@lunariseylem
|
- GİRİŞ - Uzun zaman önce ben daha küçük bir kız çocuğuyken pek derdim yoktu. Kendi kendine yeten bir çocuktum. Çok konuşurdum mesela, çok hevesliydim. Çok hayal kurardım, çok severdim ait olduğum yeri. Sonra bir şey oldu ve ben o eski çocuk olamadım. Yüzümden silindi gülüşlerim. Sesim konuşmamaya yemin etmiş gibi terk etti beni. Kurduğum hayaller, içim de biriktirdiğim onca heves uçup gitti ve ait olamadım bir daha. Yetemedim de kendime, tükenip durdum. Başımı kaldırdığım koca gökyüzü yas tutmadı benim için, şefkatini aradığım toprak ana döndü sırtını. Yalnızlığa terk edilen bir eşyaydım ben. İhtiyaç duyulmayan ama var olan o eşya. Kader deyip geçmek çok koydu ama kaderimdi işte. Zamanında birilerinin yaptığı hatayı onlar değil ben çekiyordum. Var olmaması gereken bir evlilikten dünyaya gelen o yasak bendim. Bir ucube, bir soytarı, bir hata.. Wirana'da ileri gelen klanlardan birinde Dünyaya geldim. Bir cadı klanı; Wirana'nın en güçlü cadılarını yetiştiren, alt- üst diye ayrıştırılan bu klanda annem saygın bir meclis üyesiydi. Güzeldi, güçlüydü ve her şeyden önce zekiydi. Wirana dünya kurallarına aykırı gelmiş olsa bile bu klanının ona sırt çevirmesine neden olmadı. Hâlâ meclis de bilge cadıydı, çoğu cadı ona taparken ben bir köşe de öylece oturur onları izlerdim. Çünkü ben sevilmiyordum, istenmiyordum aynı şekilde de aşağılanıyordum. Babama gelecek olursak onu hiç tanımadım. Buna layık olmadığımı düşünmüş olmalı ki hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Ne isim ne de hakkında en ufak bir bilgi. Annemin hamile olduğu süre boyunca yanında olan bu adam doğumuma yakın bir zaman da bizi terk etti. Gerçi ne olmasını bekliyorduk ki? Yasak olan bir evliliğin ebediyete kadar süreceğini mi? Herkes bilirdi; burada her tür kendi türüyle evlenirdi. Bir cadının bir kurtla evlenebilmesi için bir mucize olması gerekirdi. Bu da imkansızdı. Tabii bana kadar... Wirana; gecenin hüküm sürdüğü bir dünyaydı. Efsanelerimiz, destanlarımız ve birden fazla farklı türle muazzam bir cennetti. Her zaman olmasa da barışın yer yer uğradığı bu dünyada herkese ait bir şey illa ki vardı. Bense çok başka çok farklıydım. Uyum sağlayamıyor, aidiyet duygusu geliştiremiyordum. Ailem yoktu, eşim dostum diyebileceğim bir kişi bile yoktu. Kendi kendine geçinmeye çalışan bir zavallıydım. Kimse sevmezdi beni, görmek istemezlerdi ki zaten öyle görünmeye çalışan bir insan da değildim. Sadece saygı duysalar, beni de bir birey olarak görseler yeterdi. Annem bile bana yapılanlara adam akıllı bir çözüm üretmiyordu. O varken kimse bir şey yapamıyordu ve tahmin edeceğiniz üzere bu sadece orada kalıyordu. Kaç kez darbe yedi bu aciz vücudum. Kaç kez ruhum parçalandı sözlerle. Kaç gece yaş döktüm ve kim bilir kaç kez ah ettim. İç çeke çeke uyuya kaldım. Yeri geldi nefesim bile bana ihanet edip içimi yaktı. Ama vazgeçmedim demeyeceğim size. Çünkü ben hiç savaşmadım. Ben Tayeçe Yıldırım Wirana cadı klanı var olmayan üyesi alt- elemental cadıyım. Ülkemizin var olan sistem ve anlayışına ters bir evlilikten dünyaya geldim. Kendi klanım da olmak üzere istenmeyen o kişiyim. Varlığımın yok sayıldığı bu dünyada hesabını sormadığım her şeyin, gözümden akan her yaşın hesabını bir bir sormaya geleceğim. Korkan değil korkutan olacağım. Ve ne olursa olsun hırsımın beni ele geçirmesine izin vermeyeceğim. Bu benim hikayem, bu içimde ki yok sayılan kız çocuğunun hikayesi. BÖLÜM BİR -Yasakların Ağır Yükü- Ana meydana ilerleyen yolda kalabalığa karışmadan bir köşede bu büyük günün ön konuşmasını yapmaya hazırlanan anneme diktim gözlerimi. Beni görmeyen onlarca göz onu çevreledi, bir meleğin sesini andıran naif sesiyle konuşmasına başladı. Sözlerinin ardında fısır fısır övgülerin beni boğmasına ilk kez engel olarak kalabalıktan çıkmayı cesaret ettim. Kalabalığı bölmeden yarıladığım da fark edilmemek işime yaradı. Ancak düşündüğümün tam tersi oldu. İçlerinden birinin kibirli sesi kalabalığın susmasına, annemin konuşmasının bölünmesine neden oldu. "Bilge cadı, bu özel günde konuşma yaparken sen nereye gidiyordun canım?" Tüylerim diken diken oldu. Sessizliğin içinde bir tek onun sesi duyuluyordu. "Ah! Tayeçe neden hâlâ burada olduğunu anlayamıyorum. Sen gitmiyor muydun?" Loris. Hani şu her yerde yanındaki etüleri olmadan bir halta yaramayan, işi gücü birilerine çatmak olup, üç kuruş etmeyen yarım egolarını tatmin etmeye çalışan o kız. Lanet sesin de her zaman ki tını var. İğneleyici, aşağılayıcı... Sırtım ona dönükken bel boşluğuma yediğim tekmeyle yere düştüm. Dün gece yağan yağmurdan dolayı çamurlaşmış toprak her yerime bulaştı. Öfke tüm bedenimi sararken, kendimi sakinleştirmek için hiçbir şey yapmadım. Artık canıma tak etmişti. Öfkeyle ve büyük bir çeviklikle ayağa kalktığım da üzerimi temizledim. Derin derin nefesler alıp veriyordum ve şakağım fena halde zonkluyordu. Üzerime yediğim bir ateş topu afallamama neden oldu. Bir kukla ile oynuyorlarmış gibi oynuyorlardı benimle. Boğazımı acıtacak kadar bağırdığım da tezahürat yapan tüm Cadılar sessizleşti. Herkesten sakladığım güçlerim açığa çıkarken bağırmamdan ötürü bir ses dalgası hepsini yere serdi. Şaşırmış ve öfkeli gözlerle bana bakan onca cadıya içimde tuttuğum acıyı bir bir haykırdım. "Sizi lanet olası kokuşmuş köpekler! Sizi ruhunu satmış alçaklar! Bunca zamandır bana yaptıklarınızın bedelini bir bir vereceksiniz!" Ağızlardan dökülen şaşırtıcı nida bunu benden beklemediklerinin en büyük kanıtıydı. Meclis büyükleri annemin etrafında toplanmış bana bakıyorlardı. Ve annem o elini dudaklarına götürmüş hayretle beni izliyordu. Kolera Yıldırım, karşı karşıya kaldığı gücü ilk kez fark ediyordu. İçlerinden biri kahkaha attı. Cadıları iterek meydana çıktığın da bunun Tamara olduğunu anladım. Küçük şırfıntı bakalım bugün bana neler diyecekti. "Şuna bakın küçük sürtük şovunu da yaparmış!" Bir kedi gibi kıvrak belini öne doğru itti ve fazlasıyla açık olan vücudunu öne çıkardı. Egosunu tatmin eden bir diğer kişiydi. Elde ettiği herkesi ve her şeyi, sahip olduğu statüyü ben izin verdiğim için sahipken benim hakkımda bu kadar ezikçe konuşması artık beni sinirlendirmiyordu. Tam aksine keyif alıyordum. Onları rahatsız etmekten, varlığımın bir tehlike oluşturmasından artık korkmuyor, olduğum kişiyi kabul ediyordum. "Tamara, tamara, tamara... Her geçen gün kendini kaybetmenden o kadar memnunum ki anlatmaya kelimeler yetmez. Ezik ruhunun benim sayemde tatmin olmasından artık rahatsız olmuyorum. Bana bağlı olan hayatını seviyorum çünkü sen benim ilk oyuncağımsın." Sinsice ve bir cadıya yakışan alaylı kahkaham geceye karıştı. Sus pus olmuş bunca azınlık her şeyi öğrenecekti. "Ben senin hiçbir zaman oyuncağın olmadım. Kendi konumuna bak..." Etrafında ki toplanmış cadıları işaret etti. "Sana ne yapmalarını istiyorsam onu yapıyorlar!" Yüzün de gurur verici bir tebessüm oluştu. Ardından meclis büyüklerinin olduğu yere baktı. Bu aptal annemin ve diğerlerinin yerini öyle bir arzuluyordu ki bu emelde ne yapması gerekiyorsa yapardı. Kendisinin ölmesi gerekse bile hem de. Dudaklarımı büktüm. Yanımda taşıdığım ve asla ayırmadığım çanta mı bir çırpı da yere fırlattım. Sürekli örgülü olan saçlarımı yavaş yavaş açarken ufak adımlarla etrafım da yürüyordum. "Öyle mi? Peki bana yapman gerekenleri sağlayan kimdi?" Vurucu gerçek yüzüne çarptığın da dumura uğradı. Kimse bu açıdan bakmamıştı. Eğer zamanında karşı çıksaydım bana yapılanlara belki böyle olmazdım, olmazlardı. Annemi, babamı ve diğerlerini suçluyordum ama en az onlar kadar bende suçluydum. Battığım bataklığa bir çamur atan da bendim. "Susmak, karşı koymamak her zaman kabullenmek değildir. Bazen bir şeyler için doğru zamanı beklersin, şuan olduğu gibi." Annem kürsüden inip bana doğru yürüdü. Adımları emin olsa da yalpalıyordu. Çünkü cadılara isyan etmek demek meclise isyan etmek demekti. Meclis ise annemdi. Ve bu ona olan ilk isyanımdı. "Tayeçe..." Cümlesine devam edemeden elini kalbinin üzerine koydu. Gözlerinin dolduğunu görebiliyordum. Eskiden olsa bağrıma basardım ancak ona olan duygularım köreliyordu. Kolera'yi artık sevmiyordum. "Tayeçe lütfen... İzin ver konuşalım! Sorunu çözebilirim..." Alayvari bir gülüş peyda oldu dudaklarım da ve gözlerime yayıldı. "Çözemiyorsun ama, her defasında tekrar ediyor tüm bunlar" Kollarımı açıp etrafım da döndüm. Şov yapma sırası bendeydi. "Şu halime bir bakın! Bana bir bakın...neyim ben? Adım ne benim?" Sonra aklıma bir şey gelmiş gibi durdum. Anneme döndüm dağılmış saçlarım rüzgarın etkisiyle dalgalandı. Ayın bembeyaz ışığı tenimi aydınlattı. "Yada ne olmak istiyorum!" Diğer meclis üyeleri öfkeyle üzerime yürüdüler. Haykırışları, aşağılamalarını devam ettirdiler. Annemse hep yaptığı gibi kenardan izledi. "Ne istiyorsun çocuk?" En arkadan yakınlaşan yaşlı bir ses ortamı yatıştırdı. Ardından görünür bir yerde durduğunda başına geçirdiği pelerinin başlığını çıkarttı. Oldukça yaşlı olan bu kadını daha önce görmemiş olmakla birlikte nereden geldiğini de bilmiyordum. "Kendim olabilmeyi. Bir yere ait olmabilmeyi istiyorum. Üzerime yıkılan bu karanlık bağdan kurtulmak istiyorum. Cezayı ben değil onların çekmesini istiyorum. Kana kan dişe diş istiyorum!" Fısır fısır konuşmalar tekrar canlandı. Herkes tepki verirken bu yaşlı kadın da mimik oynamadı. Ona karşı bir tehtit hissetmedim. Gözlerime anlamlı bakıyordu. Belki de beni anlamıştı, ne istediğimi ve neyi arzuladığımı. "Öyleyse çocuk-" Dolunay'a baktı. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluştu. "Yapman gerekeni yapma zamanın geldi." Sözlerini bitirip geldiği yönden gittiğin de anneme döndüm. "Bağım ve şerefim üzerine meclisi reddediyorum." Çantamı yerden almaya tenezzül etmeden çıkışa yürüdüğüm de tartışmaların sesini hâlen duyabiliyordum. Bir devrim başlatmış gibi hissediyordum. Arkamdan büyük bir kargaşa bırakarak yeni hayatıma adım atıyor, eski kırık benliğimi de geride bırakıyordum. "Öylece çekip gidemezsin!" Diye haykırdı Tamara. Üzerimde güçlerini kullanıp tüm gözlerin üzerime çevrilmesine neden oldu. Yoğun enerjiye maruz kalan bedenim yıpranırken ben hiç yapmadığım bir şey yaptım. Sırrı mı açığa çıkardım. Birden fazla illüzyonum yanımda yer alırken yerden sadece birkaç cm yüksekliğe ulaşıp tamara'nın üzerimde uyguladığı gücü aynı şekilde ona uyguladım. Saldırıma karşılık olarak diğer cadılar karşılık verdi. İllüzyonlarım sayesinde hepsini alt ederken geriye sadece meclis büyükleri kalmıştı. İllüzyonlarım kaybolup ortada sadece ben kaldığım da yere indim. Kaslarım gevşediğini ve uzun zaman sonra bu kadar iyi hissetmemi bu aptalların kışkırtmalarına borçluydum. "Önümden ya çekilirsiniz yada onlar gibi ezilirsiniz! Seçim sizin." Tek kelime etmeden bana bakıyorlardı. Ölüme çarptırılacağımı biliyordum. Klana üye olmasam bile cadı olduğumdan ortadan kaldırılmam için birilerini göndereceklerini de biliyordum. Tüm bunlara engel olabilmek için de onları yok etmeliydim. Elim kanla kaplı olmalıydı ki beni adam yerine koysunlardı. Ve biliyordum ki buradan çıktıktan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bir şey demelerini bekledim ama itinayla konuşmamaya yemin etmiş gibilerdi. Annem gözlerime hayal kırıklığı ile bakıyordu sanki buna hakkı varmış gibi. Sanki...sanki neyse... "Bana öyle bakma!" Annemin göz yaşları yanaklarına aktı. Diğerleri anneme bakarken göz devirdiklerini gördüm. Demek birilerinin otoritesi sarsılmıştı. "Ben senin annenim ve şu geldiğin hâle bak. Sana ne oldu Tayeçe? Uysaldın, ses çıkarmazdın. Bizi hiç uğraştırmazdın, uslu bir çocuktun sen." Bir de bu vardı işte içiniz de akan volkanları dışarı attığınız da şaşırırlardı. Sanalardı ki duygularımız yok. Bir kalbimiz, bir onurumuz yok. Kendi başımızın çaresine her bakışımız da onlara sorunlarımızı, sevgisizliğimizi yansıtmadığımız da hiçbir şeyin olmadığını sanarladı ve bununla övünürlerdi. Sanki bir şey başarmış gibi sanki bu iyi bir şey gibi sessimizi içimize gömerlerdi. Sonra bir şey olurdu ve artık 'dur' derdik. Yaşanların ağırlığını taşıyamazdı kalbimiz, zihnimiz kırık anılara katlanamazdı. İsyan ederdi dilimiz, birbir söylerdi her şeyi. Acıyı, kahkahayı, mutluluğu ve hüzünü... Kalbin taşıdığı ağırlığı, zihin katlandığı o kırık anıyı, dil acı acı haykırırdı. Kimine göre bu isyan, kimine göre ise ukalalıktı. Yediğin önünde yemediğin arkanda diye başlanan her cümle bir pranga vururdu her uzuvuna. Yine içine gömerlerdi sesini, dil içine akıtırdı isyanını. Ve gözler... Ah gözler neler çekmişti öyle. O ayna gözler, bir zamanlar pırıl pırıl umutlu gözler karanlığa yuva yapardı. Bir mühür vurulurdu o altın gözlere, onu da okuyan anlardı. Yaşayan anlardı, hisseden anlardı. Kalbi taş, zihni boş, dili zehir olmayan anlardı. Ben anlardım, sen anlardın. Bizi bizim gibi olanlar anlardı... "Sen benim annem değildin Kolera! Senin annen bendim." Zehir dolu cümlelerim kırıp döktü onu, bir zamanlar benim kırılıp döküldüğüm gibi. "Bağrına basılması gereken benken, ben seni bağarıma bastım. Korudum, savundum, acını yok etmek için uğraştım..." Ağlamaya başlamıştım. Bağırmamdan ötürü boğazım deli gibi acırken fısıldadı. Geceye ve dolunay'a. "Anne oldum. Sana senin yapman gerekeni yaptım! Ah Kolera, bunca zaman zavallının ben olduğumu düşünürken asıl zavallı senmişsin. Muhteşem bir kariyerin, gücün varken ne kadar da yalnızsın, kimsesizsin. Sevdiğin, uğruna yasağı yok saydığın adam nasıl da terk edip gitti seni. Ne Kadar çabuk unuttu onca anıyı." Dizlerinin üzerine düştü. Başını yere eğdi ve acı acı feryat etti. "Sevgilin bile terk etti seni. Yanında ölmeye, ömrünü sana adamaya bile layık görmedi." Kahkaha atarken yerde boydan boya yatan ölü cesetlere baktım. Büyümün eserine, ilk eserime...kusurlu ve inanılmaz. "Bilge cadıyla böyle konuşamazsın!" Ciddiyete döndüğüm de saçları beyazlarla dolu kadına baktım. Burada bir yüzleşme gerçekleşiyordu. Klanı yok etmiştim neydi bu afralar tafralar. Ya ben canavarlaşıyordum lütfen benden korkar mıydınız? "Ya sen bir sus, burada bir yüzleşme gerçekleşiyor. Yan karakterlerin fasa fisolarıyla ilgilenecek vaktim yok." Boynunu kırıp yere yuvarladığım da annem hâlâ ağlıyordu. "Çok sıkıcısınız! Hayal ettiğim gibi olmuyor olmuyor olmuyor. Adam gibi bir kötü rolü oynatmıyorsunuz şerefsizler!" Diğerlerini de öldürüp annemi tek bıraktığım da geriye ikimiz kalmıştık. Ağlaması hafiflemiş iç çekişlere dönmüştü. "Merak etme anne, seni öldürmeyeceğim. Seni ait olduğun yalnızlıkla baş başa bırakıp gideceğim." Saçlarını okşayıp elimi yanağından çenesine kadar sürttüm. Çenesinden tutup bana bakmasını sağlayarak gülümsedim. Anlına küçük ve son öpücüğü koyduğum da sol gözünden bir yaş boylu boyunca aktı. "Yalnızlığa mahkumsun, bunu sende biliyorsun. Ben çekmem gerekeni çektim. Şimdi sıra sende." Yanından ayrılıp göğe yükseldim. O an da gökyüzü aydınlandı ve birkaç saniyeliğine güneşi gördüm. Sıcağın tenime değişini, parlak ışığın gözlerimi acıtışını hissettim. Bu paha biçilemez bir histi. Ama normal de değildi. Hem de hiç değildi. Gecenin hüküm sürdüğü bu dünyada güneşe yer yoktu. Sanırım gidip bunu öğrenmeliydim. Gelenin tehlike mi yoksa mucize mi olduğunu anlamak için. Işığın geldiği ormana girdiğim de sıradan olan sessizlik daha yoğundu. Gelenin kim olduğunu bilmiyorum ama bizim gibi olduğunu hissedebiliyordum. Ağaçların üzerinden yere indiğim de tam karşımda yürüyen kadına baktım. Örgülü saçlarının beyaz tutamları fırlamış, her an tetikteymiş gibi kolaçan ederek yürüyordu. Arkasından sessizce onu takip ettiğim de inceliyordum da. Bir savaşçının giyim tarzını andıran giyimine ek olarak buralı olmadığını buram buram belli eden mayhoş bir kokusu vardı. Beni henüz farketmemiş olmasını fırsat bilerek ona yaklaştığım da durdu ve arkasını döndü. Buz mavisi gözleri yırtıcı bir kuşu andırıyordu. Saçlarının beyaz tutamları ona öyle yakışıyordu ki bir an için kıskandım. "Kimsin sen!" Diye tehtitkar bir sesle sordu. Elini kılıcının kınına hazır tutarak atak da bekliyordu. Yırtıcı kuş fazlasıyla zekiydi. Gözlerimi kıstım ve alayvari şekilde "Asıl sen kimsin yabancı?" Dedim. "Buralı değilsin. " Ben buralıydım ve o bir yabancıydı. Buralı olmayan, bir tehdit ve de bir isyan. Bu kadında adını koyamadığım bir şeyler vardı. Tanrı aşkına kimdi bu böyle? Annemin peşimden gönderdiği bir düzenbaz mı? Yoksa önüne geleni yok eden bir isyancı? "Benim olduğum yerde hükümdar ben olurum. Burası benim topraklarım değilse onu kanla kutsar ve benim yaparım." Büyük bir ciddiyetle kurduğu cümle içimden gülmeme neden oldu. Bunu söyleyebiliyorsa ya manyaktı yada aptal? Wirana'yı büyük kurt klanı yönetirken bir yabancının içi boş cümleleri ele avuca ne sığıyor ne de mantığa yatıyordu. "Ah yabancı çok komiksin! Ancak nereden geldiysen burası oraya benzemez bilesin."Kahkaha atıp benden daha manyağına denk gelmek Tanrı'nın bana bir mesajı mıydı? Çünkü az evvel bir klanı katletmiş, bağlılığımı reddederek isyan etmiştim. Kahkahamı bastıramadan koluma yediğim bıçak darbesi ilk başta afallatsa da acının haz dolu sızısı çığlık atmamı sağladı. Hançeri çıkarıp fırlattığım da sızı devam ediyordu. Kolumdan yere akan kanlar toprağa renk verirken tekrar saldıracağı zaman çevik bir hareketle boynundan tutup havaya kaldırdım. Gözlerim sinirden seğiriyor, kolumun sızısı ise kaybolmaya başlıyordu. Elimden kurtulmak için çırpınırken "cık.cık.cık. Sana öğretmediler mi? Yeni tanışılan biri bıçaklanmaz." Diye söylendim. Görgü kuralları öğretilirken bu kız başını kuma mı gömmüştü? Daha fazla kan kaybetmemek adına onu yere fırlattım ve ufak bir büyü ile yaranın iyileşmesini sağladım. Onunla göz göze geldiğim de hayret dolu bakışları eğlenmemi sağladı. "Sıradan birine göre çok güçlüsün ama bende normal sayılmam." Güçlü olduğu konusunda emindim. Çevikti, reflekslerini çok iyi kullanıyordu. Sözleri bir bıçak kadar keskin ve eminlikle doluydu. Tam da düşündüğüm gibi bir savaşçıydı. Bir avuç toprak veya umut için kan dökecek kadar gözü kara bir savaşçı. Pes etmeyerek ayağa kalktı. Tam karşımda dikilerek iğneleyici tonda söylendi. "Hayır kimse bana yeni tanıştığım birini bıçaklamayacağımı öğretmedi. Aksine güven vermiyorsa boynunu kır dediler!" Gözlerinden geçen saf öfkenin kokusunu alabiliyordum. Bir yerlerden tanıdık geliyordu bu öfke. Yaralı bir kuş, kanadı kırık bir kuş. Tıpkı benim gibi. Tabi farklılıklarımız da vardı. Mesela bu zaten böyleymiş gibi. Onu o yapan bu. Bense yeni yeni cesaretlenmiş ve o ufak cesaretini bir avuç cadıyı yok ederek başlayan bir amatörüm. Yeni yetme bir kötü. Psikopatmış gibi gülümsemesinin devamında "Görünüşe göre sana vicdanlı davranmışım." Dedi ve beni süzdü. Ayrıca ne vicdanından bahsediyordu? Koluma bıçak sokmanın neresinde vicdan vardı acaba? Hayır ben diğerlerinden bu kadar çekmedim daha dakika bir gol bir düştüğüm duruma bak. "Sana kendini tanıtmak için bir şans daha veriyorum. Çünkü ben pes etmem. Öl yada öldür anlarsın ya. Ölmekten de zerre korkum yoktur." Evet canım onu görebiliyorum. Aklı olup da kullanmayan bir sensin çünkü. Burada bir cadıya bulaşmak istenecek son şeydi neticede. "Aksine bana ödül vermiş olursun." Tanrım neden herkes ölmek için bu kadar can atıyor? Ve neden benim kurmam gereken cümleleri bu kuruyor? Bir ego, bir güç gösterisi noluyoruz ya. Hayır bende cadıyım bu kadar şov yapmadım. "Sence de fazla abartmıyor musun Aykatun? Bu kadar şov için beni seçmen çok hoş ancak daha uysal yapabilirdik sanki." Boş gözlerle bana bakmaya devam ettiğin de sustum. Neyse misafirdir gelenektir baabında ona ayak uydurmak adına benim değil onun kendisini tanıtması gereken yerde kendimi tanıttım. "Adım Tayeçe. Alt- elemental cadıyım. Bu diyarın yasağı ve var oluşun mucizesi..." Ha şimdi 'ismimi nerden biliyor ya?' diye şoka falan uğrar ki görüyorum uğruyor. "Memnun oldum alt- elemental cadı. Bunu daha önce yapsaydın hançeri koluna saplamazdım." Ee sende soruyu o zaman sorsaydın bende kendimi tanıtsaydım salak! Zaten değişik değişik ama hoşuma kaçan hareketler yaptın bir enterasan saçma sapan. Neyse... "Ayrıca yasaklar çiğnenmek için vardır. Mucizelereyse inanmayı daha çocuk yaşta bıraktım. İşime yarıyorsan gerisi önemli değildir." Pekala eğer onu kendi tarafıma çekip müttefikim yaparsam en az onun işine yarayacağım kadar işime yarayabilirdi. "Mucizelere inanmalısın yabancı, çünkü tam karşında duruyorum. Ve görüyorum ki birbirine benzeyen pek çok noktamız var ufak bir örnek vereyim; başka bir evrenden geliyorsun ben ise var olmaması gereken bir evlilikten dolayısıyla ikimizin de burada olmaması lazım. İşime yararsan işine yararım. Karar senin!” beni seçeceğini biliyordum çünkü başka çaresi yoktu. Burayı, doğasını, ırkları bilmiyordu. Ona yardım edebilirdim. "Teklifini sun benden istediğin ve bana verebileceğin nedir?" Bir mühür istiyorum bir tür anlaşma... Peşime düşeceklerini biliyorum. Ve bu kız her konuda bana yardım edebilir çünkü bunu görebiliyorum. Yapacağı hamleleri anlamak zor, bizim gibi değil. Çok fazla şey düşünüyor, takip etmesi kolay değil. Zihni çok dolu, çözülmesi zor bir şifre gibi. Tam istediğim gibi, zeki ve sinsi. "Bir bağ istiyorum. Bir anlaşma...” diye sakince konuştum. Bana güvenmesi gerekiyordu böylece hem dostum hem de müttefikim olacaktı. "ihtiyacım olduğunda yanımda olursun, ihtiyacın olduğunda yanında olurum.” onun benim için yapacaklarına karşılık, benim onun için yapacaklarım aramızda ki ufak bir sözdü. "Kabul ediyorum.” diye bir çırpıda cevap vermesine gülümsedim. Bu kadar hızlı cevap vereceğini düşünmüyordum ama sonuç olarak istediğim olmuştu. Şimdi ise mühürü yapmak kalmıştı. Yanına yaklaşıp aramız da birinin rahat görebileceği kadar alan bıraktığımda elini kılıcından çekmediğini görmemle yüzüm düştü ama belli etmedim. Hadi ama dostum burada bir anlaşma yapıyoruz. İstesek de istemesek de birbirimize güvenmek zorundayız. Yine de sakin olması için düşüncelerimi dışarı vurdum. "Merak etme yeni dostum, benden sana zarar gelmez. " Alayvari sözlerime göz devirmesi içimden kahkahalar atmama neden olurken sol elini tutup avucunu yukarı bakacak şekilde kaldırdım. Ne yaptığımı anlamadığını belli eden bakışları ellerimiz arasında mekik okurken en az onun hızı kadar eline uzun bir kesik açıp dudaklarından çıkan acı dolu nidayı keyifle dinledim. Kendi sol elime de aynı işlemi yaparken o asla kendinden ödün vermiyordu. Eee aslanın dişisi de aslan olur derler sözü boşuna değildi. Kendi elimde ki kesiği onun eline bastırdığım da anlamadığı dilde büyülü sözleri söyledim. Ellerimize yayılan ısı ve ışık canımızı acıtırken büyü nihayet tamamlandı ve elini hızla elimden çekip avuç içine baktı. Yüzüne yerleşen rahatlık duygusu fazla sürmesine izin vermeden son isteğimi söyledim. “Bana bir şey lazım yabancı.” meraklı gözlerle ağzımdan çıkacak sözleri bekledi. Ardından konuşmam için başıyla işaret verdi. "Senin için değeri olsun olmasın bana verebileceğin bir eşya var mı?" Biraz düşündü ardından yere fırlattığım hançeri alıp bana uzattı. Hislerim doğruysa bu onun için değerliydi. "Sana senin kanının bulaştığı hançerimi veriyorum." Ne kadar hoş bir jestti bu böyle. İçimi gıdıklandırdı. Hançeri alıp silahlarımın arasına yerleştirdim. Ardından boynumda takılı duran ve benim için artık bir anlam ifade etmeyen kolyeyi koparıp ona uzattığım da ellerimiz birbirine değdi ve bir görü gördüm. Sık ağaçların olduğu bir yer görüyorum. Aykatun koşuyor ve glaistingler tarafından sıkıştırılıyor. Arkadan bir glaisting Aykatun'a yaklaşırken 'eğil' diye bağırıyorum. Sonra bir çıtırdı sesi geliyor ve görüş açıma beyaz bir kurt giriyor. Aykatun da olan bakışları özleme ve acıya dönüşürken ulumaya başlıyor. Aykatun elini çekmesiyle görü kayboluyor. Şüphe ve merakla onu izlemeye başladığım da görünün etkisinden anca çıkabiliyorum. Aldığı kolyeyi biraz inceleyip kesesine koyuyor ve "Yolun açık olsun. Yanımda olduğun sürece yanındayım." Deyip beni burada öylece bırakıp gittiğinde "Aykatun!" Diye seslendim. Arkasına döndü ve merakla bakmaya başladı. "Sana eğil dediğimde eğil."Glaistingler fazla oyunbazdı. Bir şekilde başa çıkabileceğini bilsem de ufak bir detay yardım edebilirdi. Arkamı dönüp kendi yoluma gittiğim de bana baktığını hissedebiliyordum.
|
0% |