavaşça kaybolmaya, ellerindeki alevler sönmeye başladı. Bu süreci kendi isteğiyle kontrol edebiliyordu.
Alevler tamamen sönüp kaybolduktan sonra, Uluç hafifçe yere çömeldi. Omzundaki yaraya tekrar baktı; merminin geçtiği yer hâlâ açıktı, ama kan yoktu. Yara kapanmamıştı, ama kan akışı durmuştu. Bedeni, bu yarayı tolere ediyor ve hızla iyileşiyordu. Alevler sadece bir illüzyon değildi, aynı zamanda onu fiziksel olarak koruyan ve iyileştiren bir güçtü. Ancak bu gücün kaynağı ya da sınırları hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Milis lideri, bu durumu izlerken şaşkınlıkla tüfeğini indirdi. Artık Uluç’un bir tehdit olmadığını anlamıştı. Milis Lideri: "Kim olduğunu bilmiyoruz, ama bizi kurtardın. Ve o çocuğu da... Teşekkürler," dedi, hafif bir minnetle. Ama gözlerinde hala bir tedirginlik vardı. Uluç, sadece başını salladı. Teşekkür beklemiyordu. Kendi içindeki karmaşayı çözmek, şu an tek odak noktasıydı. Vücudunda hissettiği bu güçle ne yapacağını bilemiyordu. Ancak bir şey kesindi: Bu güç onu değiştirmişti. Artık sıradan bir asker ya da insan değildi.
Denizli’deki bu kaos yaşanırken, Saraybosna’daki laboratuvarda Zeynep ve Doktor Konstantinos hâlâ Uluç’un kan örneklerini inceliyordu. Konstantinos laboratuvardan dışarı çıkıp temizlik malzemesi almak için alt kata gitmişti. O sırada Zeynep, laboratuvarda yalnızdı. Elindeki sigarayı yere düşürdü ve o anda olanları gözleriyle gördü: Uluç’un kanı, sigaranın yanına düştüğü anda aniden alev aldı. Ancak bu alev, sıradan bir yangın gibi değildi. Sanki kanın içindeki bir enerji, sigara ile tetiklenmişti. Zeynep, kanın bu tuhaf tepkisini izlerken derin bir şaşkınlık yaşadı. Ancak hemen ardından yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Kendi kendine mırıldandı: "Alfa’yı buldum." Bu sır, Zeynep’in sırrıydı. Uluç, bir Alfa mutanttı. Bu güç, sadece fiziksel değil, aynı zamanda metafiziksel bir şeydi. Ancak bu bilgiyi Kızıl Muhafızlar’a ya da diğerlerine açıklamayacaktı. Şu anda yapması gereken şey, bu gücü incelemek ve Uluç’un bu yeteneklerini nasıl kontrol edebileceğini anlamaktı. Zeynep, Uluç’un bedeninde açığa çıkan bu gücün daha derin sırlar içerdiğini biliyordu. Ancak bu sırları açığa çıkarmak, daha fazla zaman ve dikkat gerektiriyordu. Alfa’yı bulmuştu, ama bu gücün sınırlarını keşfetmek için çok daha fazlasına ihtiyacı vardı.
Uluç, artık Denizli’nin harabelerinde sadece bir asker olarak değil, alev gücüyle yeniden doğmuş biri olarak hareket ediyordu. İçindeki bu yeni güçle nasıl başa çıkacağını henüz bilmiyordu, ama bu güç, onu hem kendi içindeki savaşla hem de dış dünyadaki tehlikelerle başa çıkabilecek bir noktaya getirmişti. Denizli’deki çatışma ise daha bitmemişti. Melek Muhafızları, Uluç’u artık sıradan bir düşman olarak görmeyecek, onun peşine düşeceklerdi. Zeynep’in laboratuvarda keşfettiği sır, Uluç’un gelecekteki kimliğini şekillendirecek bir sır olarak kalmaya devam ederken, Uluç’un içsel yolculuğu ve keşfi yeni başlamıştı. |
0% |