Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10.Bölüm: Demir Taç’ın sırrı

@lovelylover

 

10.Bölüm: Demir Taç’ın sırrı

Suçluların suçlarıyla yaşaması ve de yargılanması ne kadar kabul edilebilir bir şey ise masumlarında yas tutması o kadar kabul edilebilir bir şeydi. Ölen kişilerin ardından yas tutma, kimi zamansa yeni doğanlar için sevinme hayatın insan oğluna dayatmasıydı.

Bugün burda İmparatorluk her iki durumu da yaşıyordu.

Dük Persiona’nın ailesi mahkemede yargılanmak üzere tutuklanmış, lanete sahip olmayan iki küçük varisinse cenazesi yapılmak üzere başkentin sokaklarına inilmişti. Cenaze alayı başkentin merkezinde bulunan sokaklarda dolaştırılırken ağlayan insanların eşliğinde tapınağa doğru bir rota çiziyordu.

Prens Tutor’un, yani babamın geride sadece iki varisi kalmıştı.

“İsterseniz arabaya geçin Prenses.” Dedi Ador atını bana yaklaştırırken. Tüm ağlayan insanların içinde cenaze alayının başında dimdik durarak Dior ile birlikte babamın ardından ilerliyorduk. Benim haricimde at üzerinde olan başka kadın yoktu.

Belkide bu yüzden varis seçilmiştim.

“Gerek yok. Sarayıma gidip hazırlıklara başlayın.” Dedim yaklaşan mahkeme için emir verirken. Yargılanacaklardan biri de suçluları bulan kişi olarak bendim. O gece nerede olduğumu ispatlamam geriyordu. Bunun içinde Torin’i kullanacaktım. Onlarla birlikte çay içtiğimi söylemeyi planlıyordum.

Bağışlar kendime yoğunlaşmamı zorlaştırırken neden bu kadar ağladıklarını anlayamıyordum. Onların ailesi bile değillerdi. Ador yanımdan uzaklaşmışken önümde duran, bizim tüm siyahlığımıza tezatlık oluşturan beyaz iki tabuta baktım. Masumiyet simgesi, bu sefer ölüm simgesine dönüşmüştü. İşte insanlar bu denli garip ve anlaşılmazdı. Ölümle yaşamı aynı kefeye koyuyorlardı.

Ancak ölüm sandıklarından çok daha karmaşık bir süreçti.

“Sorun çıkarma Kaliana.” Dedi Dior yola bakarken.

Atımla önüne geçerken yanıtladım. “Sorun aramazsan sorun çıkmaz Diorsos.” Resmen beni sorunlu ilan etmişlerdi. Bu olaylar öncesinde benim el üstünde tutmaları, küçük yaşta zekamı ortaya koyduğum için yaranmaları, hepsinin bir yalan dönüşmesi… Ailem olarak bilinen kişilerden nefret ediyordum ancak son birkaç yıldır çocukluğumda, hatıralarımı kazanmadan öncesinde olduğu gibi Diorsos’a karşı duvarlarımı indirmiştim.

Sanırım hata yapmaktan asla vazgeçmiyordum.

Tapınağın bahçesine giriş yaparken atımdan inip bahar kutlamasından beri gelmediğim ve bir nebze olsun değişmeyen Tapınağa baktım. Güneşler içerisisinde parlayan adı gibi yıldırım motifleriyle kaplı iç duvarları oldukça zengindi. Sarmaşıklarla kaplı olan mermerden yapı size davetkar bir şekilde bakıyordu.

“İmparatorluğun varisine selamlar.” Sesin geldiği yöne dönüp gözlerimi Tapınak'tan ayırırken kısaca tebessüm ettim.

“Formaliteye gerek yok Jasmine.” Dedim Tapınağın cevabına karşılık verip, içeriye doğru ilerlerken. Tavanlar o kadar yüksek ve göz alıcıydı ki insan kendini karıncıdan farksız hissediyordu.

“Küçük varisler için üzgünüm. Eminim zor olmuştur.” derken dedikodulara vurgu yaptığını anlamıştım. Dük’ün ailesinin benim suçladığım ve katili de benim yakalayıp mahşere indirdiğim başkente hızlı bir şekilde yayılmıştı. Harsas ailesinde başka bir üye yokmuş gibi sürekli beni konuşmayı uygun buluyorlardı.

“Üzgün olmana gerek yok. Aslında zevkliydi.” Dedim Anna’nın kardeşinin çıkardığı sesler kulağımda yankılanırken. “Kontese tebriklerimi ilet lütfen. En kısa zamanda bebeği için hediye göndereceğim.”

“Düşünmeniz yeterli.” Ondan uzaklaşmadan önce mahcup sesiyle dediklerini duydum. Keşke dediği gibi düşünmem yeterli olsaydı ancak bundan çok daha fazlasına ihtiyacımız vardı. Koluma dokunarak taziyeleri ileten insanlar teşekkür ederek en önde olan yerime ulaştım. Böyle bir günde bile İmparator yatağından kalkmaya lüzum görmemiş, kendi torunlarının cenazelerine gelmemişti. Ancak oda haklıydı. Küçük varislerin ölümleri sadece başlangıçtan ibaretti.

Her ölüm peşinden yeni bir doğumu getirirdi.

“Lütfen hepiniz Küçük Varislerin ruhlarının göklere ulaştırmamız için toplanın.”

Rahibin sözleriyle birlikte çanların kız sesi salonu doldurdu ve uğultu kayboldu. Bense mutlak olarak yapılması gerek törenin bir an önce bitmesi için kimse yaptığımı bilmediğim duamı sundum.

Tekrardan odağımı kazanırken bu sefer tabutlara gözümü dikmiştim.Yuvarlak mabetin tepesi açık, tabutlarsa yerde tam ortasında duruyordu. Güneş ışığı iki küçük tabutun üzerine doğru vurmuşken mesafe bırakacak şekilde etrafında toplanan insanlar arkamıza doğru yığın oluşturmuştu. Böyle bir durumda bile Kraliyet ailesinin peşini bırakmıyor, en ufak karı bile kovalıyorlardı. Yaolis’le göz göze gelince dik bir şekilde ona baktım. Bu düşüncelerimi doğrular gibi soylularla konuşuyordu.

“Bugün burada.” Dedi rahip Yaolis’ten gözlerimin uzaklaştırmama yardımcı olurken. Halka oluşturmuş rahipler beyaz bir çember yapmış biçimde ortada bulunan genç rahibe dönmüşlerdi. Rahip bizim olduğumuz tarafa bakarak konuşmasına devam etti.

“İki masum canı yüceltmek için bulunmaktayız.”

“Yüce, yüce çok yüce!” Dedim diğer insanlarla birlikte. Kim olursa olsun yaratan kişiye karşı saygı için yüce ruhları yüceltilmeliydi.

“Değerli canları Harsas ailesinden, kökeni Yüce Talyos’dan gelmekteydi.”

“Şükran, şükran çok şükran!” Bu sefer törenin sesine katılmayarak dudaklarımı mühürledim. Şükran duymamı gerektirecek biri değildi.

“Şimdiyse hayatları ellerinden alındı.”

“Katil, katil, katil!” Derken insanların öfkeli sesi haykırırlarcasına gürdü. Bu kısım ölen kişilerin ölme şekillerine göre değişiklik gösteriyordu. Hastalıktan giden kişiler için şifa, uzun ömür yaşamış, eceli gelenler için huzur, öldürülen kişiler için katiline lanet edilmek adına katil diye haykırılırdı.

“Artık aramızda olmayan bu bedenleri birlikte göklere yükseltelim.”dedikten sonra arkasını dönüp ellerini iki yana açtı.

“Yüksel, yüksel, göklerle yüksel!” Siye seslendi göklere kalabalık rahibin konuşmasından sonra.

“Yıldırım Tanrısı bizimle, kendimi bu iki küçük Varisin rahmete kavuşması için göklere sunuyorum!” Demesiyle davulun ve çanın sesi artarken insanlar kollarını birbirine bağlamış halde sallanmaya başladı. Yanlış burada başlıyordu işte. Yıldırım Tanrısı? Öyle biri asla var olmamıştı. İnsanoğlu gerçekten çok saf ve yalanlarla yaşamaya çok müsaitti. Talyos, yıldırımla cezalandırıldığı için Yıldırım Tanrı diye bir varlık türetmişlerdi.

Acınası.

“Sunuyoruz, sunuyoruz küçük varisler için sunuyoruz!” Demeleriyle birlikte önümüzde halka oluşturmuş olan rahipler beyaz kıyafetlerini umursamadan bıçaklarıyla kestikleri ellerini sayesinde yerleri kana bulamışlardı.

“Bu kanlar yolunuzu oluştursun, cennetin kapısında bedeliniz olsun!” Dedi kendi elini kana bulayıp tabuta sürerken. Böylece topluluktan çıkan son sesle birlikte tören sonra ermişti.

“Bedel, bedel, ödendi bedel!”

Hızlıca rahiplerin bulunduğu tarafa gidip arkalarındaki kapıdan çıkmak için yürüdüm. Bu ritüelden nefret ediyordum. Hiçbir mantığı yoktu. Cenazeler ilk başlarda böyle yapılmıyordu. Ne zaman Talyos beni kurban etmişti işte o zaman işler değişmeye başlamıştı. Kana susamış bir halkı geride bırakmıştı.

“Bakın!” Diye bağırdı biri salonu aydınlatan ışıkla beraber. Ses beni durdururken arkamı döndüğümde gördüğüm manzara karşısında ben bile dehşete düşmüştüm. “Yıldırım, Tanrımız, varisleri kabul etti!” Diye bağırdı aynı ses. Ardından şimşeğin gürültüsü gelirken düşen yıldırım tabutların ortasına düşmüştü. İnsanlar panik halinde bağırırken rahipler başta olmak üzere çoğu kişi hislerinin üzerine çökmüş ellerin havaya hayranlıkla kaldırmıştı.

Güneşli bir günde inancı Yıldırım olan Tapınağa düşen yıldırım mı komikti yoksa bunun ritüelden sonra gerçekleşmesi mi? O kadar mükemmel düzenlemiş bir inanç gösterisiydiki neredeyse göz yaşartan cinstendi. Tabutların yanına yaklaşıp vermeyi unuttuğum çiçeği ikisininde beyazlığa bıraktım.

“Ah, prenses.” Dedi ritüeli gerçekleştiren rahip. Gözlerimi çiçeklerden alıp onun delicesine salanan başına garipçe baltım. “Küçük Varisler, gerçekten de kutlu cennete gitmiş olmalılar. Yıldırım…” dedi üzerimizdeki hala güneşli ancak bulutlarla dolu olan gökyüzüne bakarken. “Tanrımız onları, bizi kutsadı. İlk çiceği bırakan sizde şüphesiz bundan etkilendiniz.”

Birazda olsa sesli gülerek yere yıldırımın izi çıkmış zemine baktım. Beyaz fayansların arasında kararmış bir çukur oluşmuştu. Şüphesizki tapınak bu izi kullanarak daha çok insan kazanacaktı. “Öyle mi dersin rahip?” Gözlerim onun ardından bana bakan ancak kim olduğunu anlayamadığım kişiye odaklanmıştı. Asla bir insana ait olamayacak kırmızı gözleri ve gülen beyaz dişleri hariç siyahlarla kaplıyken bir anda onlarda kaybolmuştu. Yüceler meclisinin gözcüleri, belkide kendileri bizi takip ediyordu.

“Sen yinede çok umutlanma rahip. Tanrı beni sevseydi onlar yerine benim canımı alırdı.” Dedim arkamı dönerken. Etrafı, kırmızılıkları görmek için tarasamda hiçbir yerde onları bulamamamıştım.

Yüceler kesinlikle insanlarla oynamayı seviyordu.

Çimenlerden geçerek arka bahçeden çıktım. Atımı tutan muhafızın yanına geldimde beni selamladı. “Majesteleri.” Dedi yanıma gelen Ador’un adamlarından biri. “Komutamın bunu size vermem gerektiğini söyledi.” Derken elindeki rulo yapılmış küçük kağıdı bana uzattı ardından geri çekilip başını eğdi. Mührünü çözüp okumaya başladım. Ancak okunacak çokta bir şey yoktu.

‘Kaçın’

Ador’u mahkeme raporlarını toparlaması için göndermiştim bu da demek oluyor ki benim zarar göreceğim ve çıkış yolu olmayan bir olay meydana gelmişti. Yazı kesinlikle anlaşılamayacak şekilde karmaşık olan Ador’a aitti.

Kaçmalı mıydım yoksa savaşmalı mıydım?

Kaçmak beni daha çok suçlu durumuna düşürürdü. Ancak neyden dolayı yargılandığımı bile bilmiyorlardı. Kyle Dultars’tan başka bir şey mi öğrenmişlerdi? İfadesini değiştirmiş olabilirler miydi?

Bulunduğu zindana sadece benim iznim olanlar girebiliyordu. O zaman bana ihanet mi etmişlerdi?

Saysız ihtimal arasında kaybolmak, vakit kaybetmek anlamına gelirdi. Sakin olup elimdekileri kullanmayı bilmeydim

“Lina!”

Bacağımdan beni dürten Lex düşüncelerimin ortasına kurtarıcı gibi girmişti. Annemi gönderdikten sonra onu görmemiştim. Kızacağını düşünmüştüm ancak aradan geçen iki gün de bana ulaşmamıştı bile. “Gidelim!” Diye tekrar bağırdı. Panik içinde yanındaki siyah ata binerken . Ne olduğunu anlamadan hızla onu takip ederken dağlık araziyi yoldan değilde ağaçların arasından inmeye başlamıştık.

“Lex! Neden burdan gidiyoruz?” Dedim dalların yüzüme çarpmamısı için çekerken. Atını yavaşlatıp birazda olsa düz bir yola doğru ilerledi. İçimden ona söverken kardeşim olduğunu hatırlayarak sessiz kalmıştım.

Lanet herif.

“Günlüğünü bulmuşlar Kaliana. Bu da yetmezmiş gibi kanlı kıyafetlerin ve cinayetin işlendiği bıçaklar senin odandaymış.” Onu ilk defa böyle telaşlı görüyordum. “Tanrı aşkına, ne düşünüyordun ki!?”

Günlüğümde aslında çok bir şey yoktu ancak isimler ve yapılan anlaşmalar genel olarak tek sözcük halinde bulunmuş bir halde bulunuyordu. Üstelik çoğu eski hayatımdan olan eylerle alakalı karalamaladı. “Günlüğümden bir şey çıkaramazlar.” Dedim atımı durdururken. Şehre oldukça yaklaşmıştık. “Cinayetin Kyle Dultars’ın gerçekleştirdiğini ortaya çıkardık zaten. Daha neyi kurcalıyorlar?”

Atını bana döndürüp yaklaştırdı. Pelerinini kapüşonunu açarken ter içinde kalmış yüzün koluna sildi. “O kadar kolay olsaydı mahkeme toplanmazdı. İmparatorluğun en güçlü ailesini cinayetle suçladın Lina. Seni tuzağa çekmek için mahkeme kurdular. Sende aptal gibi inandın. Bunların hepsi…” dedi tören alanını olduğu tarafı göstererek. “Palavradan ibaretti. Kimse o çocukları umursamıyor. Onları suçlamak için daha güçlü kanıtlara ihtiyacın vardı. Üstelik o gece…” dedi gözlerimin içine bakarken.

“Ormana gittin öyle değil mi?”

Gözlerimi kaçırırken konuştum. “Ormana gitmem bir şey ifade etmez. Kanunları senden iyi biliyorum Lex. Ben de biliyorum daha güçlü kanıtların lazım olduğunu sadece şüpheli olduklarını ve tutuklanmaları gerektiğini söyledim.” Huysuzlaşan atı durdurmaya çalışırken içimi huzursuzluk kapladı. Bu kadar boş mesele nasıl bu denli büyümüştü?

“Mahkeme kurmaları gereksizdi.”

Alaycı bir şekilde gülüp burnundan solurken devam etti. “Gereksiz he? Gereksiz!” Bağırtısı küfürleriyle birleşirken sakinleşmesini bekledim. Hayatım boyunca çok az hata yapmıştım. Hatalar düzeltilebilirdi. Bu kadar ağır tepki vermesi gerekli miydi?

Dişerini gösterirken hırladı. “Kampı keşfetmişler!”

Sözleri kalbimin sıkışmasına neden olurken donarak kaldım. Bu kadar büyütmesinin nedeni başka bir suçun ellerinde olmasıydı. Üstelik bu suç idamı gerektiren bir suçtu. Mahkeme kurmak bile bir kibarlıktı. Kamp bizim tahta giden yolda en büyük hamlemizdi. Varis olduktan sonra bana tahsis edilen bölgede az da olsa kullanabildiğim güçümle görünmez olmasını sağlayan bir barikat kurmuştum. Mükemmel değildi ancak büyülerden arınmış dünyada ve de kılıç ustalarının uğramadığı bölge için gayet ideal bir önlemdi.

Buna rağmen keşfedilmişti.

“Şimdi anladın mı, kanun bilen?” Dedi öfkeli sesiyle. Kendime gelerek yutkundum. Havaya bir küfür savururken tekrar ona dönmüştüm.

“Sana kaç defa dedim bu kadar her şeye bulaşma diye? Bütün adamlarımızı esir almışlar, kampı ateşe vermişler Lina. Her şey bitti. Yılların emeğini siktiğim çocukları yüzünden heba oldu!”

Gözlerimi kapatıp bağırmasını karşılarken sesim kısık bir şekilde hatamı kabullenirken konuştum. “Napıcağız şimdi?” Dedim olayların nasıl olduğu önemsizken. Patika da yolunu atla beraber tekrar bulurken konuşmasını dinledim.

“Kargalar sana yol gösterecek. Başkentten uzaklaş. Ben bir şekilde ortalığı kollayacağım.” Dedi hızını attırırken. “Şuan önemli olan tek şey güvenliğin.”

İhtimaller ve olaylar kafamda dönüp dururken Diorsos’un dedikleri aklıma geldi. Markiz ve Dük gerçekten iş bilgi yapabilme ihtimali bu olayları destekliyordu. Üstelik Markiz’in Yaolisi desteklediği düşününce ve Dük’ün imparatorluğun danışmanı olduğunu göz önüne alarak çokta tuhaf sayılmazdı. Gerçekten bunu nasıl göz ardı edebilmiştim ki?

Dük, Markizi sevmese bile imparatorun köpeğiydi. Tabiki imparatorun en sevdiği oğlunu destekleyebilecek potansiyeli vardı. Bu olayların hepsi diyelim ki oğlu ve benim yüzümden oldu, yinede böyle büyük bir adım atması hiçte onluk bir hareket değildi.

Peki ben ne yapabilirdim?

“Dur!”

Aniden beynimde canlanan düşünceler aslında beyaz bir kitabın kanlı sayfalarını oluşturuyordu. Günün birinde yapacak olduğum faaliyetleri neden biraz olsun erkene alıp kendimi ve planlarımı kurtarmayayım ki?

Sırıtarak konuşmaya devam ettim. “Sence de çabuk pes etmiyor muyuz Lex?” Dedim cebimdeki anahtarı çıkarırken. “Oysa elimizde hala kozlar var.”

“Yine mi o paslı demir!” Dedi atını geri doğru sürüp ban ayaklaşırken. “Hayal dünyasından çık kardeşim! Bazen geri adım atmayı bilmen gerekir.”

Atımı yanında durdurup ona baktım. “Ve bazende tek yapman gereken ileriye varmak için doğru anahtarı kullanabilmektir.” Dedim devam ederek. “Zamanı geldi Lex. Yıllardır uğruna çabaladığım şeyler için harekete geçmemiz gerek.”

Gözleriyle beni ve anahtarı incelerken daha öncesinde yaptığımız konuşmaları anımsamış gibi kafasını salladı. “Ah, hayır Lina!” Dedi geri çekilirken. “Sana söyledim, Varis olmak istemiyorum!” Sinirle saçını savururken kaşlarını çatmıştı. “Varis olaması gereken sensin ki öylesinde! Neden benim tahta çıkamam konusunda bu kadar ısrarcısın.

Reddedişini red edip kafamı salladım. “Benim farklı planlarım var Lex. Tahtı onlara bırakamıyız ve bende tahta çıkamam.” Dedim rüyalarımı hatırlarken. Tekrar dünyada gözlerimi açtıktan sonra çok sayıda gelecek habercisi olan rüya görmüştüm. Çoğu 4, 5 yaşlarına kadar benim içn anlamsız olsada büyüdükçe gerçek benliğimi hatırlamıştım. Gördüğüm sanrılardan yola çıkarak bir çıkarımda bulunmuştum.

Tahtı onlara bırakmamız demek bizim ölmemiz ve biz öldükten sonra tekrar edecek büyük çoraklık demekti. Üstelik tahtı onlara vermemin anlamı öldürülüşümü kabul etmem gerektiği anlamına geliyordu. Bütün emeklerimin heba olmasına izin veremezdim. Onca yıllık çabalarım bir hiç uğruna gidemezdi.

Sıradan insanlar için üstelik.

Yanımızdan akan dereye bakarak konuştum. “Bana 5 kişi bulman yeterli.” Dedim düşüncelerimi toparlayarak.

Varislik yarışı asılında resmi olan bir durumdu. Bunun aklıma gelmesi geç olmuştu ancak bu da kabul edilebilirdi. Varislik yarışında bir varis diğer Varis’in yerini almak için onu ve ondan gelen soyunu öldürebilirdi. Tek kural ise mevcut İmparatorun prenseslerine dokunmamak ve varis statüsü kazanmamış bebeklere el sürmemekti. Yani babamın çocukları olduğumuz için eğer o öldürülürse bizde öldürülebilirdik. Ancak Varis olduğumuz için öldürülmek istenilirsek sadece biz öldürülürdük. Ancak bunu sadece başka bir Varis gerçekleştirebilirdi.

Bu durumda asıl olsun Urias’ın öldürülmüş olmasıydı. Çünkü onun varisliği 5 yaşına gelmediği için meşrulaştırılmamıştı. Yani onu öldüren Varis cinayetten yargılanırdı. Bu durumda beni yargıladıkları cinayet suçuda buydu.Törende iki canın alınması ise katillerin Varislerden biri olduğu bilinmediği içindi.

Lex tahminde bulunarak konuştu. “Hazine avına mı çıkıyoruz?” Derken psikopat kişiliği yüzünden gülümsemişti. Karga olduğu sözleriyle ortaya çıkarken sırıttım.

“Evet, üstelik büyük bir hane adına.” Derken biraz açıklayacı olmam gerektiği fark etmiştim. “Madem bizi cinayetle suçluyorlar o zaman biz de gerçek bir cinayet işleriz.” Dedim dudağımı ısırıp parmağımı kaldırırken. Aslında varis olduğum için bu gerçek bir cinayet sayılmayacaktı. Biz sadece idam yapacaktık.

“Üstelik bizi avlayanlar üzerinden.”

Biraz düşünüp bana baktı.“Kargaların çoğu görevde ancak sanırım bulabilirim.” Dedi gözlerini kısarak.

“Güzel. Bende o sırada kilidi getiriceğim.” Bir kez daha anahtara vurgu yaparken. Törenden çıkanların sesi yaklaşırken hareketlendim. “Ana sarayda bekliyor olacağım.” Dedim arkamı dönerken.

Arkamdan bağırtısını duyarken gülemden edemedim. “O demir parçasına çok güvenme Varis!” Dediklerine karşılık kafamı dönüp benden bağırdım.

“Öyle mi dersin Varis!” Diyerek dalga geçtim onunla.

Tahta giden yolda bizim önümüze engel koymak bizim için ancak bir basamak yapmalarına neden olurdu. Bizim için oluşturdukları basamakta emin adımlarla ilerlediğimden emin olacaktım. Çünkü ben Varis’tim ve bunu sonuna kadar kullanacaktım.

Başkentin hiç olmadığı kadar asker dolu sokağında, tezgahların arasına sızmış bir şekilde ilerlerken ormanda ki eve varmak üzere ilerledim. Belliki tören alanından ayrıldıktan sonra kaybolduğum çoktan saraya bildirilmişti ancak bu kadar hızlı haraket etmeli baştan beri planlarının bu olduğunu gösterirdi. Tahmin ettiğim gibi bunların hepsi bir tuzaktı. Ormanın derinlerine indikçe etraftaki insan sesleri azalmıştı. Lex’in ormandaki adamları artık burada bulunmuyordu. Orman da insanlara dair bir iz kalmamışken hayvanların daha çok meydana çıktığını hissetmiştim. Evi gördüğümde yavaşlayarak ilerledim.

Evin kapısında olan adam elinde çuvallar tutuyordu. “Hey! Her şeyi aldığından emin ol.” Dedi asabi bir sesle büyük ihtimalle içeride olan adama emir verirken. Halkta olduklarını anlayınca atımı bağlayıp hissettirmeyerek onlara yaklaştım. “Hava kararmak üzere acele et!”

Kendimi saklamadan arkasında durup konuştum. “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz?” Dedim sakin sesimle. Adam irkilerek bana döndü. Elindeki baltayı geniş omzuna atarak pis dişleriyle gülümsedi. Şişko bedeninden korkmamı istiyor gibiydi. Baştan aşağı beni süzdükten sonra merdivenlerden indi.

“Ormanda sesin gibi bir soylunun ne işi var güzelim?” Pişkince bana bakarken midem kasılmıştı.

Yüzümün buruşmasına engel olamadan kılıcımın kabzasını tuttum. “Gerçekten acelem var. Çekil şurdan.” Dedim son kalan sabrımla.

“Çekilmek?” Dedi bana yaklaşmışken. Takımımda olan zümrütleri tutarak konuştu.“Kıyafetlerine bakılırsa üst seviye bir şeysin ha? Bizimle gelmek ister misin? Sana iyi bakarız.”

Bende onun gibi gülümseyip kötü kokan nefesine daha fazla tahammül edemeden kılıcı kınanından çıkarmayarak kabzasını karnına geçirdim. Geri doğru savrulurken küfredip baltasını bana doğrultup üzerime atıldı. İşlemeli kınanı belimden çıkarıp kenara çekilirken artık arkasındaydım. Tek hamlede savurduğum kınan ensesine geçerken adam yere yığılmıştı.

“Sana çekil demiştim.” Dedim arkamdan gelen ses dönmeden önce. Cılız bir çocuk kendinden büyük bir torbayı yere düşürmüş içerisindeki evde bulunan malzemeler yere saçılmıştı.

Bir şey dememe kalmadan konuştu. “B-ben bir şey yapmadım. O beni zorladı. Onun kölesiyim ben gerçekten…”

“Tamam kes.” Dedim başım ses kaldırmadığı için. Yanına gidip kısaca torbaya baktım. Gümüş tavalar haricinde bir kaç parça kıyafet falan vardı. Aradığım şey burda olmadığını anladığımda çocuğa baktım. “Köle olman hırsızlık yapabileceğin anlamına gelmiyor çocuk.” Gitmesine izin verecektim ancak yaptığının yanlış olduğunu anlaması gerekiyordu.

“Özür dilerim.” Dedi başını öne eğerken. Yırtık giysileri onun evsiz olduğunu bağırır cinstendi. Ailesi olduğunu da pek düşünmüyordum. Derin bir nefes alarak hala bu ülkeden sorumlu insanlardan bir olduğum için sorumluluğumun hissiyatını takip ettim.

“Karga bar’ı biliyorsun değil mi?” Dedim ona bakarken. Meraklı gözleriyle hızlıca başını salladı. “Güzel. Şimdi oraya gidiyorsun ve çalışana beni Lina gönderdi diyorsun. Onlar sana yardımcı olacak.”

Hızlıca evden uzaklaşmadan önce umutla bana baktı. “Abla, teşekkürler!” Dedi elini sallayıp. Bende ona elimi salladıktan sonra daha fazla oyalanmayıp içeriye girdim. Evin her yeri dökülmüş ve karıştırılmıştı. Yerdeki eşyalara basarak Lex’in odasına geçtim. Burasıda diğer yerler gibi karıştırılmış; çekmeceler açık ve dökülmüş, kıyafetler ise yere saçılmıştı. Bütün karmaşanın arasında pencerenin önüne gidip yere eğildim. Döşemenin üstündeki eşyaları kenara iterek tahtadan döşemeye baktım.

İşte geleceğimizin kapısı buradaydı. Derin bir nefes alıp hançerimi çıkardım ve biraz zorlayarak döşemeyi kaldırdım. Tahta parçaları birbirinden ayrılarak dikdörtgen şeklindeki derin bölmeyi açığa çıkardı. Vakit kaybetmeden bölmedeki sandığı çıkarıp yere koydum. Dışardan bakıldığında tahta kutu, demir işlemeleriyle birlikte sıradan görünsede üzerinde bulunan kilidin ardındaki gizemi saklıyordu.

“Lütfen bana yardım et.” Dedim fısıltılı sesimle anahtarı elimde tutarken.

Kilidi hızlıca açıp yıllar önce bıraktığım şekliyle bulunan demir taca baktım. Sıradan halkanın üç sivri çıkıntısı bulunuyordu. Bu üç çıkıntı eski Wordilya İmparatorluğunun kuruluşuna katkı sağlayan üç büyük haneyi simgeliyordu. En ortada bulunan Word ailesi diğerlerinden daha üst ve görkemli bir şekilde konumlandırılmıştı. Bu taç hanedanlığın şükran simgesiydi. Aynı zamanda Word hanesinden geldiğinizin bir işaretiydi.

Günümüzde ise Harsas hanesine mensup olduğunuzun kanıtı niteliğindeydi.

İşte asırların monarşisi böylece taçta gizlenmişti. İmparatorluğun ölüp bitti İmparator Talyos’un kitaplarda ve heykellerde resmedilip işlendiği bu taç uzun zamandır elimdeydi. Ölmeden önce Talyos’dan monarşisinin simgesi olan tacı çalış kimsenin bulamayacağı bir yere saklamıştım çünkü.

Tacı yerdeki pelerinlerden birine sarıp dışarı çıktım. Yerde yatan adamı öylece bırakıp atıma yöneldim. Bügün Lex’in varisliğini ilan edecektim. Öyleki kimse buna karşı çıkamıyacak herkes bize saygı duymak zorunda kalacaktı. Nasıl Tirad’dan savaş alanında ve kendi soylularına yaptıkları yüzünden saygı duyuyorlarsa bizede duymak zorunda kalacaklardı.

Bügün Harsas İmparatorluk tarihinde ilk kez bir Tiran’ın doğuşuna şahit olacaklardı.

Sanrım yazarken en çok zorlandığım iki bölümden biriydi. Lakin aynı zamanda en sevdiğim olabilir.

Bölüm hakkında düşüncelerini merak ediyorum? Yeni Tiranımız gerçekten var olabilecek mi?

İnstagramdan beni takip edenler öğrendi bile :)

İnstagram: lovelylover157

Loading...
0%