Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1- Baykuş'un Doğum Günü Hediyesi

@luwynora

"Bu kan çanağı gözlerde, dostluğu, yürekliliği, dayanışmayı, ezikliği ve ölümü de, yaşamı da iplemezliği de gördü, aynı zamanda ölümün gölgesini de."

Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı, Ferit Edgü

🕳

"Bir varmış, bir yokmuş.

Günün birinde, çok ama çok uzak diyarlarda güzel mi güzel bir prenses yaşarmış. İsmi Melinda imiş. Ama Melinda diğer prenseslere pek benzemezmiş. Saray yerine bir piramitte yaşar, ailesini sevip onlara yakışır bir prenses olmak yerine buradan kaçış planları yaparmış.

Prenses bir gün piramidin en tepesinde yer alan odasının penceresinden dışarıyı izlerken kapısı çalmış. Gelen buraya katlanmasının tek sebebi olan kız kardeşi Elora imiş. Yüzünde bir gülümseme kendini göstermiş ve yavaşça kardeşine yaklaşmış. Aralarında pek de fazla yaş farkı olmayan kardeşler arkadaş gibilermiş ve birbirlerine her şeyi anlatırlarmış. Bu yüzden küçük prenses Elora ablası ondan bir şey saklasa bile bunu kolayca anlarmış.

Kraliçe, Melinda için bulduğu adayı piramite getirip kızıyla tanıştığında Elora, ablasının bu prensten hiç mi hiç hoşlanmadığını anlamış. Ama ablası bunu inkar ediyor imiş çünkü bu prens ile evlenmek onun kaderiymiş. Elora ablasını ikna etmek için ne yaparsa yapsın başarılı olamamış. Ablası bu kötü kalpli prens ile evlenme konusunda kararlıymış. Fakat ablasının bu kararı istemeden verdiğini bilen Elora onu kaçırma planları yapmaya çoktan başlamış bile.

Aradan biraz zaman geçmiş. Düğün hazırlıkları sonunda bitmiş ve piramitte yaşayan herkes bu büyük gün için heyecanlanmış. Elora ise planını devreye sokacak en iyi gün olarak bu günü bulmuş. Bu süre zarfında ablasını ikna etmeyi başaran prenses herkes kendi derdine dalmış iken piramitin gizli geçitlerini kullanarak ablasını dışarı çıkarmış. Önceden sözleştikleri arkadaşları çok dikkat çekmeyen bir fayton ile onları bekliyormuş. Planları şimdiye kadar çok iyi ilerlemiş ve oradan kaçmayı başarmışlar.

Elora, o kasvetli piramitten kurtulduğu ve ablasını sevmediği bir evliliğe mahkum eden ailesinden kaçırdığı için çok mutlu imiş. Bundan sonra her şeyin çok daha iyi olacağına inanıyormuş. Öyle de olmuş. Tabii en başlardı.

Zaman geçtikçe işler sarpa sarmaya başlamış. Bütün krallık düğün günü kaçan iki prensesi aramaya koyulmuş. İzlerini tamamen kaybettirdiklerini düşünen prensesler yavaş yavaş korkmaya başlamış. Bu yaptıklarının nelere sebep olabileceğini artık anlamaya başlamışlar ama iş işten çoktan geçmiş.

Elora ablasını korumak için planlar yapmaya devam ederken saklandıklları yerden daha güvenli bir yer bulmuş. Heyecanla bunu ablasına anlatmaya gittiğinde ise kimseyi bulamamış. Melinda hiçbir yerde yokmuş. Elora günlerce onu aramış, her yere bakmış fakat bulamamış. Onu kendi hatası yüzünden kaybettiğini düşünen Elora kraliçenin askerlerinden kaçmayı bırakmış. 'Belki de ablamı bulup piramitten yapılan saraya götürmüşlerdir' diye düşünmüş ve teslim olmuş. Fakat olay hiç de düşündüğü gibi değilmiş. Melinda artık kayıp bir prenses iken Elora tutsak olmuş. Ve bir daha kayıp prenses Melinda'yı gören olmamış. Elora'ya ise ne olduğunu kimse bilememiş."

Masal bittiğinde Asel son kez esnemiş ve başını biraz kaldırıp bana bakmıştı. Biraz tuhaf da olsa en sevdiği masal ablamın uydurduğu, benim de onun ölümünden sonra sonunu biraz değiştirip mutsuz yaptığım bu masaldı. Ablam Asel'e hamile iken bu masal mutlu son ile bitiyordu halbuki. Prenseslerin isimleri bizim isimlerimizden geliyor, planımız harika işlediği için mutlu sonla bitiyordu. Maalesef ablamın ölümü ile bu mutlu son değişmişti.

Asel'in saçlarını alnından çekerken "Melinda hiç aramamış mı kardeşini?" diye sordu. Hafifçe tebessüm ederken başımı iki yana salladım yavaşça. Melinda'nın böyle bir şansı hiç olmamıştı. "Ama neden kardeşler kavuşamadı ki? Benim kardeşim olsa ben onu hiç yalnız bırakmazdım!" Asel'in tepkisine karşı gülüşüm istemsizce büyürken saçlarına bir öpücük kondurup başını yavaşça yastığına yerleştirdim.

"Melinda isteyerek bırakmamış ki kardeşini, mecbur kalmış," derken yataktan kalktım. Asel'in gözleri yavaş yavaş kapanıyordu.

"Anne," kısık sesiyle seslenip durduğunda soracağı şeyden çekindiğini anlamıştım. Ona güven vermek için gülümseyerek komodine oturdum.

"Senin ablan nerede?" Bu sorunun er ya da geç beni bulacağını bildiğim için hazırlıklıydım. Asel her ne kadar benim kızım olarak büyüyor olsa da yeterince büyüdüğünde gerçekleri öğrenecekti. Ondan annesini saklamayacaktım tabii ki.

"Uzakta," dediğimde gözlerine çöken hüzün loş ışıkta bile kendini gösteriyordu. "Melinda gibi mi?" Tam olarak öyleydi.

Başımı yavaşça sallarken derin bir nefes alıp "Evet," dedim. "Melinda gibi.

🕳

27.

Yirmi yedi yıl geçmişti doğduğum günden beri. Bir yaş daha almıştım. Hiç istemesem de biraz daha büyümüştüm. Sanki çok daha büyükmüş gibi hissediyordum ama hayır. Sadece yirmi yedi yaşındaydım. Bazı insanların hayatta ne yapacağına bile henüz karar vermemiş olabileceği bir yaşta.

Ben çoktan ne yapacağıma karar vermiştim. Bundan beş sene önce.

Asel'in doğduktan sadece dokuz gün sonra annesiz kaldığı zaman. O zamanlar çizilmişti benim hayat güzergahım. Ondan sonra hiçbir şey aynı olmamıştı.

Düşüncelerimden sıyrılabilmek için biraz daha sert bir yumruk attım önümdeki kum torbasına. Hızımı alamadan birkaç kez daha vururken dünyadan tamamen soyutlanmak istiyordum artık. Çünkü bu günün hiçbir özelliği yoktu benim için. Yirmi yedi de tıpkı diğer yaşlarım gibi olacaktı. En azından ben öyle sanıyordum.

Merdivenlerden gelen ayak seslerini duyunca yumruk atmayı kesip sallanan kum torbasını durdurdum. Nazlı gülümseyerek son basamağı da çıkmış, konuşmaya başlamıştı. "Erva Hanım, Nehir Hanım ve Gürkan Bey geldiler." Gelme sebeplerini içten içe bilsem de öyle olmamasını umarak derin bir nefes aldım ve başımı salladım.

"Tamamdır Nazlıcığım, hemen geliyorum." Nazlı aşağı inmeye başladığında elimdeki eldivenleri çıkartıp kenardaki su dolu şişeyi kafama diktim. Az önce fark etmemiştim ama inanılmaz yorulmuştum. Bir de akşam kutlama vardı. Kendimi bu kadar yorarken ne düşünüyordum acaba?

Kendimi Nehir ve Gürkan sürpriz olduğunu sandıkları kutlamaya psikolojik olarak hazırlarken aşağı inmeye başlamıştım. Asel de onlarla gittiği için muhtemelen pastayı o seçmişti. İki katın merdivenlerini tamamen bitirip salona indiğimde kimseyi görememiştim. Tabii bu sıcakta içeride oturmak istemediklerine emin olduğum için bahçede olduklarını anlamam uzun sürmemişti. Hızlıca salondan bahçeye açılan kapıdan dışarı çıktığımda Nehir ve Gürkan yalnız oturuyorlardı. Kaşlarım kendiliğinden çatılırken etrafa baktım Asel'i görebilmek için ama yoktu.

"Hoş geldiniz," deyip gülümsedim ikisine de. Spor yaptığım için biraz terliydim ve bu halde sarılmak istemiyordum açıkçası. "Asel nerede?"

Nehir sorduğum soruyu zerre umursamadan ayağa kalkıp sarıldığından bunun yılda birkaç kez olduğunu bildiğimden gülerek karşılık verdim. Normalde ben sarılmak istesem de o sarılmazdı maalesef. Temas etmekten nefret ediyordu.

"Terliydim ama ya," diye isyan etsem de Nehir gülerek omuz silkmişti.

"Yine mi bir şeyleri yumrukladın?" Gürkan'ın imayla sorduğu soruya gülerek "Artık sadece kum torbasını yumrukluyorum," diye cevap verdim. İlk tanıştığımız zaman onun Nehir'i rahatsız ettiğini düşünerek hiç dinlemeden yumruk atmıştım. Tabii sonra adını sürekli duyduğum yakın arkadaşı olduğunu öğrenmiştim ama iş işten geçmişti artık.

Etrafta hiçbir şey görmeyince doğum günümü kutlamayacaklarını düşünüp rahatlamak üzereyken arkamdan gelen ses bütün hayallerimi yıkmıştı. Oraya dönüp pastayı zor bela taşıyan Asel'e gülümserken herkes aynı anda "İyi ki doğdun Erva," diyordu. Her ne kadar başta kutlamak istemesem de sevdiklerimle bir arada olmak iyi hissettiriyordu. Asel'in Nazlı'nın yardımıyla masanın üstüne koyduğu pastadaki mumları üflemek üzereyken Asel'in "Dilek tut!" demesiyle kendime geldim. Genelde dileklerim gerçekleşmezdi ve bu yüzden hiç tutmazdım ama bu sefer gerçekten istediğim bir şey vardı. Yirmi yedinci yaşımın öbürlerinden çok daha güzel geçmesi ve huzurlu bir yıldı.

Ama hayat bu ya, bazı dilekler gerçekleşmezdi. Hatta bırakın gerçekleşmeyi, sanki inadına tam tersi olurdu. Sen huzur isterken kaosun tam ortasında bulurdun kendini. Labirent gibi kaçmaya çalıştıkça daha da sıkışırdın. Tam kurtuldun sanarken önüne bambaşka engeller çıkardı.

En azından bana öyle olurdu. Ve her zaman da öyle olacaktı.

"Akşam için heyecanlı mısın?" Önümdeki pasta diliminden bir çatal daha almak üzereyken Gürkan'ın sesiyle kendime geldim. O kadar dalmıştım ki ne yaptığımın bile farkında değildim. Pastayı üfledikten sonra buradan soyutlanmıştım sanki.

"Hiç gitmek istemiyorum cidden, ne gerek var böyle bir şeye?" Gürkan bana gülerek başını olumsuz anlamda sallarken derin bir nefes aldım. "Doğum gününe denk gelmese güzel olurdu aslında," dediğinde başımı salladım.

Çok büyük bir anlaşmaya imza atmıştım. Türkiye'nin en büyük holdinglerinden biriyle ortak bir projedeydik ve bu henüz tam anlamıyla büyümemiş olan şirketim ve kariyerim için çok iyi olacaktı. Bu yüzden de oldukça büyük bir parti veriliyordu. Tabii gününü onlar belirlediği için bana pek de bir söz hakkı kalmamıştı. Zaten o yüzden doğum günümü bu kadar erken kutluyorduk.

"Asel de geliyor bu arada, Nazlı akşam izinli." Asel'i öyle bir ortama sokmayı hiç istemesem de bu bahaneyle erken ayrılabilirim diye düşünüyordum. Zaten onu bırakacak kimsem de yoktu.

Nehir kaşlarını çatarken bu fikri hiç beğenmediğini net bir şekilde belli ediyordu. Asel büyürken yanımda olan tek kişiydi. Tabii ablamın en yakın arkadaşı olduğu için normaldi ama ablam öldükten sonra bile beni hiç yalnız bırakmamıştı. Hatta Asel'in gerçek annesini bilen tek kişiydi. Açıkçası bu sırrı onunla paylaşmak bana iyi geliyordu çünkü saklamak çok zordu.

Gürkan telefonu çaldığı için izin isteyip masadan kalktığında Nehir "Ben gelmesem mi? Asel'e bakarım," diye bir öneride bulundu. Aslında mantıklıydı ama orada yalnız kalmak istemiyordum. Gerçi zaten Gürkan vardı ama emin değildim.

"Ben yalnız mı kalayım?" diyerek kendimi acındırmaya çalışırken Gürkan sanki daha yeni gitmemiş gibi hemen gelip "Baha da geliyor," demişti. Şu hayatta ünlülerden çok onun ismini duyuyordum ve bir kere bile görmemiştim. Nehir ve Gürkan'ın yakın arkadaşı olduğunu ve polis olduğunu biliyordum sadece. Çok fazla tanıştırılmak istenmiştik ama bir türlü olmamıştı. Sanırım artık bu akşam tanışacaktım.

"Heh, Baha'yla da tanışırsın, zaten Gürkan da var, yalnız kalmazsın," diyerek beni ikna etmeye çalıştığında başımı sallayarak onayladım onu. "Yarının en büyük haber manşetini yerinde görmeyi reddettiğine inanamıyorum." Nehir bana gülerek omuz silkerken "Zaten muhabirlerim orada olacak, akşam raporlarını düzenler sabah haberleri yayınlarım," dedi. Gerçekten editör olmak bu kadar rahatsa hemen mimarlığı bırakmaya razıydım.

"Anlaştık o zaman, akşam beraber gidiyoruz." Gürkan'ı başımı sallayarak onaylarken devam etti konuşmasına.

"Sonunda Baha Bey ile tanışacaksın."

🕳

Arabadan iner inmez yüzümüze tutulan flaşlar yüzünden gözlerim yaşarmıştı. Bu olayı hiç sevmesem de yüzüme bir gülümseme kondurup kameralara döndüm. Uzatılan mikrofonlar, sorulan sorular, hiçbirini anlamıyordum. Kırmızı halıda muhabirlerin arasından geçmeye çalışırken birkaç soruya cevap vermem gerektiğinin farkındaydım.

"Erva Hanım, çok şıksınız."

"Bize projenin detaylarından biraz bahsedebilir misiniz?"

"Şirketi kurarken bu günlerin hayalini kurmuş muydunuz?"

"Erva Hanım, annenizi bu akşam görecek miyiz?"

Duyduğum son soruyla olduğum yerde kalırken hafifçe gülümseyerek "Henüz her şey çok yeni. Projenin detaylarını şimdilik saklı tutmak zorundayız, ilginiz için teşekkürler," dedim. Annemle ilgili hiçbir şey duymak istemiyordum. Gelmesini hiç istemiyordum ve çağırmamıştım ama muhtemelen gelecekti. İstanbul'da onun olmadığı bir etkinlik düşünülemezdi. Saraçların Kraliçesi... Gelmemesi mümkün değildi. Sadece hiç karşılaşmamayı umuyordum.

Sorulara daha fazla cevap vermek istemediğim için Gürkan'ın da yardımıyla salona girmeyi başarmıştım. İçerisi oldukça büyük ve aydınlıktı. Çok sayıda ekran vardı ve hepsinde de aynı reklam dönüyordu. Balaban Ailesinin düzenlediği bir etkinlik olduğu her halinden belli oluyordu. Zaten sürekli kendi holdinglerinin reklamlarını oynatmalarının başka açıklaması olamazdı.

"Şimdi bu kalabalıkta Baha'yı nasıl bulacağız acaba?" Gürkan kendi kendine konuşup etrafa bakarken ben de masamızı bulmaya çalışıyordum. Kapıda dikildiğimizi gören garsonlardan biri bize yardımcı olup yerimizi gösterdiğinde şimdiden çok sıkıldığımı hissediyordum. Bir an evvel eve gitmeliydim.

"Ben bir Baha'ya bakıp geliyorum," dediğinde başımı sallayarak onayladım. Sürekli birilerinin bakışlarını üzerimde hissediyordum. Ya da ilginin üzerimde olmasını sevmediğim için bana öyle geliyordu.

Garsonun getirdiği şampanya bardaklarından birini elime alırken içip içmemek konusunda oldukça kararsızdım. Bu partiyi biraz daha çekilir kılacağını düşündüğüm için daha fazla tereddüt etmeden içmeye başlamıştım. Asel hayatıma girdiğinden beri alkolle aramızda oldukça büyük bir mesafe vardı. Onun olduğu ortamlarda içmiyorduk ve onun olmadığı ortamlara girdiğimiz de pek söylenemezdi doğrusu.

Parti ilerlemeye devam ederken dördüncü bardağımı bitirip masanın üzerine koymuştum. Bir tane bile sandalye koymamak kimin fikriydi hemen açıklamalıydı. Stilettolar yüzünden ayaklarımı hissetmiyordum. Ne olurdu yani insan gibi masa sandalye koysaydınız? Ama yok, illa insanlara eziyet olacaktı.

Ben boş boş etrafa bakmaya devam ederken Caner Balaban yanıma gelmişti. Yüzüme yapmacık olduğu belli olmayan bir gülümseme kondurdum.

"Erva Hanım," derken nazikçe eldivenin üzerinden elimi öpmüştü. "Çok şıksınız," bu sefer gerçekten gülümserken başımı eğip "Teşekkür ederim, siz de çok hoş olmuşsunuz," dedim. İltifatlara cevap vermek konusunda berbattım ama bence de ben çok güzel olmuştum. Siyah, saten uzun bir elbise giymiştim. Sol bacağında derin bir yırtmaç ve sırtında ip detayları olan bir dekoltesi vardı. İnci küpelerimle de hoş gözüküyordum. En azından öyle umuyordum.

"Sizinle çalışmak için sabırsızlanıyorum," dediğinde "Ben de öyle," diyerek karşılık verdim. Gerçekten kariyerim için çok büyük bir adımdı. Her ne kadar ailemden gelen bir üne sahip olsam da görüşmüyorduk ve kendi ayaklarımın üzerinde durmaya çalışıyordum. Tam beş senedir.

"Müsait olduğunuz bir zamanda ofisinizi ziyaret edip proje detayları hakkında konuşmak isterim." Başımı sallayarak onayladım. Zaten hemen bu projeye başlayacaktım.

Çok büyük bir otel ihalesi almıştık. Sadece İstanbul'da değil, Türkiye'deki tatil beldelerinde de oteller olacaktı. Hatta Balaban Holding işlemleri hallederse İtalya'ya bile gidecektik. Yani hayatım biraz da bu projeye bağlıydı.

"Müsaadenizle, diğer misafirlerle ilgilenmeliyim."

"Müsaade sizin," dememi bekliyormuş gibi elimi tekrar öpüp yanımdan uzaklaştı. Bu tarz samimi hareketlerden pek hoşlanmazdım ama sanırım onun karakteri de böyleydi.

Caner Bey gittikten sonra sıkıntıdan endi kendime söylenirken Gürkan tekrar gelmişti. Yalnız geldiğine göre pek sevgili arkadaşını bulamadığını düşünüyordum.

"Görevli olduğu için şu an biraz işi var, birazdan gelecek," diye açıklama yaptığında tek kaşımı kaldırdım. Anlattıklarına göre başkomiserdi. Neden böyle bir yerde çalışıyordu anlamamıştım. "Diğer polisler onun ekibinden, başlarında duruyor sivil olarak." Gürkan aklımdan geçenleri okumuş gibi açıklama yaptığında başımı sallayarak onayladım. İnanılmaz sıkılmıştım. Herkes dans edip eğlenirken ben her an annemi görebilirim diye tetikte bekliyordum.

Aradan yaklaşık yarım saat geçince oflayarak elli kere incelediğim salonu tekrar inceledim. Mimarisi çok güzeldi. Dekorasyon da tam kıvamındaydı ama neredeyse bütün duvarlar camdı. Genelde bu tarz etkinlikleri dışarıdan gözükmeyecek şekilde yaptıkları için buna şaşırmıştım doğrusu.

Gözlerimi camdan çekip başka bir yere döndüğümde saatlerdir üzerimde hissettiğim baskının sebebini anladığımı düşünmüştüm. Bu kadar uzaktan biriyle göz göze gelmek tuhaf gelmişti. Uzun boylu ve kumral olması dışında bir fiziksel özelliğini söyleyebilmem zordu. Göz temasımızı kesip garsonun tepsisinden bir bardak daha aldığım sırada Gürkan'ın telefonu çalmıştı.

"Nehir, dışarıda konuşup geliyorum," dediğinde onayladım. Asel'e bir şey olsa beni arayacağını bildiğim için içim rahattı. Başka bir şey için aramış olmalıydı. Aslında bence özlediği için aramıştı ama bunu söylersem inkar edecekti.

"Erva Hanım," Gürkan'ın arkasından bakmayı bırakıp sesin geldiği yöne döndüğümde bugün bizim masamızla ilgilenen garsonu görmüştüm. Elindeki çok da büyük olmayan siyah kutuyu bana uzattı.

"Bu paket size geldi. Doğum gününüz içinmiş," yüzümde tatlı bir gülümseme varken başımı olumlu anlamda sallayıp kutuyu elinden aldım. Üzerinde bir simge vardı. Daha önce hiç görmemiştim ama kaşlarım kendiliğinden çatılmıştı. Yamuk duran ve yılana benziyen bir hilalin içinde piramit vardı. Sanki temeli o hilalmiş gibi gözüküyordu. İlginç bir simge seçimi olduğunu söylemem gerekiyordu. Yılanlar pek de sevilen hayvanlar değildi çünkü.

"Teşekkür ederim," derken uzaklaşmıştı. İçinden ne çıkacağını çok merak ettiğim için hızlıca açtım. Karşılaşmayı beklediğim şeyin ne olduğunu ben de bilmiyordum ama kesinlikle bu değildi. Ablamın içeride yanarak can verdiği evin fotoğrafını hediye olarak alacağım asla aklıma gelmezdi zaten.

Fotoğrafı görmek yeniden o anları hatırlamama sebep oldu. Kalbim yine o gün olduğu gibi ağrıdı. Kutudan çıkacak öbür şeylerin daha fazla canımı yakacağını anladım ama yine de katlı duran kağıdı çıkartıp okudum. Resmi bir polis belgesiydi. Yangının kazayla değil, kundaklama sonucu çıktığını gösteren bir belge. Yıllarca evde bir kaza olduğuna ve ablamın o kazanın sonucunda öldüğüne inanmıştım. Şimdi ise gelen notta yazanlar kendimi suçlu hissetmeme sebep olmuştu.

"Planınız işe yaramadı ve ablan cezasını çekti. Umarım hediyemizi beğenirsin, iyi ki doğdun."

Bu mümkün değildi. Asel'in aslında kimin kızı olduğunu bizden başka kimse bilmiyordu. Planımız kusursuzdu. Birilerinin şüphelenmesi bile mümkün değildi. Ama olmuştu. Bir yerde bir açık bırakmış olmalıydı. Aksi hâlde öğrenmiş olması imkansızdı.

Yeniden fotoğrafa baktım. Bu sefer çok daha fazla anlam barındırıyordu.

Benim ablam, cinayete kurban gitmişti.

Bu gerçeğin farkındalığı kalbimde inanılmaz bir acıya sebep oldu. O anlar aklıma geldiğinde delirecek gibi oluyordum. Aklımda milyonlarca soru vardı ve her biri ayrı ayrı beynimin etini kemiriyordu.

Yazan her kelime beynimi delip geçerek beni o güne yeniden götürüyordu sanki. Elimdeki fotoğrafı artık bulanık gördüğümü fark ettiğimde gözlerimin dolduğunu daha yeni anlamıştım. Etrafımdaki sesler susmuştu. Gece boyu sürekli çalan yüksek sesli şarkıları bile duymuyordum artık.

Notun her kelimesi aklımda dolaşıp dururken beni hayata döndüren şey bütün ışıkların kesilmesi ve sürekli reklam dönen ekranlarda baykuş simgesi çıkması olmuştu. Ardından gece boyu cam olması dikkatimi çeken duvarlar kurşunların etkisiyle patladı. Herkes çığlıklar eşliğinden kurşulardan saklanmaya çalışırken elimdeki kutu anın verdiği korkuyla beraber yeri boyladı. Eğilip onu almayı da düşünmemiştim bile. Birinin beni kolumdan tutup devirdiği masanın arkasına sakladığını da birkaç saniye sonra idrak edebilmiştim.

Ardı arkası kesilmeyen silah sesleri aldığım nottan sonra daha çok korkmama sebep olurken sonunda beni kurtaran kişiye bakmayı akıl etmiştim. Yaklaşık birkaç dakika önce beni izlediğini fark edip göz göze geldiğim kişiydi. Bize ateş açanlara karşı belinden çıkardığı silahla karşılık veriyordu. Zaten dolan gözlerimden bir iki damla yaş aktı. Asel'i düşündüm. Bana bir şey olursa ne hâle geleceğini, ona ne olacağını, bu süreci nasıl atlatacağını... Ben düşündükçe aklıma daha çok soru geldi.

Bu adam kimdi? Beni neden kurtarmıştı ve neden silahlıydı? Gece boyu neden beni izlemişti? Belki de o da onlardan biriydi. Ya da sadece görevli olan bir polisti ama beynim en kötüsünü düşünmeye programlanmıştı.

Silah sesleri sustu. Buna rağmen ben hâlâ duyuyordum sanki. Buradakiler için bitmişti ama içimden bir ses benim için daha yeni başladığını söylüyordu.

"İyi misin?" Sesi transtan çıkmamı sağlarken kolumu tutan elinden kurtulmak için geri çekildim.

"Yaralandın mı?" Ondan uzaklaşmama rağmen endişeli bir şekilde bir şeyim olup olmadığını kontrol etti. Fiziksel olararak olmamıştı ama mental olarak ölmek üzereydim.

Cevap vermeden biraz daha geriye gittim. Belki de teşekkür etmem gereken birine böyle davranmam saçmaydı ama onu tanımıyordum. Ona güvenmiyordum. Elindeki silahı birden kafama dayayıp sıkmayacağının hiçbir garantisi de yoktu. Özellikle ablamdan sonraki hedef olduğumu yeni öğrendikten sonra güvenemezdim.

Bu yüzden teşekkür etmedim. Onu daha sonra göreceğimi hissettiğim için de teşekkür etmemiş olabilirdim. Tek bildiğim bu gecenin bizim tek gecemiz olmayacağıydı. Nasıl veya nerede olacağını bilmesem de daha sonra karşılaşacağımızı biliyordum. Şimdi hiçbir şey dememe gerek yoktu. Sorusuna cevap vermem de gerekmiyordu. Bu yüzden de onu arkamda bırakıp giderken bir an olsun tereddüt etmedim.

Çünkü biliyordum ki; birini tekrar görecekmiş gibi hissediyorsanız, onu bir daha görmekten başka şansınız yoktu.

🕳

Aklımda sürekli aynı şey dönüp duruyordu. Kafamın içinde kurşunlar sıkılmaya devam ederken ben yalnızca yangını düşünüyordum. Korku anında fırlattığım not kağıdını almak için dönmem mümkün değildi artık. Herkes güvenli bir yere saklanmaya çalışırken ben kurşunların durduğundan eminmiş gibi dışarı çıkmış Gürkan'ı arıyordum.

Zifiri karanlık sokakta da beni yalnız bırakmazken içimdeki korkuyu bastırabilmek için "GÜRKAN!" diye bağırmıştım. Telefonla konuşmak için dışarı çıktıktan sonra olmuştu her şey. Yaralanmış olabilirdi ve bu düşünce beni geri kalan her şeyden daha çok korkutmuştu. Sırf ben yalnız olmayayım diye geldiği yerde başına bir şey gelirse kendimi asla affedemezdim.

Etraf gittikçe kalabalıklaşırken açılan telefon fenerleri sayesinde önümü daha çok görebiliyordum. Kendi telefonumun nerede olduğunu bilmediğim için yolumu aydınlatacak herhangi bir şeyim yoktu.

Kalabalığın gürültüsü yüzünden beni duyamayacağını bilsem de "GÜRKAN!" diye bağırmaya devam ediyordum. Sesim beni rahatsız etmeye başladığında içeriden çıkan birkaç kişiyle çarpışmıştım. Kimsenin özür beklediği yoktu zaten ama bekleseler bile o an Gürkan'dan başka hiçbir şey umrumda değildi.

Önümde duran birkaç kişiyi elimle iterek ilerlediğimde kendi adımı duymuştum. Gürkan'ın sesi oldukça uzaktan geliyordu ama o olduğuna emindim. Zaten ondan başka birinin olma ihtimali de yoktu.

Kalabalığı yararak sesin geldiği yöne giderken ayağımdaki topuklulara sövmeye devam ediyordum. Sonunda telaşla etrafa bakıp adımı haykıran arkadaşımı gördüğümde tekrar adını söyleyerek ona doğru koşmuştum. Evet, cidden koşmuştum. Önümdeki engelleri ve ayakkabılarımı zerre umursamadan GÜrkan'ın yanına gidip o daha ne olduğunu anlamadan boynuna atlamıştım. Ben olduğumu anlar anlamaz elleri belimi bulmuş, sarılışıma sıkıca karşılık vermişti. O ana kadar Gürkan'ı ne kadar sevdiğimin farkında değildim.

Biz tanışalı yaklaşık üç sene olmuştu. Asel onun olmadığı zamanları hatırlamıyordu bile. Kaç kez işim olduğunda Asel'le ilgilendiğini hatırlamıyordum. Hiç abim olmamıştı ama Gürkan bana her zaman abi gibi yaklaşmıştı. Neye ihtiyacım olursa o olurdu benim için. Çoğu zaman Asel'e babalık bile yapmıştı. Hep yakın arkadaşım olduğunu sanıyordum ama çok daha fazlası olduğunu bu gece anlamıştım. Gürkan yalnızca yakın arkadaşım değildi, hep nasıl olacağını hayal ettiğim abimdi de aynı zamanda.

Anın verdiği duygusallık ve korku ile gözlerim dolarken Gürkan bunu hissetmiş gibi sırtımı sıvazlamış "Bir yerine bir şey oldu mu?" diye sormayı da ihmal etmemişti. Bana hiçbir şey olmamıştı. Adını bile bilmediğim, açıkçası merak edip de sormadığım, ve muhtemelen polis olan adam sayesinde bana hiçbir şey olmamıştı. O an gelen kutuya o kadar odaklanmıştım ki o beni çekip masanın arkasına saklamasa büyük ihtimal bir süre daha öylece dikilmeye devam ederdim.

Başımı olumsuz anlamda sallarken geri çekilip sanki anlayabilecekmiş gibi baştan aşağı onu süzmüştüm. Görünürde pek bir şey yoktu ama karanlık olduğu için de görmüyor olabilirdim. "Sana bir şey oldu mu?" Elimi omzuna koyup bakmaya çalışırken aniden yüzünü buruşturmasıyla hemen geri çekilmiştim. Islaklık hissetmemiştim ama o anın korkusuyla "VURULDUN MU YOKSA?" diye bağırmıştım. Elime kan gelmediği hâlde bunu sormam da biraz saçmaydı ama işte, korku her şeyi yaptırıyordu.

"Ya yok," deyip omzuna bakarken "Salağın biri kurşunlara taşla karşılık vermeye çalışırken omzuma attı," dediğinde kahkaha atmaya başlamıştım. Gerçekten o kadar saçma bir durumdu ki adam kurşunların yağmur gibi yağdığı ortamda omzuna gelen taş yüzünden yaralanmıştı. Gülüşümü durdurmaya çalışırken Gürkan'ın bana eşlik etmesi bunu imkansız hâle getirmişti. Bulunduğumuz durum çok normalmiş gibi davranıyorduk ama yemin ederm ki değildi. Yani resmen mekan kurşun yağmuruna tutulmuştu, ikimiz de şans eseri yaralanmadan kurtulmuştuk ve bu duruma gülüyorduk. Hiç iyi değildik.

Sonunda bu saçma olaya gülmeyi bırakıp derin bir nefes alırken Gürkan'ın "Eve gidelim hadi," demesiyle eşyalarım gelmişti aklıma. Olay yaşanmadan hemen önce gelen kutu ve notlar, çantam, telefonum... Her şeyi bırakıp kendimi dışarı atmıştım resmen.

"Eşyalarım içeride kaldı, gidip alayım," diye bir öneride bulunduğumda hızla başını iki yana sallayıp "Sen burada bekle, ben alıp gelirim," dedi. Gürkan'a kutuyu nasıl açıklayacağımı bilmiyordum ama yine de mecbur kalacağım gayet açıktı. En iyisi beraber gitmekti.

"Birlikte gidelim." Sanırım az önce ikimiz de yalnızken başımıza gelenler onu da korkutmuştu ki itiraz etmeden kabul etti. Zor da olsa kalabalığı aşıp salona tekrar girmeyi başarmıştık. Sanırım o adamın devirdiği masa bizimdi çünkü çantam yerde duruyordu. Tabii başka insanlar da düşürmüş olabilirdi ama ben suçu ona atmayı doğru bulmuştum. Kimse de bu yüzden bana kızamazdı.

Yerden çantamı alıp fırlattığım kutuyu aramaya başladığım sırada Gürkan eğilip "Ne oldu?" diye sordu. Buraya düşürdüğüme emindim ama hiçbir yerde yoktu.

"Kutu gelmişti," diye kısık sesle konuştuğumdatek kaşını kaldırdı. Şu an açıklamanın sırası olmadığı için "Sonra anlatırım," dedim. Belki de insanlar sürükleyerek başka bir yere gitmesine sebep olmuştu.

"Gürkan sen arabayı getir, ben geliyorum," bu fikri hiç beğenmediğini net bir şekilde belli ederken "Bir şey olmayacak," diyerek onu rahatlatmaya çalıştım. Aslında kendimi de rahatlatmaya çalışıyordum çünkü ne olacağını bildiğim falan yoktu takdir edersiniz ki.

Gitmeyi hiç istemediğini belli ederek sıkıntılı bir nefes verdikten sonra başını sallayıp saçlarıma küçük bir öpücük kondurdu ve hızla salondan ayrıldı. Duyduğum ambulans ve siren sesleri hemen buradan çıkmam gerektiğini söylese de kutuyu almadan gidemezdim.

"Bunu arıyorsun sanırım," diye bir ses duyduğumda başımı yerden kaldırıp arkamı döndüm. Beni kurtaran adam elindeki kutuyu havaya kaldırımış gösteriyordu. Gözlerimi elinden çekip yüzüne çıkardım. Şimdi daha net bir şekilde görüyordum. Siyaha yakın kahverengi saçları dağılmış gibi duruyordu. Hoş bu hengamede herkes darmadağın olmuştu zaten. Uzun boylu, geniş omuzlu ve kahverengi gözlüydü. Aslında gayet sıradan biriydi ama yüz hatları çok belirgindi. Dikkatli bakmasanız bile aklınızda kalabilecek biriydi yani.

Hızlı adımlarla yanına gidip elindeki kutuyu almak için hareketlendiğimde geriye çekerek buna engel olmuştu. Gözlerimi devirip "Verir misin şunu?" diye sorarken hafifçe gülüp "Tabii," diyerek uzattı. Tam alacağım sırada tekrar çekmesiyle sabır dileyerek geri çekildim.

"Vermeyeceksen uğraştırma beni, o kadar da önemli değil." Aslında önemliydi ama bunu onun bilmesine gerek yoktu. Onun için önemli değildi sonuçta, sadece benim için önemliydi.

"Tabii, önemli olsa bir daha salona girer ararsın sonuçta," imayla konuşup gülerek boşta olan elini cebine koyunca gözlerimi devirmemek için kendimi tuttum.

"İyi, senin olsun. Ben gidiyorum," blöfümü yemesi için içten içe dua ederken tam gideceğim sırada "Tamam tamam," diyerek durmamı sağlamıştı. İçten içe zaferime gülerken tekrar ona dönüp elimi uzattım. Bir uzattığım elime bir de yüzüme bakıp gülerken kutuyu uzatıp elime bırakmıştı.

"Tanışmadık," diye başladığı cümleyi elimi kaldırarak böldüm ve gülerek "İnan hiç gerek yok," dedim. Yüzünde bozulduğuna dair hiçbir şey yoktu. Hatta gülüyordu ve bu durumdan keyif aldığı da belliydi. "Rica ederim," dediğinde gülerek bir şey demeden onu arkamda bıraktım.

Oradan çıkmayı o kadar istemiştim ki gerçekten hiçbir şeyi fark etmemiştim. Hatta birkaç kişinin yaralı bir şekilde yerde yattığını bile yeni görüyordum ve bu kendimi kötü hissetmeme sebep olmuştu. Kendi sorunlarıma o kadar gömülmüştüm ki insanların zarar gördüğünün bile farkında değildim. Bencillik etmiştim. Sırf saçma sapan bir kutuyu bulabilmek için kendimi dış dünyaya kapatmıştım. Çoğunun öldüğü belliydi ama yine de bunu bile görmemiş olmak kendimden nefret etmeme sebep olmuştu.

Olduğum yerde kalıp onlara bakarken adını bilmediğim adam sanki düşüncelerimi okumuş gibi yanıma gelmiş ve "Onları kurtaramazdın," demişti. Belki de haklıydı ama şu an duyduğum suçluluk hissini bastırmıyordu.

Yanından ayrılıp sadece ayaklarını gördüğüm bedene yaklaşırken kadının henüz gözlerinin kapanmadığını fark etmiştim. Belki onları kurtaramazdım ama hâlâ birini kurtarma şansım vardı. Hızla yaralı kadının yanına gidip çömelirken o da gelmişti.

"Hanımefendi, bizi duyuyor musunuz?" Soruma gözünü açıp kapatarak cevap vermişti ama konuşmaya çalıştığı belliydi. Adam üzerindeki ceketi çıkarıp yarasına bastırırken "Kendinizi yormayın, ambulans yolda," dedi. Sesi az önceye kıyasla oldukça ciddi çıkıyordu ve o keyifli halinden eser yoktu.

"Uyumamaya çalışın," deyip başını biraz yükseltirken kadın sanki onu duymuyor gibiydi. Sadece benim gözlerimin içine bakıyordu. Ağzını açıp bir şey demişti ama anlamadığım için başımı eğerek "Efendim?" demiştim.

"Baykuş'un," dedikten sonra duraksadı. Başımı kaldırıp ona bakarken hafifçe gülümsediğine yemin edebilirdim.

"Baykuş'un se-selamı var, Erva Saraç," dedi. Kaşlarım çatılırken son gücünü de kullandı ve gözleri tamamen kapandı.

🕳

MERHABALAARR!!!!

Bir yolaa çıkıyoruumm. Umarım beğenirsinizz. Şimdidden teşekkürlerr. 💖💖

Loading...
0%