Yeni Üyelik
9.
Bölüm

9.Bölüm: Yıkımın Çağrısı

@lovelylover

9.Bölüm: Yıkımın Çağrısı

Tirad’ın gitmesinin üzerinden neredeyse üç ay geçmişti. Baharın bereketi kutlamalarda olduğunun aksine görkemli gelmemiş halk vergilerden dolayı kırılmıştı. Buna rağmen Stray Saray’nın erkanı Güneşin doğuşunu her gün iç bahçede müziklerle karşılıyor yemekleri bir kaşık alıp bırakarak ziyan ediyorlardı.

Üst avludan aşağıda bulunan Prenseslere, Kraliçelere ve küçük varislere ayrıca saray dışından katılan üst düzey birkaç soylu hanıma bakmayı son verip davet edildiğim eğelenceye inmemeye karar verdim. Müsriflikleri basketin dört bir yanında duyulmaya başlamıştı ancak hasta imparatorumuz olaylara müdehale edemiyordu.

İmparator, son tapınak etkinliğinden bu yana, Gökler sanki bana yaptığı şey yüzünden onu cezalandırmış gibi yataktan ayrılamamıştı. Bence bu fırsatı değerlendirerek hem Ateş’in dansını öğrenmeyi hızlandırmış hem de yapılan toplantılara daha fazla katılma fırsatı elde etmiştim. Politik olarak ilerlemelerim güçlenmekte olan bir Krallığın müstakbel Kraliçesi olamamdan dolayı hız kazanmıştı.

Benimse dedikleri gibi Müstakbel Kraliçe olup burdan gitmekten başka isteğim yoktu.

“Prensesi selamlarım.”

“Seni burda görmek…” dedim gülümseyerek Anna’nın abartılı elbisesini süzerken. “Hiçte sürpriz olmadı.”

“Sizin her zamanki gibi kaba olmanız…” dedi onun aksine erkeklerin tarzında olan bir takım giyen beni süzerken. “Oldukça tanıdık.” İkimizde birbirimize bakıp gülerken kurtarıcım olan Torin’i duyduğuma şükrettim.

“Majesteleri gitmemiz gerekiyor.”

Elimle yanımda bulunan kızı işaret ettim. “Duydun mu gitmem gerekiyor. Malum siz burda eğlenirken birilerinin bu devleti yönetmesi gerekiyor.”

“Nişanınızı!” Dedi sesini yükseltip arkamdan konuşurken. “Tebrik etme fırsatı bulamadım majesteleri. Gerçi tebrik mi etmeliyim üzüntülerimi mi dile getirmeliyim bilmiyorum ancak bu durumda devlet işlerine değil düğüne hazırlanmanız daha mantıklı olmaz mıydı? Sonuçta artık bu hanedanın parçası olmayacaksınız. Üstelik Tara gibi bir yerden söz ediyoruz.”

“Kendinizle alakadar olun Leydi Dultars.” Dedim kafamı arkaya çevirirken. “Malum kendinizden 50 yaş büyük biriyle evlenmek üzeresiniz. Bu durumda size üzüntülerimi iletmek istiyorum.” Bana yaklaşmış olan bedenine bu sefer ben yaklaştım. “Ancak merak ediyorum. Harsas ailesinin bu denli genç Prensleri varken neden sizin gibi bir aileden gelen Leydi kırsal kesimden yaşlı bir soyluyla evlendiriliyor ki?” Konuşmadan önce bu sefer kulağına eğildim. “İnsanın aklına olur olmaz şeyler geliyor. Sağlığınıza dikkat etmenizi tavsiye ederim.” Diyip tatmin olmuş bir şekilde kızarmış yüzüne baktım yanından uzaklaştım. Benle uğraşmadan önce kendine bakması gerekirdi.

Anna Dultars üç aylık hamileydi. Kimsenin haberi olmayan bu bilgi ailesinin hizmetçileri tarafından aylık döngüsü üst üste aksayınca ortaya çıkmıştı. Atar topar akademiden alındıktan sonra evlilik haberleri sosyeteye bomba gibi düşmüş, dördüncü evliliği Anna ile olacak olan zengin bir vikont ile nişanlandırılmıştı. Ancak öğrenemediğim tek şey babasının kim olduğu olmuştu. Lex’in bile ulaşamadığı bilgi beni daha da meraklandırıyordu.

“Ana saraya mı gideceksiniz Prenses?” Torin’in sözleriyle arayın dışında olduğumu fark ettim. Ne yapmalıydım? Akademi çoktan bitmişti ve ben derslerin hepsini toplantılardan dolayı ekmiştim. Yinede o toplantılarda şimdi bitmişti ve evrak sürecine girmiştik. Yani benim yetkili olmadığım konulara. Yinede sanırım yapabileceğim birkaç konu vardı.

“Bu hafta izne çıkabilirsin Torin. Çalışmalarının ödülünü alacaksın.” Diyip arabaya bindim. “Merkeze gidiyorum gelmek ister misin?”

Gözleri mahcubiyetle yere inerken kafasını sallayıp o da araya binmişti. Geçen süre boyunca beni takip etmiş ve asistanlık görevini üstlenmişti. Benim yanımda olduğu için midir bilinmez biraz olsun olgunlaşmış ve sivri dili törpülenmişti.

“Majesteleri müsait olursanız bu bir haftalık süre içerisinde bizimkilerle çay sohbeti düzenlemek isterim.” Sarayın taşlı yolları arabayı sararken onu onayladım.

“Dilediğin gibi yap ancak yarın işlerim var.” Derken o da beni onaylamıştı.

“Merkezde ne yapmayı planlıyorsunuz?”

“Birini ziyaret edeceğim.” Dedim gözlerimi kaparken.

“Kimi?”Meraklı sözlerine karşılık ona bakarken gereksiz bir soru sorduğunu anlamıştı. Başını eğerken konuşma gereği hissetmemiştim. Sonuçta günlerimi bir nebze olsun rahat geçirmişsem bu onun sayesindeydi.

Şehre yaklaştıkça insanların sesi artarken perdeyi aralayıp işlerini yapmakta olan inşalara baktım. Sıradan hayatlarının arasında yaşam mücadelesi verirlerken aslında çokta farkımız yoktu. Sadece toplumun doğuştan bize verdiği sıfatlara sahiptik.

Soylu ve de halk.

Bulunduğum pozisyon bu ikisindende oldukça üstün olması bir kenara dursun ruhum bundan çok daha ötesine aitti. Güneşin parlattığı gökyüzüne baktım.Benim ruhum göklere aitti. Merkeze vardığımızda Torini ve arabacı’yı gönderdikten sonra kendime bir at kiralamış ve ormana inmiştim. Tanıdığım patikalardan hızlıca geçerken başkentin sırlarına geldiğimde göle yakın olan açıklık arazide atımı durdurarak önümde beni fark etmemiş olan kadını izledim. Siyah saçları elindeki tavşanla tezatlık oluştururken yaşlı gözleriyle gülümsüyordu. Atımdan yavaşça inerek ona yaklaştım.

“Demek geldin.” Dedi hüzün dolu sesiyle arkası bana dönükken.

“Geldim.” Dedim ona daha çok yaklaşarak. Ayakta dururken altımda çömelmiş bir şekilde elinde tuttuğu tavşana bakarken konuştum.“Yeni bir evcil hayvan mı alıyorsun?”

Tavşanı yere bırakırken bizden uzaklaşan beyazlığın diğer tavşanlara katıldığını gördüm. Ailesi olmalıydılar. “Ailesi olan hiçbir varlığa elimi sürmem kızım.” Dedi arkasını dönerken. Yorgun elini yüzüme getirerek yanağımı okşadı. “Ne kadar büyümüşsün.” Elleri gözüme kaydı ardından. “Atalarına benziyorsun.” Sözlerini bitirmediğini anlayarak konuşmadım. Eli bu sefer at kuyruğu olan saçıma inmişti. “Ve de bana.”

Elini kendimden uzaklaştırırken tutmayı sürdürdüm. “Beni doyurmayacak mısın anne?” Sözlerime karşılık yüzünde güller açarken bir çocuk gibi beni peşinden sürükleyerek küçük ama bir o kadarda büyük olan evine çekti beni. Bu sırada kendi kendine konuşuyordu.

“Ah ne yapsam ki? Çorba. Çarba yapayım. Sen çorba seversin. Yanına. Yanına da yağlı ekmek yersin. Ah bi de..” Derken ayakta duran bana çarptı gözleri. Kolumdan çekip beni sandalyeye oturttu. “Sen otur şimdi. Annen sana güzel yemekler hazırlayacak tamam mı bebeğim?” Dedi alnımı öpüp. İçimi dolduran sıcaklıkla savaşırken dolan gözlerimi geriye atıp başımı salladım. Aradan geçen süre boyunca yıllar içerisinde bir nebze değişmeyen evi ve onun yemek yapmasını inceleyerek geçirdim. Evin her yerinde onun izleri mevcuttu. Diktiği danteller, örgü battaniyeler, benim ve Lex’in duvarda asılı olan ilk kılıçları… Elimdeki yüzüğe bakarken kabullenmek zorunda kaldım. İnsan olmak demek eşyalara ve nesnelere bağımlı olmak anlamına geliyordu. Bu ev bunun basit bir örneğiydi sadece.

“İlaçlarını alıyor musun?” Dedim önüme koyduğu kırmızı çorbayı içerken. Benim ondan alınmama ve babamın davranışları onda aranma yaratmıştı. Bunun sonucu olarakta bazen geçmişte yaşadığını düşünüyordu, çoğu geceler uyuyamıyor ve de uyur gezelerliği ile ortalıkta dolanıyordu. Başlı başına ormandanda özellikle başkente bu kadar yakın bir yerde yaşması tehlikeli de olsa korunduğunu bildiğim için sorun teşkil etmiyordu.

Sonuçta yıllar önce ölmesi gerek biri hala yaşıyordu. Kimseye zararı olmayan hasta bir kadına kim ne yapabilirdi ki?

“Alıyorum.” Dedi üzgün bir şekilde. “Ama almak istemiyorum. Lina söylesene bana o iğrenç şeyi vermesinler!” Çocuksu sesine bakıp buruk bir şekilde gülümsedim. Güçlerimin düzeltemeyeceği nadir şeylerden biri psikolojik rahatsızlıklardı. Onlar insanoğlunun kendi yarattığı kurgulardı. Göklerin bile bunu iyileştirebileceğinden emin değildim.

“İçtiğin günler daha huzurlu geçmiyor mu?” Dedim anlayışlı bir sesle. Ancak nedenini bilmediğim bir şekilde aniden önümdeki çorbayı eliyle yere doğru fırlattı.

“Hayır!” Dedi gözleri sonuna kadar açılarak. Yakama yapıştığımda tek yapabileceğim onu dinlememdi. “Başıma ağrılar giriyor, ne olduğunu hatırlayamıyorum. Bu beni deli ediyor anlıyorsun değilim Kaliana? Neden burda olduğumu bilmiyorum. Saraya, evime gitmek istiyorum. Bebeğimi istiyorum. Ben-”

“Şttt… Leydim, geçti.” Diyen adam yakama yapışan iki eli arkasından kollarıyla engelleyip onu kendine doğru çekti. “O sizin kızınız. O burda. Yaşıyor. Bebeğiniz burda.” Dedi sakinleşmeye başlayan kadını kollarının arasına alıp içerdeki odaya götürmeden önce. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Lanet Harsas ailesi bir insanın daha hayatını karartmıştı. Hanedanlık böyle bir şey olmamalıydı. ELimdeki yemek kabını tezgahın üzerine bırakıp arkamdan gelen sesle durdum.

“Lütfen bırakın ben hallederim.”

Arkamı dönerek sağlam yapısı olan uzun boylu adama baktım.“Hala burdasın demek Teymen.” Dedim sandalyeye geri oturarak.

“Hayatımı Leydime adadım. Son nefesime kadar onunla olacağım.” Derken bezle yere dökülen çorbayı silmeye başlamıştı. Gülerek bunu şakaya vurdum.

“Sanırım Ador’dan bunu beklemem bir hata olur.”

“Siz Leydimden daha güçlü bir kadınsınız. Eminim bana ya da başkasına ihtiyaç duymazdınız.” Derken elindeki besleri tekrar tekrar yıkıp yeri temizlemişti.

“Öyle mi dersin?” Dedim aklıma geçen haftalar boyunca olan bayılmalarım aklıma gelirken. “Durumu daha çok kötüleşmiş. Lex’den bir şeyler duymuştum ancak bu kadar olmasını beklemiyordum.” Elimdeki bardakla oynarken anılarımdan konuştum. “Onunla çok vakit geçirmesemde nazik bir insan olduğunu hatırlıyorum.”

“Leydim hala nazik bir insan.” Dedi savura yaparak.

“Tabi şüphesizki öyle.”Düşüncelerimi toparlarken buraya ne için geldiğimi hatırladım. Lex’in şehir dışında oluşunu fırsata çevirmem gerekliydi. “Burdan ayrılmanız gerekecek.” Dedim tek düze bir sesle. Soru işaretleriyle kaşlarını çatarken buruşuk alnı ortaya çıkmıştı. “Yakında başkent karışacak. Bunlar gerçekleşmeden burdan gitmeniz iyi olur. Belki… Doğu’ya?” Aklıma Tirad gelirken adamın cevabını bekledim.

“Nedenini öğrenebilir miyim?” Dedi yumruklarını sıkarken.

“Sadece emirlere uy muhafız. Ne kadar çok bilirsen o kadar çok ölüme yakın olursun.” Sözlerim onu dinginleştirirken ayağa kalktım. “Bir süre dinlensem olur değil mi?”

“Burası sizinde eviniz Leydim. Rahatınıza bakın.” Dedi formalite icabı sorduğumun farkında olarak. Lex’in odasına girip yatağına uzandım. Gerçekten yorucu günler bitmiş ve daha yorucu olanlarına gebe olmuş gibiydi.

Gözlerim karanlıkta aralanırken ışık bulmak umuduyla etrafımı yokladım. Sonucunda hüsrana uğrarken güçlerimle oluşturduğum ışığın izinden ilerleyip odadan çıktım. Yan odada bulunan kapıyı açıp baktığım annemin olması gereken yerin boş olduğunu fark etmiştim. Sadece o da değil. Kılıçlarımızda gitmişti. Masanın üzerindeki notu alırken alayla güldüm. Anlaşılan muhafız sanılandan daha çok söz dinleyen biriydi. Lex’in bana diyeceklerini umursamadan bıraktığım atımla birlikte saraya doğru hızla ilerledim. Sonuç olarak burda büyük olan bendim. Beni takip etmek zorundaydı.

“Ah! Majesteleri, felaket, felaket oldu.” Dedi sarayımın cücesi atımdan inerken. Görevliye atı bırakıp ona döndüm.

“Ne felaketi Pot? Adam akıllı anlat.” Dedim etrafımda çoğalmaya başlayan saray erkanına bakarak.

“Prensler, Urias ve Varis İlos. Katledildiler. Felaket majesteleri felaket.” Dedi korku dolu bir şekilde yerinde zıplarken. Gülerek bakışımı indirdim. Ah tabi ya, yolda hissettiğim kişiler o olmalıydı. Keskin kan kokusu ve de tanıdık toprak kokusu. Karanlık geceyi ay bile aydınlatamazken bulunduğum durumun farkına varıp hızlıca atıma bindim.

“Ador beni takip et!” Dedim atı hızlandırmadan önce bağırırken.

Kimsenin oyununa düşmek gibi bir planım yoktu. Yaptıkları planları bozacak gerekirse hepsini yok edecektim. Asırlardır bana yaptıkları gibi bende onlara acımayacaktım.

Çünkü bunu hak etmiyorlardı.

Yalanlar kanlı gelecekleri doğururdu. Kanlı gelecekler ise başka insanların hayatlarını kana bulardı. Aynı bizim döngümüz gibi bu da kısırlaştırılması zor ancak daimi bir oluşumdu. Tabi işin içerisine Tanrısal güçler dahil olmadığı sürece. Birtakım insanların güçleri bağlı oldukları sahiplerinden gelirdi. O insanların Tanrıları sahipleriydi.

“Y-öhöm öhö…” derken ağızından gelen kanlarla konuşmasını yutmak zorunda kaldı. Başını öne doğru eğerken gözleri bana doğru dönüktü. “B-ben sadece emirlere uydum. 0-onun kim olduğunu bilmiyorum. Bana inanın! Bir şey bir… AHH!!” Sözlerini suyun gücünü kullanarak kanını bükerken kestim. Çığlıkları taş duvarlarda yankılanıyor ve kulaklarımı tırmalıyordu. Yüzümü buruşturup ona yaklaştım. Açık ara deliller varken bunu söylemesi… Gerçekten hayatına hiç değer vermiyordu “Kyle değil mi?" Ellerimi hareket ettirirken konuştum.

“Bu güç.” Dedim önünde çömelip parmaklarımı gösterirken.“Bu güçle vücudunda bulunan her bir damla kanı kontrol edebileceğimi biliyor musun Lort Dultars?” Anna’ya benzer sarı saçları kana bulanmışken Anna’yı da böyle hayal ederken buldum kendimi. Gülümseyerek bu düşüncemi dile getirdim. “Anna Dultars.” Diyince baltası gibi açılan gözleriyle bana baktı. Kanlı dişleri arasından bana bana müdehale etmesini izin vermeyerek devam ettim. “Geçtiğimiz dönem benim sınıfımdaydı.” Gücümü biraz daha uygulayınca sanırım kaburgalarının kırılmasına neden olmuştum. Bağırtıları artık bir canavarı andırıyordu. “Merak ediyorumda acaba senin yerine kardeşini mi almalıydım? Konuşturması daha kolay olurdu.”

“Anna ya dokunma lanet Cadı!” Bir anda ayağa kalkıp gırtlağına yapıştım. Kırılan kaburgalarına rağmen onu dik durmaya zorlamıştım.

“O zaman cevap ver! Ilos ve Urias’ı öldürme emrini kimden aldın?!” Dememle birlikte kanlı öksürüğünün yüzüme gelmesi aynı anda olmuştu. Beyaz takımım iyiden iyiye mahvolmuş yeriye üzerimde sadece gömlek, pantolon ve botlarım kalmıştı. Gerçekten nefret ediyordum. “Ador!” Dedim dışarıda duran muhafızıma seslenerek. Gıcırtılı tahta kapı açılırken ona bakmadan konuştum. “Anna Dultars’i buraya getirin.” Psikopatca sırıtıp adama baktım. “Bakalım hamile kardeşinin, gözlerinin önünde karnının deşilmesine nasıl tepki verecek?”

“Emredersiniz.”

“Bekle!” Dedi Ador’la aynı anda konuşarak. Tutuşumu bırakarak bacaklarının arasından geri adım attım. “Konuşucam. Ama bir şartım var.” İnlemesi konuşmasını zorlaştırdığını anladığım için gücümle kanayan yerlerine destek oldum.

“Şart koşabilecek durumda olduğunu mu sanıyorsun?” Dior’un arkamdan gelen sesiyle birlikte. Hızlıca yanımdan geçerek adama yumruklarını geçirmeye başladı. Çok vakti kalmadığını biliyordum. Ancak bu vakit her ikisi içinde geçerliydi. Bize lazım onlan kişinin hayatta kalması onun ölmesinden daha önemliydi. Hızlı davranıp Dior’u zayıf omzundan tutarak geriye doğru itekledim. Yere düşerken bende sandalyede zar zor duran adamın yanına gitmiştim.

“Aptal mısın!” Derken adamı gitmeye başlayan gözlerine baktım. “Hey! Bana bak. Konuş, ne istiyorsan yapmaya çalışıcam. Emri kimden aldın?”

“B-ben.” Kaymaya başlayan kafasını tuttum. “Kim olduğumu saklayın.” Dedi fısıltıya dönüşen sesiyle.

“Kim olduğunu saklıyacağız. İsim ver!”

Beyaz teni kanlı dolunaya benzerken mavi gözlerinin ışığı gitmişti. Ellerindeki parmakların her bir tırnağı sökülmüşken ona bir soylu diyemezdiniz. Ancak bu adam sosyetenin prensi olarak tanınıyordu. Yere düşen bedenini ayağımla ittirip yüzünün bana dönemesini sağladım. Oynattığı ağızından bir şey anlaşılmadığı için eğildim.

“Dük.” Dedi son nefesiyle. “Dük Persiona.”

Ölmemesi gerektiği için onu biraz iyileştirmiştim. Şuan sadece baygın olduğundan emin olup ayağa kalktım. Bana bakan iki adamın biri şaşırmış biri ise öfkeyle birlikte kafa karışıklığına sahipti.

“Duydunuz değil mi?” Dedim Ador’un bana uzattığı ıslak bezle kanlı ellerimi silerken. Ellerimdeki kırmızılıklar saatlerce burda kaldığımı resmeder gibi bezle kanları geçimeye yetmemişti. Bezi yere atarken muhafızıma döndüm. “Ador. Hemen Dük Persiona ve hanesini, kraliyet ailesine suikast ve 2 varis’i öldürme suçundan tutuklayın. Yanına fazlaca adam al. Persiona hanesinin askerleri sayıca fazla ve güçlülerdir. Ayrıca şu herifi de benim yerime kapa.” Başını eğip çıkarken dışardaki adamlarına verdiği emirle adam ayakları ve kollarından tutulup dışarı çıkarıldı. Hücrede kalan son kişi Ailenin son iki Varisi olan bizlerdik. Dior’un yere çömelmiş bedeni kanlı bedenin olmuş olduğu yere odaklanmışken ayağımla ayağını vurup dengesini sarstım.

“Hey!” Dedim kendine gelmeyince. “Kıçını kaldırım kardeşlerinin intikamını mı alacaksın yoksa karalar bağlayıp oturmaya devam mı edeceksin abi?”

Gözündeki yaşları silerek duvardan destek alıp kalktı. Kızarmış beyazlıkları çökmüş gözleriyle uyum sağlamıştı. “Sen.” Dedi çatallaşmış sesini öksürüp düzeltirken. “Sen onu durdurabilirdin öyle değil mi?”

Bunu demesini beklemiyordum ancak yinede güldüm. “Bilmem. Sence durdurabilir miydim?”

“Kaliana!” Diye bağırdı boğazıma yapışıp beni duvara vururken. “Sen ne istiyorsun?! Onlar senin kardeşindi!”

Kahkahalarım bütün zindanı doldururken ayaklarım Dior yüzünden yerden kesilmişti. Yinede aldırış etmeden son derece emin bir şekilde konuştum. “Hayır. Onlar senin kardeşindi.” Dedim göğüsüne koyduğum ellerimle onu üzerimden iterken. “Sorumluluk almamı istemiştiniz. Bende aldım.” Hücreden çıkmadan önce son kez konuştum. “Persiona hanesinin devrini sonsuza kadar kapadım. Minnettar olmasınız abi.”

Bunların hepsi blöften ibaret olsada durumuma tam olarak oturmuştu. Kötü kadın rölünü almamı isteyenlere artık karşı gelmeyecektim. Kaderin bir cilvesi olsada iyi olma çabalarım bügün itibaren tamamiyle yok olmuştu. Evrenin çağrısına yanıt vermem gerek zaman dilimdeydim. Yücelerin temel özelliği olan bencillik ve tanrısallık tekrardan benim için mücahedele ediyor gibi hissediyordum. Bense çağrısını kabul etmeye karar vermiştim.

Artık sadece yıkım için yaşayacaktım.

İnstagram hesabım lovlyelover157 takip edebilirsinizz

Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, peki ya neler olacak??

Diğer bölümde görüşmek üzere, hoşçakalın.

 

Loading...
0%