@m.yaprak_epli
|
054* *** **: Kabul ediyorum. 054* *** **: Telefon numaranı değiştirmiş gibi göstermek akıllıcaydı. 054* *** **: Bir an gerçekten inanmıştım. 054* *** **: Tabi kontrol etmek aklıma gelmeseydi. 054* *** **: Sen kendini başka gibi biri göstererek beni atlatmaya çalışmıştın değil mi? 054* *** **: Ben de aynı yöntemi kullandım ;) 054* *** **: Sen kurnazsın da ben saf mı? 054* *** **: Birbirimize ne kadar da benziyoruz öyle değil mi İclal Ilgın? Nereden anlamıştı ona oyun oynadığımı? Ayrıca "Ben de kendimi başka biri olarak gösteriyorum" da ne demekti böyle? Ne demek istiyordu? Hem şaşkındım hem de aklı karmakarışık. Aklımda bu kadar çelişki ve soru işareti varken ben ne yaptım peki? Yemeğim piştiği için kendime sofra hazırlayıp afiyetle yemiştim. Gerçekten çok lezzetli olmuştu. Anonim bey hiç kusura bakmasın, onun için yemek keyfimi bozamazdım. Zira yemek benim için bir güç, bir enerji kaynağıydı. Onu da iyi değerlendirmek gerekiyordu elbette. Özellikle saatlerini ve miktarını tabi ki. Yemeğimi yerken bir de çizgi film açtım düşünmemek için. Nedense animasyonlar diğer yayınlardan daha samimi geliyordu. Herkesin içinde bir çocuk var derler ya, çok doğru lakin o çocuğu bastırmak yerine her zaman canlı tutmak bence yaşamın önemli bir detayı idi. Zira insan çocuklaştıkça masumlaşıyordu. Yemekten sonra bulaşıkları yıkayıp taze taze çay demledim ve şark köşemin olduğu odaya geçip oturdum. Bir yandan da düşünüyordum, acaba anonim ya da özel numaraya cevap versem mi? Kudurmuş amca rolüne devam mı etseydim? Fakat anlamıştı işte numara yaptığımı. Nasıl anladığını çözemesem de ona başka bir oyun mu oynasam diye düşünmüyor değildim. "Neymiş bu planın İclal?" "Tuğba çok iyi planım var ama biraz tehlikeli. Yani yanlış anlaşılmaya çok müsait ve olay çıkarabilecek bir plan." "Nasıl yani anlamadım?" "Özel numaraya benim kaçırıldığım haberi gitse sence ne yapar?" "Haaa inanamıyorum! Çok iyi. Bizzat gelip kendisi seni kurtarır. Ama bu kaçırılma işini nasıl ayarlayacaksın?" "Ağabeyim gittikten sonra ayarlayacağım bir şeyler. Öyle bir plan yapacağım ki özel numara bizzat gelip kendisini gösterecek." Hayır hayır! Kendimi bu kadar bunalmış hissederken böyle bir dönemde böyle işe kalkışmam akıl kârı olmazdı. Zira bu biraz tehlikeli bir oyundu ve akıllıca ayarlanmazsa iş çok başka yerlere gidebilirdi. Bu planı şimdilik erteliyordum. Daha güç kazandığım bir zamanda bu plan işime yarayabilirdi. Daha önce de belirttiğim gibi ağabeyim gittiğinden beri kendimi bunalmış ve yorgun bir ruh halinde hissediyordum. Toparlanmaya ihtiyacım vardı. WhatsApp'a girip son görülmemi ve aktifliğimi herkese kapattım. Böylece o anonim mesajlarını okuduğumu bilmeyecekti. Şimdilik aklıma en iyi gelen çözüm buydu. Daha sonra ne yapacağımı düşünürdüm. Tabi canım bu kadar sıkılmış iken -anonim bey sağ olsun- Tuğba'yı aradım. Onunla konuşmak iyi geliyordu. Etrafımda bir sürü arkadaşım vardı fakat tek dostum Tuğba idi. Dost dediğin ise zaten az ve öz olurdu. "Selamün aleyküm?"dedi neşeli sesiyle. "Ve aleyküm selam Tubira'm. Nasılsın, neler yapıyorsun?" "Hiç, işten döndüm, yemek yapıp yedim. Şimdi de çay içiyorum. Peki ya sen?" Güldüm. "Benim yaptığım şeylerin aynısını yapmışsın." O da güldü. "İclal sen iyi misin? Biraz keyifsiz geliyor sesin." Ona bunalmış olduğumu ve anonimin en son ki mesajlarından bahsettim. "Ya bir şey soracağım. Bu çocuk karşına çıkacağım dememiş miydi? Ee sen de doğal olarak tanımamışsın. Hiç telefonda konuşurkenki sesini etrafında olan birine benzetmedin mi İclal?" "Bunu ben de düşündüm Tuğba. Ama telefonda sadece bir kere konuştuk. O da sanırsam hoparlörün üstüne bez gibi bir şey koymuştu, bu yüzden de sesi boğuk geliyordu. Ee ben de tabi kimsenin sesini ona benzetemedim. Adam akıllı. Her oyunumu bozuyor." "Ay ama sen de haklısın. Bıktırdı o da ama ve de epey abarttı bu işi. Karşına çıksa da kurtulsak şu gizemden." "Çıkmayacak Tuğba. Bu kişi her kimse sadece işletiyor. Başka hiçbir amacı yok. Niyeti ciddi olan, seven bir insan neden bu tür davranışlar sergilesin?" "Ne bileyim ya? Kendine göre haklı sebepleri vardır belki de, olamaz mı?" "Altında yatan hikmeti bir tek Cenab-ı Allah bilir ama benimle uğraşmayı kessin artık, yoruldum. Birinin beni sevme ihtimali ile umutlanmak istemiyorum artık. Hayal kırıklığı insanları ne kadar bitiriyor, bu arkadaş bunun farkında değil." "Yaaa kıyamam sana. Dert ortağıyız işte. Benim durumum da seninkinden farksız değil." "Engelleyemiyorum da Tuğba. Ne yapacağım ben? Numara mı değiştirsem?" "Bunca şeyi yapan biri numara değiştirsen onu da bulur. O yüzden pek bir yararı olacağını zannetmiyorum ama yine de sen bilirsin güzelim." "Afff! İçim sıkıldı yemin ediyorum. Çıkıp biraz yürüyüş yapacağım galiba." "Tamam canım. O zaman yarın tekrar konuşuruz. Allah'a emanet ol ve canını sıkma." "Deneyeceğim. Sen de Allah'a emanetsin."diye vedalaşıp kapattık. Çayım çoktan bitmişti. Bardağı yıkayıp giyindim. Feracemi giyip ve uzun eşarbımı taktıktan sonra küçük el çantama biraz para, anahtar ve kartlarımı alıp çıktım. Telefonum da cebimdeydi zaten. Sitenin içerisinde yarım saatlik bir yürüyüş yapıp geri dönecektim. Yatsı da okunmamıştı daha. Yürüyüşten sonra namazımı kılar yatardım artık. Yorgundum ama içim sıkıldığı için uyku bazen çare olmuyordu. Yürüyüş iyi gelecekti Allah'ın izniyle. Dışarı çıktığımda beni soğuk bir hava karşılamıştı. Ee artık kış ayındaydık. Soğuktu ama kafamın içinde yanan yangını bir nebze olsun söndürebilmişti bu hava. Güzeldi bizim site. Ortada koca bir havuz, etrafında oyun parkı, yetişkin parkı, onların etrafında ise binalar vardı. Otopark hemen sağ ve sol köşelerdeydi tabi. Onun dışında yürüyüş yolu bile vardı. Orman da hemen yakınında olduğu için insanlar bir aktivite yapmak istediğinde çok uzaklara gitmeye gerek kalmıyordu. En önemli özelliği ise müslüman ağırlıklı bir muhit olmasıydı. Gerçek ve samimi müslümanlar... Bütün bunları düşüne düşüne yürüyüş yolunda tam bir tur atmıştım. Yolun sonunda ise tanıdık üç yüz gördüm. Meriç, Emine ve Emine'nin en yakın arkadaşı Kader. Burada ne yapıyorlardı ki böyle? Sanırsam Meriç ve Emine özel olarak konuşmak için buluşmuşlardı. Haram bir ortam olmaması adına da Kader de gelmişti. Zira Kader onlardan biraz daha uzakta duruyordu. "Emine bak, sen çok iyi ve özel bir insansın ama sana layık olan ben değilim. Lütfen kendine daha fazla kötülük etme. Sen çok daha iyilerini hak ediyorsun." "Eğer sana olan hislerim beni bu kadar sarmasaydı emin ol, şimdiye evlenmiştim ama kalbimde sen varken nasıl başkasına ümit verebilirim?" Meriç sessiz kalmıştı. "Sadece sorunun ne olduğunu merak ediyorum. Başkası mı var? Eğer öyle bir şeyin ihtimali bile varsa yolundan çekileceğim Meriç." Meriç iç geçirdi ve o sırada beni fark etti. Ben de sabahtan beri durmuş, onları dinlediğimi fark ettim ve çok utandım. Zira Meriç'ten hemen sonra Emine de bana bakmıştı. Ne onlar bir şey söyledi ne de ben. Oradan hemen uzaklaştım. Kader bana çok kötü bakıyordu. Zaten önceden de tuhaf tuhaf imalarda bulunurdu. Benim Meriç ile Emine'nin arasını bozmaya çalıştığımı falan ima etmişti. Hâlbuki onların bir araya gelmesini en çok isteyen kişilerden biri de bendim ama kader öyle düşünmüyordu. Beni kötü niyetli görüyordu. Bu yüzden şimdi öyle bakıyordu. Meriç ise ben uzaklaşmaya yakın şu cümleleri kurunca küçük çaplı bir şok yaşamıştım. "Evet, galiba biri var..." *** Sonunda öğle arasına girebilmiştik. Zira ameliyat o kadar yoğun geçmişti ki kendimizi zar zor öğle yemeğine yetiştirebilmiştik. Yemekten sonra da biraz nefeslenmek adına kızlarla bahçeye çıkmıştık. Zaten hastanenin çoğu personeli dışarı atmıştı kendini. Bugün epey bir hasta yoğunluğu vardı. Acilinden ameliyathanesine her yer çok yoğundu. Zeynep ve Hilal ile sohbet ederken Ebru geldi sonra. "Ebru nerede kaldın, merak ettik?" "Sorma İclal, çok zorlu bir doğumdan çıktım." Bir ebeydi Ebru. "Ne oldu ki?"diye sordu Hilal. "Sakat bir çocuk doğdu. Anneyi görmeliydiniz, çok üzüldü."deyince hepimize bir sessizlik çöktü. Şüphesiz hepimiz de çok üzülmüştük. Bunun psikolojisi ağır bir imtihan gerektiriyordu. Allah yardımcıları olsun. "Niye şaşırıyorsunuz ki bu kadar?" Yalın'dı yine bu. "Sizin adaletinden emin olduğunuz yaratıcınız bunu her gün yapıyor. Her gün milyonlarca insan sakat doğuyor. Neden? Çünkü doğanın kanunu bu değil mi? Sorgulamadan kabulleneceğiz bunları öyle mi? Bunu bilmenize rağmen hâlâ İslam dinine inanıyorsunuz ya hayret ediyorum. Bu artık körü körüne bağnazlık yani. Başka hiçbir şey değil." "Yalın derdin ne senin?"diye söylendi Zeynep. "Sadece İslam'a katlanamıyorum. Sizin bu din için başınızı örtmenize, özgürlüğünüzden taviz vermenize bir anlam veremiyorum. Bu dinin eskisi gibi hiçbir hükmü yok, bunu göremiyor musunuz? Bu dinde kadın-erkek eşitliği yok, adalet yok. Baksanıza dünyanın haline! İnsanlar aç, fakir, giyecek doğru bir şey bulamıyor. Bütün bunlara rağmen hâlâ körü körüne bu dine bağlanmanız kadar saçma bir şey yok!" "Senin nefretin bizim inanç ve yaşam şekillerimizi mi belirleyecek Yalın? Bizim inandığımız Allah haşa adil değil de senin inandığın yaratıcı sonsuz adil, öyle mi?"diye patladım en sonunda. "Benim öyle bir iddiam yok ama dinler arasında en samimi bulduğum, akla en yatkın bulduğum din Hristiyanlık. Yoksa benim de ateist olmayı düşünmediğim anlar olmadı değil İclal. Siz İslam dininden çok eminsiniz. O halde bana inandığınız yaratıcının adaletini kanıtlayayın da ben de çenemi kapatayım!" "Çeneni kapatman için bu kadar basit bir sorunun cevabını istediğin için teşekkür etmek gerek." Bu ses? Yanı başımızda o vardı. Uraz... Nereden çıkmıştı bu çocuk? "Cesaretin göz yaşartıcı ama komik, üzgünüm."diye küçümsedi Yalın. "Dostum çeneni kapatman için merakını ben gidereceğim. Tabi senin de buna cesaretin varsa! Beni dinlemeye..." "Sırf nasıl bir savunma yapacağını merak ettiğim için dinleyeceğim. Başla bakalım."diye ellerini göğsünde kavuşturdu Yalın. Uraz yarım ağız gülümsedi. "Adaletten bahsediyordun değil mi?" Yalın başını salladı. "Peki sence adalet nedir dostum?" "Adalet, hak sahibine hakkını vermektir."diye yanıtladı Yalın, kendinden gayet emin bir şekilde. "Kesinlikle. Peki sence adalet, eşitlik mi demek?" Yalın biraz düşündü. Hepimiz bütün bu olanları şaşkınlık içinde izliyorduk. "Yani... Kadın ve erkeğin eşit olması gerekliliğine dayanarak bence eşitlik demek." "O zaman bir beyin fırtınası yapalım. Bakalım adalet gerçekten eşitlik mi demek?" "Hay hay." "Diyelim ki ikimiz kardeşiz. Sen çok sağlıklı iken ben felçliyim. Babamız bizi her gün bakkala gönderiyor, gitmeyeni dövüyor. Babamız, ben felçli olmama rağmen eşit davranmış oldu değil mi? Sonuçta ikimize de aynı şekilde davranıyor." "Mantıken evet." "Peki adaletli davranmış oldu mu?" Ani bir sessizlik esti, geçti herkesi. "Hayır, değil mi?" Yalın başını kaşıdı ve tabi ki cevap veremedi. "O zaman şunu söyleyebiliriz dostum. Adalet, eşitlik demek değildir. Bunda hemfikirizdir umarım. Allah kadın ve erkeği birbirinden farklı yaratıp görevlerini de farklı bir biçimde vererek adaletsiz davranmış olmuyor o zaman öyle değil mi? Çünkü kadın ve erkek eşit olmayarak durum adaletsiz bir şeye dönüşmüyor. Kadın ve erkek hak yönünden eşittir sadece." "Peki Dünya'daki açlık, fakirlik, zenginlik gibi bir sürü adil olmayan durumları nasıl açıklayacaksın? Bunda da adalet var diyemezsin herhalde?" "Derim çünkü adalet var." "Şaka yapıyor olmalısın! Benimle bu bilgi düzeyinde tartışacak biri olduğunu başta da görmüştüm ama şimdi daha iyi görmüş oldum. Daha fazla bu saçmalıkları dinleyecek miyim yoksa İclal sözü sen mi alacaksın?"dedi bana dönerek. Belliydi zaten. Baştan beri derdi benimle tartışmaktı. Uraz onu fena bozmuştu. Ama çok iyi bozmuştu, ona bir sözüm yoktu zira açıklamalarıyla, örnekleriyle beni kendine hayran bırakmıştı. "Dostum sonunu dinlemeden bu kadar çabuk pes etmen beni üzdü doğrusu. Ben de karşımda mücadeleci bir ruh görmek isterdim, senin aksine!"diye çok fena laf sokan Uraz ile Yalın fena bozulmuştu yine. "Demek pes ettiğimi düşünüyorsun öyle mi? Peki! Öyleyse devam et. Karşında nasıl mücadeleci bir ruh göreceğine kendin pişman olacaksın dostum!" Uraz gülümsedi ve devam etti. İkisinin davranışları da ayrı ayrı kibir kokuyordu. İkisi de birbirini oldukça küçümsüyordu. Bunu görmemek için kör olmak gerekirdi. İnşaAllah bunun sonu kötü sonuçlanmazdı. "Yoktan var olmak iyilik mi yoksa kötülük mü sence?" "Ne demek bu?" "Senin beyin fırtınası sevdiğini sanıyordum?" Yalın göz devirdi ve bir nefes verdi. "Şunu ne zaman bir neticeye bağlayacaksın?" "Alimlerin çok güzel bir kaidesi vardır. Yokluk, mutlak kötülük, varlık ise mutlak iyilik getirir. Örneğin bu hastanenin binasında birkaç tuğla eksik olsaydı bu kötülük getirirdi değil mi? Ya da Dünya'da bir tecavüzcünün kol gezmesi ahlak yokluğunu getirir. Ahlak kavramına etik olarak bakarsan sonuç yine aynıdır, değişmeyecektir. Başka bir örnek daha vereyim. Senin bu bilgisizliğinin sana yanlış bir yol haritası verdiğini görüyorum. Eğer benim bu açıkladığım şeyleri bilseydin sen şu an hristiyan değil, bir müslüman olurdun. Bu da bir yokluk örneği ve sana kötülük getirmiş durumda." "Buna sen mi karar veriyorsun birader!" "Sonunu dinle dostum. Yaradan bizleri mutlak yokluk sahasından, mutlak iyilik sahasına attıysa mutlak iyilik yapmıyor mu? Bu durumda hangi canlı, cansız varlık Allah'a hak davasında bulunabilir ki? Aksine şükredip teşekkür etmeli. Sana insan bedeni yerine eşek bedeni de verebilirdi ama sakat da olsa insan bedeni verdi." Yalın gittikçe daha fazla sinirleniyordu. Uraz çok fena laflar sokuyordu çünkü. Hepimizin ağzı şaşkınlıktan açık kalmıştı. "Bugün canlı, cansız hangi bedene sorarsan sor, hepsi insan olmak isterdi. Neden biliyor musun? Çünkü insan, yaratılmışların en üstünüdür. Sadece insanda özgür irade vardır. Eşeğe sorsan, o da 'sakat bedene bile razıyım, yeter ki insan olayım' derdi. Dünya'da fakirliğin-zenginliğin, iyinin-kötünün, çirkinin-güzelin, açlığın-tokluğun olması adaletsizliği değil, Nizam-ı Alemi yani düzeni gösterir. Zira fakir olmadan zenginliğin değeri anlaşılmazdı, kötü olmadan iyi olan kendini gösteremezdi. Çirkinlik olmasaydı kalkıp kimseye güzel diyemezdin sen. Açlık olmadan tokluğun bir anlamı olmazdı. Her şey zıttı ile bilinir ve her şey zıttı ile anlamlıdır. Kusurun olması aslında kusursuzluğun göstergesidir. Sakat doğma meselesine gelince bu dünyada her bir insanın imtihanı farklıdır. Allah, Kur'an'da bunu izah ediyor zaten. Güce göre yük verdiğini söylüyor. Kimseye gücünün üstünde yük vermiyor, vermez de. Sakat olan bir insanın ruh gücü farklıdır, bunu kaldırabilir ama belki sen ya da ben bunu kaldıramazdık. Zaten cennette seviyeler de buna göre belirleniyor. Bugün Dünya'da herkes bir tıp fakültesini kolay kolay kazanamıyor öyle değil mi? Bu kapasite ile alakalı bir durum. Aynen bu şekilde de cennete de kapasitesi yüksek olanlar seviye seviye ayrılacak. Kimileri Firdevs cennetine, kimileri Adn cennetine, kimileri de bizzat Peygamber (SAV)'ın yanına gidecek. Yani ne ekersen onu biçersin. Senin bugün sakat gördüğün adam, yarın ahirette senden daha avantajlı olacak. Çünkü daha ağır bir imtihanı yüklenmiştir ama sana gelince sen o imtihanı bir acizlik, bir eksiklik, bir adaletsizlik olarak görmüş ve bu yüzden kaybetmişsindir..."diye bitiren Uraz'ı ben dahil herkes ağzı açık dinlemişti. Bütün bunları bilecek eğitimi nereden almıştı? Normalde gösterdiği kişiliği ile şimdiki kişiliği arasında dağlar kadar fark vardı. Zira ben onu zengin, şımarık, yakışıklı erkek tiplerinden zannetmiştim. Bir kez daha ön yargılı davranmakta hata etsem de yanıldığıma sevinmiştim. Eğer öyle olmasaydı şu an Uraz'a bir sempatim oluşmuş olmayacaktı. Şu an ondan gözümü ayıramamın sebebi tam olarak buydu zaten. Tamamen şok içerisindeydim ve kilitlenmiş gibi ona bakıyordum sadece. Uraz ise Yalın'a açıklama yapmayı bitirir bitirmez nedense bir tek bana dönmüştü. İşin tuhafı ise şu an bana bakıyor ve gülümsüyordu. Neden bu gülümseme bu kadar samimi, yakın ve tanıdık gelmişti peki? İşte orası kocaman bir soru işaretiydi... -Bölüm Sonu- |
0% |