Yeni Üyelik
1.
Bölüm

İnanç Sebebi

@lotusintheswamp

Yayımladığım tarih: 20.10.2024

Herkese merhaba. Kurgusu, yazımı, finali çoktan bitmiş hatta wattpadde finali dahi yayımlanmış bir kurguyla başlamaya karar verdim bu platformdaki macerama. Wattpad'in kapanmış olması hepimiz için bir düş kırıklığı haline geldi fakat bunun beni durdurmasını, yazdıklarımı paylaşmama engel olmasını istemedim. Bu yüzden de kalemimden dökülenleri buradaki okuyucularla da buluşturmak istedim.

Öncelikle bu bir Yoonkook kurgusu, BTS üyelerinden Yoongi ve Jungkook karakterleri çevresinde gelişen olayları kaleme alacağım kısa bir kurgu olacak, minific de denilebilir.

Kurgunun ilk kelimeleri 06.06.2023 tarihinde kaleme alınmış, bilgisayarım üzerinden finalini ise 25.06.2023'te vermişim. Yani 19 günde kaleme alınmış bir kurguyla duruyorum karşınızda. Üstelik bu, benim yazmayı bitirdiğim ikinci hikayem. Bu nedenle tüm acemiliğimden paylar taşısa da paha biçilemez.

Şimdilerde taslağı hazır yirmiden fazla kurgum olsa da bu ilk ve şu anlık tek Yoonkook kurgum olması açısından bende ayrı bir yere sahip. Bu nedenle okuyanlarda da benzer bir etki, hatırlanmaya değecek hatıralar bırakmasını yürekten diliyorum.

Öncelikle sınav senesinde bir öğrenci olduğum gerçeğini bir köşeye iliştiriyor, hiçbir sosyal medya uygulamasında olamadığım gibi kurgularımı paylaşma konusunda da fazla aktif olamayacağımı en başından belirtmek istiyorum. Zaten şimdilerde yeni şeyler kaleme almaya vakit nulamadığımdan ötürü yazmayı bitirdiklerimi paylaşacağım ilk olarak.

Benim wattpad'de de yaptığım bir uygulama vardı, vakit buldukça buradan da devam edeceğim. Bazıları hikayeleri güzel bulsalar dahi ship ve üye ismi içerdiği için burun kıvırıyor veyahut çevresine, arkadaşlarına öneremiyor. Ben Yoonkook'a o gözle bakamam diyeni bile duydum. Üstelik bu kitap 'hayran kurgu' kategorisinde. Bu nedenle kurgularımı, içerisindeki isimleri değiştirerek 'genç kurgu' kategorisinde de yayımlamayı planlıyorum. İsmi tamamen aynı oluyor, kapağında ufak değişiklikler -üyeleri koymamak gibi- yapıyorum. Yani dileyen diğer versiyonunu da okuyabilecek en kısa zamanda.

Fazla uzatmak istemiyorum, bir an önce hikayeye geçelim dilerseniz. Yalnızca bölümü açan herkesten ufak bir ricam olacak, oy vermeyi unutmayın. ⭐

Herkese teşekkür ederim.

 

 

 

 

 

“Hayat savaşı vermek’ ne demektir sizce?”

Profesör Park’ın sözleriyle oraya verdim dikkatimi. Diğerleri de başlarını kaldırıp ona bakmıştı bu beklenmedik sorusu karşısında. Profesör, bir süre gözlerini hepimizin üzerinde gezdirdi. “Bir fikri olan yok mu?”

Ön sıralardan kahverengi saçlı bir kız “Zorlu koşullar altında yaşamaya çalışmak olabilir mi?” diye bir fikir attı ortaya söz alarak. Profesör bir yanıt vermedi, başını salladı sadece. Onun yanıtından sonra eller kalkmaya başladı söz istemek için.

“Hepimiz farklı şeyler yaşarız ve herkesin verdiği mücadele farklıdır. Yani herkesin hayat savaşı da farklıdır.”

Bir başkası söz aldı bu kez. “Başımıza gelen olumsuz durumlara karşı gösterdiğimiz direniş olabilir.” Bu ve benzeri pek çok yanıt geldi, profesör her birini sabırla dinledi.

Kendi açımdan düşünecek olursam belki de buna pek çok yanıt verebilirdim. Duyduğum cevapların büyük çoğunluğu zorluklardan, kötülüklerden ve travmalardan bahsediyordu. Ben ise asıl hayat savaşını kendimizle verdiğimize inanırdım. Ben de öyle yapıyordum çünkü.

Etrafımdaki, ailemdeki kimsenin bilmediği küçük, değersiz sırrım en büyük mücadelemdi belki de. Ve elbette bu sorunun cevabı herkes için değişirdi bana kalırsa.

Profesörün çenesini hafifçe yukarı kaldırdığını gördüm. “Savaş,” dedi ve devam etti. “Mücadele, direniş, dayanma, kötülük…” Tane tane konuşuyordu. “Peki, kime karşı?”

Sorusu üzerine herkes sessizleşmişti. “İnsanlara,” dedi Profesör Park, vurgulayarak. “Hayat savaşı dediğimiz olayı her insan insanlara karşı verir. Kötülük dediniz değil mi? Kötülük insandan kaynaklanır. Travma demiştiniz. Travmalarımızın asıl sebebi de insandır. Güvensizlik insandan gelir, sadakatsizlik insandan gelir, mücadele, direniş insanların getirdiklerine, bıraktıklarına karşı olur. Elbette başka etkenler de vardır, yok değil. Ama insanın asıl hayat mücadelesi insanladır.”

Bakışlarımı önüme çevirdim. Belki haklıydı, belki haksızdı, bilemiyordum. Ama hak verdiğim önemli bir konu vardı, insanların birbirlerinin hayatına olan etkileri. Kimi varlığıyla acı çektirebilirdi, kimi de yokluğuyla. Kiminin yanımızda oluşu her derdimizin çözümü gibi hissettirirken kimi de unutamayacağımız yaralar bırakabilirdi zihnimize.

“Bir sunum istiyorum,” diyerek sözlerini sürdürdü Profesör, bakışlarım tekrardan ona döndü. “Her birinizden. Bir ay süreniz olacak, insan yaşamı hakkında, yaşam hikâyeleri hakkında bir sunum ve kompozisyon istiyorum. Baştan savma hiçbir çalışmayı kabul etmeyeceğim çünkü her birimizin sınandığı bu yaşam denen şey, asla basite indirgenebilecek bir şey değil. Çevrenizden olabilir, tanıdığınız ya da tanımadığınız. Hâlâ yaşayan veya çoktan ölmüş, seçimi size bırakıyorum.”

Uğultular yükseldi biraz, itiraz anlamında ama Profesör herkesi susturdu. Bir çocuk söz isteyerek “Tam olarak nasıl bir şey istiyorsunuz?” diye sordu.

“Size bırakacağım bunu,” diye yanıtladı. “Özgür ve geniş çalışmanızı istiyorum. Yapmanız gereken bana insan yaşamı hakkında, insan hakkında bir şeyler sunabilmek. Ne yapacağınız, nasıl yapacağınız size kalmış. Ama özenilmesini istiyorum, dikkat edilmesini ve sizden istediğim hassasiyeti göstermenizi.”

Onaylayan mırıltılar çıkarken birkaç kişinin daha sorusu olmuştu. Profesör büyük bir özenle cevapladı her birini, ardından dersin bittiğini söyledi. Masasına gidip dosyalarını aldıktan sonra aklına bir şey gelmiş gibi duraksadı ve başını kaldırıp bizlere baktı. “Sunumunu teslim etmeyen hiç kimse dersimden geçemeyecek.”

Bu kez daha çok itiraz anlamında uğultular yükselirken Profesör Park çoktan çıkmıştı bile. Son dersim olduğundan ben de eşyalarımı hızlıca toplamaya koyuldum. Bir yandan da bahsettiği sunumu düşünüyordum. Ne yapacağım hakkında bir fikrim yoktu.

Sırt çantamı doldurmayı bitirip tek omzuma astım ve hızlı adımlarla çıktım oradan. Fakülteden de çıkmıştım ki bahçede bir kızın bana seslendiğini duydum. “Kook, beklesene!”

Adımlarımı yavaşlattığımda kısa sürede bana yetişmişti. Koştuğundan nefes nefese kalmış ve saçları yüzüne yapışmıştı. Uzun, kahverengi saçları vardı, benimle aynı yaştaydı ya da bir yaş büyük olmalıydı. Adı Choonhe’ydi, onu tanıyordum. Birkaç ortak dersimiz vardı, Profesör Park’ın dersleri de buna dâhildi.

“Ödev hakkında konuşmak istiyordum,” dedi. “Vaktin yoksa boş ver ama.”

“Sorun değil,” dedim. “Yavaş yavaş yürüyorum zaten. Bana eşlik edebilirsin.”

“Sağ ol,” diye mırıldandıktan sonra benimle beraber yürümeye başladı. “Ben ne yapacağımı bilmiyorum, senin bir fikrin var mı?”

“Ben de bilmiyorum,” diye mırıldandım. “Ama bunu düşünerek bulamam ki zaten. Bence bir şeyden esinlenerek bunu hazırlamaya başlayabiliriz. Yani, ne zaman ne olacağı belli olmaz, belki de yolda gördüğümüz en ufak bir olay bile bize fikir verebilir. Tanıştığımız bir insan da olabilir bu. Neticede etrafımızdaki her şey bize bir şey anlatabilir, nasıl yorumladığımıza bağlı.”

“Etrafımızdaki her şey bize bir şey anlatabilir, nasıl yorumladığımıza bağlı,” diye tekrarladı beni. “Profesör Park’ın sözü.” Gülümsedi.

“Evet,” diye mırıldandım. “Buna dikkat etmiş olmanı beklemiyordum.”

“O adamın hayranıyım ben,” dediğinde buna pek şaşırmamıştım. Okuldaki tüm kızların gözdesiydi o.

“Daha önce ders aldın mı ondan?” diye sordum. Bu sene ilk kez ders alıyordum ben çünkü.

“Üç yıldır edebiyat hocam,” derken sesindeki hayranlığı gizleme çabasına girmiyordu. “Ah,” dedi iç çekerek. “Park Jimin. Hayallerimin erkeğiydi yıllarca.” Sonra sesi düşünceli bir hal aldı. “Ama çok değişti.”

“Nasıl yani?” diye sordum. Bu beni ilgilendirmezdi elbette ama laf lafı açıyordu işte.

“Önceki iki yıl böyle değildi,” dedi. “Yani hep taş gibiydi, Yunan Tanrılarını kıskandıracak bir güzelliği vardı ama daha hayat doluydu. Bizimle şakalaşırdı bile, hatta bir kez yanağımdan makas almıştı, o anı hiç unutmam.” Sesine bir heyecan karışmıştı.

Aynı Profesör Park’tan mı bahsediyorduk? Çünkü benim tanıdığım adam asla öyle biri değildi. Şakalaşmazdı, samimiyet kurmazdı. Onu bu şekilde asla hayal edemiyordum. Oldukça ağırbaşlı biriydi tanıdığım kadarıyla.

“Ama bu yıl çok farklı,” diye devam etti Choonhe. “Bir sakinlik var, sanki bir olgunluk çökmüş üzerine.” Duraksadı. “Aman canım, bana ne bundan. Hâlâ taş gibi adam.”

Başımı iki yana sallayarak güldüm bu sözlerine. Bana sunumu hakkında birkaç şey daha danıştıktan sonra yol ayrımına gelmiştik bile. Vedalaşıp ayrıldığımızda ben metro durağına ilerledim. Dakikalar içinde gelen metroda boş yer bulup oturduğumda ise aklımı kurcalayan tek şey yapmam gereken sunumdu.

Aslında bu kadar düşünmem mantıksızdı çünkü önümde teslim etmek için daha bir ay vardı. Ama böyle durumlarda telaş yapardım, acele ederdim. Belki de hayatım boyunca hep acele etmek, bir şeyleri kısıtlı bir zamana sıkıştırmak zorunda kaldığımdan kaynaklanıyordu bu. Emin olamıyordum kendimden. Sanki yapmam gereken hiçbir şeyi erteleyemezmişim gibi.

Erteleyemezdim zaten. Vaktim yetmezdi.

Etrafımdaki insanları izledim bir süre, elbette belli etmeden. Herkes kendi halinde gibi görünüyordu, ben de öyleydim dışarıdan bakıldığında. Ama kim bilebilirdi ki kendi içimde verdiğim mücadeleyi? Hiç kimse. Ben de buradaki kimsenin içinden geçeni bilemezdim. Her insan ayrı bir hikâyeydi belki de ama dışarıdan her birimiz de aynıydık.

Metro bir kez daha durana kadar uzun uzun düşündüm, ineceğim durağa geldiğimde ise kendimi metrodan dışarı attım. Eve doğru ilerlemeye başladığımda ise bu konuyu kafamdan bir süreliğine uzaklaştırmaya karar vermiştim.

Metro evime on dakika gibi bir yürüme mesafesindeydi. Bu saatlerde yürümeyi, hava almayı da zaten sevdiğimden sorun etmiyordum. Yine aynı şekilde, kulaklarımda hafif bir müzikle ilerlerken yan sokaktan buraya dönen tanıdık bir simayla duraksadım.

Kulaklıklarımı çıkardığımda o da beni fark etmişti. Gülümseyerek bana yaklaştığında “Baba?” dedim şaşkın bir sesle. “Neden yürüyerek geliyorsun?”

Önce bana sarıldı, ben de karşılık verdim. Ayrıldığında ise benimle göz göze geldi. “Sorma oğlum,” dedi soruma yanıt olarak. “Araba bozulmuş sabah. Yarın tamire vereceğim. Ben de otobüsle geldim.”

Anladığımı belirtir gibi başımı salladığımda beraber yürümeye başladık sokağın sonundaki eve doğru. “Ee,” dedi sonra. “Okulun nasıl gidiyor?”

“Üniversiteye gidiyorum artık,” diye söylendim. “İlkokul çocuğuymuşum gibi şeyler sormasanıza.” Güldü sadece, bir şey demedi. Kısa sürede eve geldiğimizde ilk olarak yemek yemiştim ve dinlenmek için odama geçmiştim.

Yatağımda oturup geç saatlere kadar kitap okudum. Yarın dersim olmadığından geç uyumayı sorun etmiyordum. Kitabımı kapattıktan sonra telefonumu çıkarıp bir süre sunumum için kısa bir araştırma yaptım. Uykum geldiğinde ise etrafı toparlayıp yatağa geçmiştim.

Ertesi sabah erkenden uyandım. Erken uyanmaya alışkındım ve bunu seviyordum zaten. Kahvaltımı bitirdiğimde dışarı çıktım, babamın yanına. Dün akşam da arabayı çalıştırmayı denemişti ama başarılı olmamıştı. Bu yüzden bugün tamire verecektik.

Çekici aracı yüklendiğinde babam da bir taksi çağırıp ona bindi. Gelmek için ısrar ettiğimde ise kırmamıştı beni. Zaten bugün yapacak bir şeyim yoktu, biraz dolaşmış olurdum. Taksi dakikalarca yol alırken ben de camdan etrafı izliyordum.

On dakika kadar sonra bir yerde durduk. Babam taksicinin ücretini ödedikten sonra ikimiz de inmiştik ve araç uzaklaşmıştı. Çekici de bizim arabayı indirdikten sonra gitmişti. Önünde durduğumuz dükkânın tabelasına doğru çevirdim başımı.

Min Tamirhanesi”

Babam içeri ilerlerken ben de peşinden gidiyordum. “Kimse var mı?” diye sordu ama bir yanıt alamamıştık. Etrafına baktı babam. “Dükkân açık olduğuna göre buralarda olmalılar. Sen burada bekle Kook, ben bir bakıp geleyim şuralara.”

Başımı salladım “Tamam,” diyerek. Babam çıktığında ise burada yalnız kalmıştım. Yüksek gri duvarları olan bu yere baktım, biraz havasız gibiydi. Ortada bir araba duruyordu ama hali kötü görünüyordu, yine de üzerinde uğraşıldığı belliydi. Yan duvarda bir ayna vardı büyükçe. Onun dışında raflar eşyalarla ve kutularla doluydu. Klasik tamirhanelerin aynısıydı, farklı bir yanı yoktu. Arka tarafta bir kapı ve diğer kısımda da bir merdiven vardı. Belki de bu dükkân, sahiplerinin eviyle bitişikti.

Aradan bir dakika ya geçmişti ya da geçmemişti. Bahsettiğim kapıdan birisi çıktı, otuzlu yaşlarda. Elindeki eldiveni giyiyor olduğundan beni görmemişti ama benim gözlerim anında onu bulmuştu.

Otuzlu yaşlarında olmalıydı, benden epey büyük olduğu belliydi yüz hatlarından ama buna rağmen genç görünüyordu. Ve doğrusunu söylemek gerekirse harika görünüyordu.

Duraksadım. Az önce aklımdan geçirdiğim şeye kendim hayret ettim. Nasıl böyle bir şey düşünebilirdim ki? Hem de tanımadığım bir insan hakkında? Pekâlâ, sadece dış görünüşü öylesine hoşuma gitmişti.

Üzerindeki gri kazağın üzerine siyah bir önlük bağlamıştı. Siyah pantolonu gibi onlar da toz içindeydi. Siyah saçlarına da uğramıştı tozlar ama kötü görünmüyordu her nedense. Eline siyah deri eldiven giymeye çalışıyordu şuanda.

O anda burada olduğumu fark ederek başımı kaldırdı ve benimle göz göze geldi. Yorgun olduğu her halinden belli olan gözleri benimkilerle buluştuğunda çok tuhaf hissetmiştim, gözlerimi kaçırmak zorunda hissettim kendimi. İlk kez bir insanla göz göze gelmekten çekinmiştim ve buna bir anlam verememiştim. Ağır hissetmiştim.

“Buyur?” dediğinde tekrar başımı kaldırıp ona bakmak zorunda kaldım. Gözlerim tekrar gözlerine ulaştı. Bakışları… Çok netti. Bunu nasıl anlatmam gerektiğini bilmiyordum ama sanki konuşmasa bile söylemek istediğini bakışları söyleyebilirmiş gibiydi. Gözleri onun yerine de konuşuyormuş gibiydi.

Ama küçük siyah gözlerinde beni huzursuz eden bir şey de yakalamıştım. O net olan siyah gözlerinin önünde gri bir sis var gibiydi. Ve ben her ne kadar az önce duygularının gözlerinden okunabileceğini düşünsem de, sanki o sis tüm bunlara bir engel gibiydi.

“Konuşacak mısın?” dedi anlam veremez gibi bir sesle. Sesini duymak tüylerimi ürpertti. Bana neler olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu.

“Ben… Yani biz, şey…” Biz, ney?

Biz neden gelmiştik ki buraya?

“Demek buradasınız,” diyen babamın sesini duyduğumda, kaskatı kesilmiş olan vücudumun biraz olsun çözüldüğünü hissettim. Önümdeki adam da bakışlarını benden çekip arkamdaki babama yönlendirdiğinde rahat bir nefes alabilmiştim.

“Biz araba tamiri için gelmiştik,” dediğinde, genç adam ‘biz’ kelimesindeki diğer kişinin ben olduğumu anladığından bana bir şey sormadı. “Araba dışarıda.”

İkisini dışarıya ilerlediğini gördüğümde ben de kendimi toparlayıp yavaş adımlarla peşlerinden gittim. Genç adam girişin hemen oraya bırakılan arabada gezdirdi gözlerini. “Yoğunluğuma bağlı olarak…” derken bir eliyle saçlarını karıştırdı. Gözlerimin saçlarındaki eli izlediğini fark ettiğimde çektim bakışlarımı. “Üç dört güne falan biter.”

“Fiyatı ne kadar olur?” diye sordu babam. Orada değilmiş gibi hissediyordum kendimi. Soyutlanmıştım sanki ve beni işgal eden bu duygu, o adamı gördüğümden beri gösteriyordu kendini. Neden böyle hissettiğimi çözemiyordum. Aslında şuan çözmeye falan da çalışmıyordum.

“Kısa bir kontrol edeyim,” dedi babama bakarak. “Vaktiniz varsa yarım saat kadar bekleyin, size fiyat bilgisi veririm.” İkimizin de vakti olduğundan babam bunu onayladı.

O arabaya ilerlerken “Tamirci siz misiniz?” diye sordum. Nedense tuhaf gelmişti bana. Tuhaf gelenin ne olduğunu bilmiyordum ama sormak istemiştim işte.

“Ne o?” dedi bana bakmadan. Sesinde hafif bir alay vardı. “Beğenemedin mi?”

“Yok, ondan değil…” dedim yanlış anlaşılmaktan korkarak. “Merak ettim sadece. Öylesine yani.”

“Anladım,” dedi yine bana bakmadan. Pek konuşma taraftarı olmadığını anlayabiliyordum ses tonundan.

Babam dükkânın içine doğru ilerleyip oradaki sandalyelerden birine oturdu. Fazla genç olmadığından ayakta beklemek yoruyordu onu, farkındaydım. “Gelsene oğlum,” dedi bana da ama başımı salladım.

“İzlemek istiyorum,” dedim. “Arabayı.” Daha fazla bir şey söylemeden oturmaya devam etti. O gidince ikimiz kalmıştık girişin önünde.

Beni en ufak umursamadan elindeki eşyalarla, açtığı kaputa doğru biraz eğilerek kurcalamaya başladı. Ne yaptığını anlamıyordum ama zaten benim anlayabileceğim bir konu değildi, bu yüzden onun sessizliğine ortak olarak sadece izlemeye başladım.

İzlediğim araba değildi.

Bunun neden olduğu hakkında gerçekten bir fikrim yoktu. Ama başka bir yere bakmaya çalışsam da dakikalar içinde gözlerim yine onun sırtını buluyordu. İçimden onu izlemek geliyordu. Onu izlemeyi istiyordum.

Yirmi dakikadır tek yaptığım da buydu zaten. Sırtını arada dikleştirmesini, kollarının, ellerinin, parmaklarının hareketini, arada durup alnında biriken teri silmesini, terden alnına yapışan saçlarını arkaya atmasını izliyordum. Tek yaptığım buydu.

Yapılı bir vücudu olduğu belli oluyordu üzerindeki kazaktan. Omuzları genişti, boyu da uzundu. Belirgin bir çene kemiği vardı ki bu yüzünde onu muazzam yapan en önemli detaydı. İzlenilesi bir görünüşü vardı.

“Şunu kesecek misin?” Ortam sessiz olduğundan ve konuşmasını beklemediğimden, sesini duyduğumda yerimden sıçramıştım. Neyse ki bana arkası dönük olduğundan bunu görmemişti.

“Neyi?” diye sordum hafif şaşkın bir sesle. Neyden bahsettiğini gerçekten anlamamıştım.

“Beni izleyip durmayı,” dedi hafifçe bu tarafa dönerken. O an utancımdan yerin dibine girdiğimi hissetmiştim resmen. Onu izlediğimi mi fark etmişti? Bunu bilerek yapmıyordum ki zaten. Ama bunu söylemesi, tahmin edemeyeceği kadar utandırmıştı beni.

“Ben… Yani, böyle düşündürdüğüm için üzgünüm. Yani, yanlış anladınız beni. Gerçekten.” Cümle kurmakta zorlanıyordum çünkü şuan ne demem gerektiğini bilmiyordum. Beni gerçekten yanlış anlamamış olmasını diliyordum sadece. Kimseye kötü hissettirmek istemezdim çünkü.

“Umarım,” dedi net bir sesle. Tamamen bu tarafa döndüğünde “Bayım,” diye seslendi babama. Babam buraya geldiğinde “Tahmin ettiğim gibi,” diye konuşmasına devam etti. “Üç ya da dört gün sürer.”

Onlar detayları konuşurken ben de kendime gelmeye çalışıyordum. Yaptığım, düşündüğüm şeyler tamamen saçmalıktı. Elbette birini dış görünüşünü güzel ya da etkileyici bulabilirdik ama hepsi bu kadardı işte. Sadece görünüşü bir an için hoşuma gitmişti. Buna inandırdım kendimi.

Aslında bugün öğrenmiştim insanların asıl savaşı insanlarla verdiğini. Savaşacak kadar vaktim yoktu benim. Sadece yanlış bir şey yapmayacak olmayı diledim. Belki de hayatımda bir kez olsun bir şeyleri ertelememeyi diledim.

Oradan ayrıldık, taksiyle eve döndük. Öğlen yemeği hazırlanmıştı biz eve geldiğimizde. Yemeğimi yerken “Kook,” dediğini duydum annemin. “Bir şey mi oldu oğlum?”

“Yok,” dedim bakışlarımı tabağımdan çekip onun yüzüne çıkartırken. “Neden sordun ki?”

“Ne bileyim,” dedi hafif endişeli çıkan sesiyle. “Biraz durgun, dalgın gibisin sanki. Okulda mı bir şey oldu diye merak ettim.”

“Merak etme anne,” dedim gülümseyebilmek için çabalarken. “Hiçbir sorun yok. Yoruldum bugün biraz, ondandır.”

“Öyle,” dedi babam da söze karışarak. “Zaten gittiğimiz yer de epey ilgisini çekti. Arabalara, böyle şeylere de meraklı. Ben inanıyorum ona, okulunu en güzel şekilde bitirip mesleğini alacak eline.” Bana baktı. “Bugün gördün insanların ne kadar zor şartlar altında yaşam sürdüğünü. Öyle olmak istemiyorsan sıkı çalışmalısın Kook.” Önüne döndüğünde kendi kendine mırıldandı. “Gencecik de çocuktu üstelik.”

Nedensizce, buna kırıldığımı hissettim. Belki de tamamen iyi niyetle söylemişti bunu. Büyük ihtimalle bir babanın, oğlunun geleceğinden endişe duyarak kurduğu bir cümleydi. Ama içimde bir yerleri kırdı işte. Ve bu kırgınlık bir şeyi fark etmeme neden oldu, bu farkındalık beni bozguna uğrattı.

Ben onun için kırılmıştım. Kalbimde hissettiğim burkulmanın benimle bir alakası yoktu. Sadece, insanların başkalarının neler yaşadığını ya da nelere mecbur kaldığını bilmeden böyle genelleme yaparak konuşması canımı sıkmıştı. Aslında onun için böyle cümleler kurmaları canımı yakmıştı.

Mecbur kalınmışlığı çok iyi bildiğimden, insanların belki de onun nelere mecbur kaldığını bilmeden bu tarz konuşmasının beni aslında içten içe de sinirlendirdiğini hissetmiştim. Daha anne babam, burunlarının dibindeki oğullarının yaşadığı şeyden habersizlerdi. Ama konu yargılamak olunca herkesin bilge kesildiğini bir kez daha anlamıştım.

Bana ne oluyordu gerçekten? Nasıl olurdu da daha bugün tanıdığım, daha doğrusu sadece gördüğüm bir adam için bunu düşünmüş olabilirdim? Hissettiğim kafa karışıklığına bir anlam veremeyerek kalktım hızlıca masadan. Annem de babam da bana şaşkınlıkla baktılar ama ikisine de bir açıklama yapacak durumda değildim şuan.

Odama girdim hızlıca ve kapıyı arkamdan kapattım. Hemen önümde olan camı açtığımda uzun uzun soluklandım, ciğerlerimi havayla doldurdum. Sanki nefes almaya ihtiyacım varmış gibi hissediyordum.

Bir başkası için duyduğum bir üzüntü kalbimi yaralamıştı. Böyle bir şeyi insanlar sadece ailesine, en yakınlarına hissetmez miydi? Ben neden böyle hissetmiştim?

Kısa bir anlık yanılgı olduğuna inandırmak istedim kendimi ama öyle değildi, bunu düşünmek sadece kendimi kandırmak olurdu. Kendimi kandırabilirdim ama kandırmayacağım bir yer vardı.

Bir şeyin daha farkında vardım az önce. Bu farkındalık doğru muydu yoksa yanlış mıydı bilmiyordum. Ama bu kez, hayatımda ertelemeyeceğim ya da bir zamana sığdırmak istemeyeceğim bir şey olacaktı.

Verdiğim mücadele, bugün kendine inanmak için bir sebep buldu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İlk bölümün sonuna geldik. Fazla bir şey söylemek istemiyorum, umarım okuduğunuza değmiştir. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere 🤍

Loading...
0%