@lostaoull
|
Zaman hız treniydi, yakalaması zordu. Oysaki zamanı yakalayıp avuçlarımın içine hapsetmek isterdim. Ne bir ileri ne de bir geri, sadece olduğum yerde kalmak. Duyduklarımın üzerinden beş gün geçmişti. Zamanın bana yarayan kısmı yaralarım olmuştu. Hatta kabuk bile bağlayıp yenileri açılmamıştı. Ama bir yerlerde içimi acıtan bir şeyler vardı. Biliyordum, kırılmaya bile hakkım yoktu ama yine de kırılmıştım. Beni kullanmak için yanında tutuyordu, güvende olmamı istediği için değildi. Yine aynı şeyleri farklı evlerde yaşıyordum. O günden sonra odama çekilmiştim. Bir daha da yanıma uğramamış, evden gitmişti. Bir kadın ayarlamıştı, tüm yemekleri yapıp odama getiriyordu. Benimle de hiç konuşmuyordu, büyük ihtimalle Demirkan tembihlemişti. Doğruydu, bir suçluyla kim konuşmak isterdi ki? Birkaç gün önce ise bir doktor gelip dikişlerimi almıştı ve iyi olduğumu söyleyip gitmişti. Yine de her şeye rağmen mutluydum. Odamdaki küçük sardunyayla beraber burada tüm ömrümü geçirebilirdim. Hiç bulunmadığım kadar sakindi, kimse rahatsız etmiyordu beni. Tek zorluğu, bazı geceler çok sessiz oluyordu; kendi düşüncelerimin sesini duymak beni korkutuyordu. Yaşadıklarımı aklıma bile getirmek istemiyor, yok sayıyordum. Saymak zorundaydım, yoksa bir urgan ipi boynuma dolanır, aldığım kesik nefeslerim bile son bulurdu. Sabah olmuş, Güneş gizlendiği yerden çıkmış, perdelerimin arasından içeriye süzülmüştü. Ellerim yastığımın altında, dizlerim karnıma doğru çekilmiş bir şekilde güneşin doğuşunu izliyordum. Bir güneşin doğuşuna bile hasret kalmıştım. Kapı açılma sesini duyduğumda, büyük ihtimalle isminin Aysel olduğunu öğrendiğim kadın gelmişti. Bir süre daha uzandım; saate baktığımda on olduğunu gördüm. Aysel ablanın bu kadar saattir ne yaptığını merak etmiştim; normalde çoktan kahvaltımı verir, tek bir kelime etmeden çıkardı. Belki de bu sefer işleri uzun sürmüştü. Uzandığım yerde doğrulup duşa girmek için ayaklandım. Soğuk su ayarını yapınca, üzerimdekileri aynaya bakmamaya çalışarak çıkardım. Henüz bedenimdekileri görmeye hazır değildim. Soğuk suya alışamayan vücudum titremeye ve kasılmaya başlamıştı bile. Tüm bedenimi, her şeyi silip atmak istercesine ovaladım. Kabuk bağlayan bazı yaralarım açılıp ufak sızıntılar halinde süzülmeye başladı. Umursamadım. Bu aralar tek yaptığım buydu; umursamamak. Çıktığımda havluyu üzerime sardım. Banyo odamda olduğu için eşyalarımı almamıştım. Buhar olan aynada kendimle göz göze gelmemek için hızlı bir şekilde odaya girdim. Elime gelen ilk iç çamaşırını aldığımda kapı açılmıştı. Şaşkınlıkla ayağa kalkıp kapıya baktığımda onu gördüm. Demirkan gelmişti; burada, benim odamdaydı. Onun da şaşırmış olduğu gözlerinden belliydi. Elimdeki iç çamaşırlarıyla birlikte karşısında yarı çıplak duruyordum. Allahım, elimde iç çamaşırı vardı. Ne yaptığımı bilmeden elimdeki iç çamaşırını gördüğüm ilk gizli yere atıp kendimi dolap kapağının arkasına sakladım. “Çıkar mısın? Niye kapıyı çalmıyorsun?” Konuşmamla kendine gelen Demirkan, sadece gözlerime bakıyordu. “Pardon.” Elini kafasına koymuş, hâlâ yüzüme bakıyordu. “Çık hadi.” Diretmelerim boşunaydı; hâlâ çivi gibi olduğu yerde duruyordu. Kapıyı açmaya giderken derin bir nefes veriyordum ki tekrardan bana doğru gelmeye başladı. Aramızdaki dolap kapağına rağmen çok yakınımdaydı. “Sırtındaki yanık izi nasıl oldu?” Sorduğu soru beynime balyoz darbesiydi. Benim unuttuğum şeyleri bana sormamalıydı. Gözlerimin önüne gelen sahneleri, gözlerimi yakmak istercesine yok ettim. “Bu seni ilgilendirmez.” Ayrıca sırtımı nereden görüyordu bu adam? Hâlâ gözlerimin içine bakıyordu; belki de bir cevap arıyordu. “Bana kendine savcı yerine sapık dememi istemiyorsan, şimdi buradan çık.” Sapık dediğimde gözlerinin etrafına yer eden öfke tanelerini gördüm. “Emin ol, sapık olsaydım aramızdaki dolap kapağını söküp atmam bir saniyemi almazdı.” Derin bir nefes alıp, “Hazırlan ve solana gel, konuşmamız lazım.” demişti, sonra da odadan çıkıp gitti. Fırlattığım yerdeki iç çamaşırlarımı hızlı bir şekilde giyerken benimle ne konuşacağını düşünüyordum. Hazırlandığımda son kez odama bakıp çıkacaktım ki banyonun kapısının açık olduğunu gördüm; bu da sırtımı nereden gördüğünü açıklıyordu. Derin bir nefes aldım, onunla yaşadığım o anın beni niye bu kadar utandırdığını düşünmemeye çalıştım. Aşağıya indiğimde salonda onu göremedim. Hem gel diyordu hem de kendisi yoktu; benimle mi oynuyordu? Gözlerim kaybolmuş bir eşyayı arar gibi Demirkan’ı arıyordu. “Gelsene, balkondayım.” Bir salon diyordu, bir balkon deli edecekti beni en sonunda. Uslu bir çocuk gibi dediğini yaparken sinir oluyordum her şeye. Balkona gittiğimde bir elinde sigara vardı. Hiç sigara içen biri gibi durmuyordu. Dudaklarına götürdüğü sigarasından bir nefes daha çekip bana doğru döndü. “İyi görünüyorsun.” Bu bir soru muydu yoksa bir iltifat mıydı, arada kalmıştım; yine de dediğini tasdikledim. “Evet, iyiyim.” Bedendeki acılar kapanırdı; bu en kolayıydı. “Otursana, biraz uzun sürebilir.” Gösterdiği yere oturdum, hemen karışma, o da oturmuştu. İçimde bir huzursuzluk baş gösteriyordu. Oysaki etrafımda ne amcam ne babam, hatta Tunç bile yoktu. “Bak Asya, tam tamına kazanın üstünden dokuz gün geçti. Amcanı bırak, baban bile aramadı. Sen kaza yaptın Asya, nasıl olur da aramazlar seni?” Cevabını bildiği soruları soruyordu bana; belki de kalbimi kırmak istiyordu. Peki ya istediği cevapları aldığında ben ne olacaktım? Burada güvendesin demişti bana ama sonra duyduklarım hiç öyle hissettirmemişti. “Aramız bayadır bozuk, ondan gelmek istememişlerdir. Düşündüğün gibi bir şey yok ortada.” Ellerim tekrardan kendimle savaşmaya başlamıştı. Artık güneş bile o kadar içimi ısıtmıyordu. “Asya,” bir şey söylemek istiyor ama tutuyor gibiydi. “Asya, senin kalbin o hastane odasında durdu; bir gün boyunca yaşam destek ünitesine bağlı kaldın. Sen hala babamla aramız bozuk mu diyorsun bana? Annen Asya, o niye orada değildi?” Kendimi o hastane odasında hayal ettim; kalbim durmuş ama etrafta bağıran, "Kurtarın onu!" diyen kimse yok, tıpkı kimsesizler gibi. Gözlerim doldu, Demirkan’ın karşısında ağlamak istemiyordum. Ama gözlerim tam tersine burada, şu an ağlamak istiyordu. “Annem.” Bir kelime, beş harf; nasıl yakardı insanı. Yanıyordum, içimdeki külün kokusunu alıyor musun, Yiğit Alp Demirkan? Almalısın çünkü çok yakınımdasın. “Engelli bir kardeşim var, annem ona bakıyor. Babam duymuşsa bile söylememiştir. O yüzden gelmemiştir.” İç sesim bile söylediğim yalanlara gülüyordu. “Asya, annene bizzat ben gidip söyledim. Bana ne söylediğini duymak ister misin?” İstemiyordum. İstediğim sadece küçük bir hayattı. Ağzından çıkanları duyarsam yıkılırdım. Tam söylüyordu ki bir anda ayağa kalktım. “Yeter! Kes artık. Konuşmamız lazım diye çağırıyorsun, geliyorum. Kaza hakkında ya da amcamla ilgili sorular soracağını düşünürken aile ilişkilerimi sorguluyorsun. İyileştiğime göre cezam neyse çekmek istiyorum. Beni tutuklayabilirsin artık.” Ani çıkışım kaşlarının çatılmasına neden olmuştu. “Sen zaten şu an tutuklusun Asya. Çarptığın aracın sürücüsü hala komada. Araçta tek olmadığını düşünüyorum. Ama bir şekilde yanındaki kaza sonrası yok oluyor ve tüm suç sana kalıyor. Bu normal bir durum mu sence ?” Allah kahretsin ki değildi. Hem de hiç normal değildi. Tunç’u yanımdan kim almıştı ? “ Araçta tek başımaydım söyledim ya karıştırmış olmalıyım.” Böyle davranmak zorundaydım eğer ben yanımdakini söylersem araştırmaya başlayacaktı ve bu amcamın kulağına gider beni burada bile bulur. Yaşamak istemediğim cehenneme geri dönerdim. Özür dilerim Demirkan sana gerçekleri söylemediğim için. “Asya bana yalan söyleme.” Sesi yükselmeye başlamıştı. Üzerime doğru yürümeye başladığında geri geri gitmeye başladım. En sonunda duvara çarpan bedenimle onun arasında bir adımlık mesafe vardı. “ Yiğit yalan söylemiyorum.” İlk defa ona ismiyle seslenmiştim. O da şaşırmış olsa da öfkesi daha fazlaydı. “Öyleyse vücudundaki izleri bana nasıl açıklayacaksın? Hepsi aynı gün içinde oluşmuş yaralar. Sen o gece ne yaşadın Asya ? Tunç Kaya mıydı sana zarar veren ?” |
0% |