@m.yaprak_epli
|
Bütün o şahit olduklarımdan sonra öyle bir şok içerisine girmiştim ki Uraz'a görünmeden hastaneye girmiştim geri. Kalbim hâlâ hızını kaybetmeden çarpmaya devam ediyordu. Kendime gelemiyordum. Hiçbir şey bilmemem ve anlamamam da cabası idi. Neler dönüyordu böyle? Uraz kimdi ve beni nereden tanıyordu? Artık bu soruları ona sormaya cesaret de edemiyordum. Neyle karşılaşacağımı bilmiyordum ve bu beni korkutuyordu açıkçası. Mesai çıkışına kadar etrafta ruh gibi dolaşmıştım adeta. Saat 16.00 olduğu gibi kendimi hastaneden nasıl dışarı attığımı bir Allah bilir. Yarın da mesaim vardı ama Uraz'la karşılaşmak istemiyordum. Onun bana söyleyeceklerinden korkuyordum. Kaldıramamaktan korkuyordum... Eve geldiğim gibi tuzlu su ayarlayıp yüzümü onunla yıkamıştım. Zira insan vücudundaki su, tuzlu su idi zaten. Bu yüzden insanlar denize girince bu kadar rahatlardı, sakinleşirdi. Çünkü deniz suyu da tuzluydu. Bu yüzden ne zaman strese girsem yahut sinirlensem tuzlu suyla yüzümü yıkıyordum abdest eşliğinde. Ki yüzümü yıkadıktan sonra gerçekten sakinleştiğimi hissetmiştim. Genelde bu saatlerde kendime akşam yemeği yapardım hep fakat hiç iştahım olmadığı için namaz kıldıktan sonra koca bir kupa kahve yapıp şömine karşısındaki tekli koltuğuma kurulmuş, üzerime de bir battaniye almıştım. Kitabımı da sehpaya koyduktan sonra artık hazırdım lakin bugün şahit olduklarım aklımdan çıkmıyordu. Bu kafayla kitabıma odaklanabilir miydim bilmiyorum. Zira kafamdaki sorular cevap bulana kadar hep böyle düşünecektim. Kendimi tanıyordum çünkü. Perdeyi biraz kaydırınca dışarıda yağmur yağdığını gördüm. Işıkları söndürüp perdeyi sonuna kadar açmıştım. İçeride şömine ve tuz lambasının ışığı loş ve güzel bir ortam oluşturmuştu. Tuz lambasının radyasyonu ve kötü enerjiyi emme gibi çok güzel özellikleri vardı. Bu yüzden evin her odasına bir tane koymuştum. Telefondan da son zamanlarda sıkça dinlediğim ilahiyi açınca gerçekten rahatladığımı hissetmiştim. Öylesine yorulmuştu ki şu gönlüm, imanım olmasa nasıl başa çıkardım şu hayatla, hiç bilmiyordum. İnsan hayatını baştan aşağı ibadetle donattığında her bir dakikası hatta her bir saniyesi ibadet hükmüne geçiyordu. O an ne yapıyorsa yapsın hepsi ibadetti. Şu yağmur bana Allah'u Teâlâ'yı hatırlatıyordu, açtığım ilahi de aynı şekilde. Ve şu sakin ortam da öyleydi. Hepsi bana Rabb'imi hatırlatınca insanın kalbi kendiliğinden yumuşuyor, bu yumuşama gözlere yaş olarak yansıyordu. Kahvemden bir yudum alıp dışarıda yağan yağmura baktım. Ne de güzel yağıyordu. İlginçtir ki içinde su bulunan her eylem insana huzur veriyordu. Kar yağışını izlemek huzur verirdi, yağmuru izlemek huzur verirdi, denizi izlemek huzur verirdi, gökyüzünü izlemek huzur verirdi, ki hava da aslında sudan oluşuyordu. Acaba Su'dan yaratıldığımız için mi Su'ya bakınca bu kadar huzurlu hissediyorduk? Kur'an'ı Kerim insanın topraktan ve Su'dan yaratıldığını söylüyordu. Yağmur yağdığında topraktan yayılan o kokuyu düşündüm bir an. İnsan o kokuyla ne kadar da huzurla doluyordu öyle. Bunun mutlaka bir bağlantısı olmalıydı. Ne güzel bir bağlantıydı bu. Kahvem bittikten sonra yatsı ezanı okunurken ezan bitene kadar hem Instagram'a girmiş, hem de ezanı dinlemiştim. O sırada Instagram'daki bir gönderi dikkatimi çekti. Kayseri'deki kültür merkezinde bir seminer verilecekmiş. Aslında her hafta çeşitli etkinlikler, konferans ve seminerler düzenliyorlardı ama ben fırsatım olduğunda gidebiliyordum. Lakin bu seminer dikkatimi çekmişti. "Bir ayet, bir hadis" idi başlığı. Seminerin konuşmacısı olan adamı tanımıyordum ama konusu hoşuma gitmişti. Üstelik yarın saat 16.00'da idi. Bu muhteşemdi. Yarın mesai çıkışı gidebilirdim. Birkaç dakika geç kalacaktım ama Allah'tan hastaneye çok uzak değildi. Otobüsle yetiştirdim biiznillah. Hem şu yorgun gönlüme de iyi gelecektir diye düşünüyordum. Instagram'dan çıkıp abdest almaya gittim. Yatsıdan sonra derin bir uyku çekmek şu an için ihtiyacım olan şeyler arasında bir numaradaydı. Bazen uyku, düşünmemenin en kolay yöntemi oluyordu insan daralınca... *** Sonunda ameliyat bitmiş, biraz olsun ara verebilmiştik. Öğle namazını kıldıktan sonra kitabımı da alıp her zamanki köşeme kurulmuştum. Bence burası hastanenin en huzurlu yeriydi. Boydan boya camın önünde uzun bir petek, peteklerin önünde de birkaç koltuk vardı. Ameliyathane bölümüne öyle her insan elini kolunu sallaya sallaya gelemediği için buradan çok az insan geçerdi. Bu da benim nasibimdi işte. Havalar soğuduğundan beridir her öğle arasını burada kitap okumak için geçirirdim. Ayriyeten pazartesi sünnet orucunu tuttuğumdan öğle yemeği derdim de yoktu. Saat 13.30'a kadar doyasıya kitap okumak istiyordum. Manzaram da şahaneydi zaten. Ne kadar şükretsem azdır. Zira Rabb'imin nimetleri saymakla bitmiyordu. Erdal ve Belgin'in son durumunu yine Hilal'e sormuş, yoğun bakıma gitmek istememiştim. Uraz ile karşılaşmak istemiyordum çünkü. Elhamdülillah ki ikisi de normal odalara alınmıştı. Hilal'den benim adıma ikisine geçmiş olsun dileklerimi iletmesini istemiştim. Neden oraya gelmediğimi sormuştu elbette Hilal fakat kısa cümlelerle geçiştirmek zorunda kalmıştım. Şu an benim bile anlayamadığım şeyleri kalkıp da ona anlatamazdım. Zamanı gelince ona her şeyi nasıl olsa söyleyecektim. Tam kitabımı açıp okuyordum ki bir mesaj geldi telefona. "İclalciğim bu acilden sorumlu hemşire yine bizim vaka kayıt formunu imzalamamış. Normalde bize teslim ederken imzalaması gerekiyor, biliyorsun. Aksi takdirde hastanın başına bir şey gelse bizim başımız yanar. Lütfen hemen gidip imzalatır mısın canım? Bu hemşirenin sorumsuzluğu canımı sıkmaya başladı artık. Hep böyle yapıyor." "Tamam Nuran abla. Sen sakin ol. Ben hemen gidip imzalatırım ona. Hatta güzel bir dille de uyarırım, merak etme :)" Nuran abla yerden göğe kadar çok haklıydı. Bu kaçıncıydı? Biz fark etmesek imzalamadığını, kadının umurunda bile değildi! Kitabımı da geldikten sonra okurdum artık. Ameliyathaneye geri dönüp kitabımı bıraktıktan sonra hasta dosyasını alıp asansöre bindim ve acile indim. Bu sefer kadını bulmak zor olmamıştı. Hemşire odasında öğle yemeği yiyordu. O ara imzasını almış ve Nuran ablaya söylediğim gibi güzel bir dille de uyarmıştım. Mahcup olması hoşuma gitmişti. Zira öyle insanlar vardı ki umursamazlıkları ile insanı çılgına çevirirlerdi. İmza işini hallettikten sonra kırmızı alanın yanından geçerken Yalın ile karşılaştım. "Naber İclal? Ne zamandır ortalıkta yoksun, nerelerdesin böyle?" "Ameliyathanedeyim işte Yalın. Nerede olacağım başka? Hem ne oldu ki? Sen beni mi arıyordun?" "Aslına bakarsan evet. Son konuşmamızdan sonra bir daha bir araya gelip de devam edemedik. Ki son konuşmada bahsettiklerin çok hoşuma gitmişti." "Doğrudur. Yoğunluktan fırsat olmadı. Ama anladığım kadarıyla senin o konuda soruların birikmiş ki beni aramaya çıkmışsın. Yanlış mıyım?" "Bingo! Evet, öyle maalesef." "Gönder gelsin. Tabi çok uzun değilse." "Neden bir kafede oturup karşılıklı çay içerek konuşmuyoruz bunları İclal?" "Ne gerek var? Her yer konuşulacak ortam nasıl olsa." "Konu uzun olunca böyle ayaküstü konuşulmuyor ama hak verirsen." "Konu ne peki Yalın?" "Yarın senin de, benim de mesaimiz yok. Kafede buluşursak söylerim konuyu. Bakarsın bana son darbeyi indirip benim de müslüman olmama vesile olabilirsin. Ne dersin?" Yalın'dan bunları duymanın şaşkınlığı ile refleksle başımı çevirdiğimde Uraz ile göz göze geldim. Yanında bir kız vardı! Bana ve Yalın'a öfkeyle bakıyordu nedense. Ben de onlara kaşlarımı çatarak bakmıştım. Ki bunu neden yaptığımı anlamamıştım. Sadece yanındaki kız kim, onu merak etmiştim. "Ee ne diyorsun İclal? Teklifimi kabul ediyor musun?"dedi Yalın bir iki adım yaklaşarak. Ayriyeten gülümsemesi de beni ayrı şaşırtmıştı. Ne oluyordu burada böyle? Uraz neden Yalın'a yumruklarını sıkarak bakıyordu mesela? Ben neden yanındaki kıza öfkeyle bakıyordum? Yok, yok! Bunların hiçbiri normal değildi. Bu olanlara son vermem gerekiyordu. "Tamam Yalın. Ama ben seçeceğim kafeyi. Öyle her kafeye gitmem çünkü. Zamanı da sen seçer ve bana mesaj atarsın. Benim gitmem gerekiyor. Sonra görüşürüz." "Anlaştık o zaman. Yarın görüşürüz."diye sırıttı. Yalın'ı birazcık olsun tanıdıysam kendisini ve müslümanlığı aynı cümlede kullanmaktan ne kadar nefret ettiğini ve kaçındığını bilirdim. Bugün bu cümleyi kurduysa demek ki gerçekten bir ışık vardı. Bu ışığı gördüğüm için teklifini kabul etmek zorunda kalsam da kafe gibi ortamların kalabalık olması bir nebze olsun, içimi rahatlatıyordu. Acilden ayrılıp asansör beklemeye başladım. Derken yanımda beliren beden ile kasılmaya başladım. Gerginlik tüm vücudumu ele geçirmişti adeta. Acaba merdivenleri mi kullansaydım? Ameliyathaneyi neden 3. kata koymuşlardı ki? Af! "Bakıyorum da bir hristiyan ile çok iyi anlaşıyorsun!"dedi aniden. Şaşkınlıkla ona baktım. Neyi ima ediyordu o? Hayır İclal hayır! Sakın onunla diyalog kurma. Yoksa bunun sonu gelmeyecek. Bakışlarımı hemen önüme çekip asansörün neden hâlâ gelmediğini düşünmeye başladım. Bir an önce buradan gitmek istiyordum. "Siz ikiniz gayet samimi görünüyordunuz! Kaçırdığımız bir şey mi var?"dedi iğnelemeye devam ederek. Yok yok! Burada durarak daha fazla onu dinleyemezdim. Bana laf sokmaya devam ederse ben de karşılık verecektim yoksa. Tam merdivenlere yönelmiş, gidecekken önüme geçti. "Ne oldu? Yoksa rahatsız mı oldunuz İclal hanım? Merak etme, benden sır çıkmaz." Cevap vermeyeceğim işte! O nasıl ki benim tüm sorularımı cevapsız bıraktı ise ben de onun sorularını cevapsız bırakacaktım. Yanından geçmek için bir adım attığımda tekrar yolumu kesti. La havle vela kuvvete! Sakin ol İclal. "Beni görmezden gelip cevapsız bırakacak kadar sinirlenmene sebep olan nedir?" "Sen beni nereden tanıdığını söyleyene kadar benden hiçbir laf alamayacaksın. Bunu aklına soksan iyi edersin. Şimdi gidip kızlarla gününüzü gün edebilirsiniz Uraz bey!" "Ne kızı ya?"dedi her şeyi es geçip. "Ne kızı olduğunu ben söylemeyeyim istersen? Sen nasıl olsa daha iyi bilirsin!" "Sen önce ne teklifi kabul ettiğini söyle." Ona anlamazca baktım. "Yalın diyorum! Ne teklif etti de kabul ettin? Aranızda bir şey var değil mi?" "Ne münasebet! Af, kime, ne anlatıyorsam! Konuşma benimle. Etrafında bir sürü kız var. Git, onlarla uğraş! Beni rahat bırak!" "İclal bana trip attığının farkında mısın şu an? Çocuk gibi küsecek misin?" Ona cevap vermeyip merdivenlere yöneldim ve hızlı hızlı basamakları tırmandım. Kimdi o kız ya kim! Ben niye bunu düşünmeden edemiyorum! Görürsün sen Uraz bey! Yanındaki kız kimdi acaba?! *** Mesai çıkışı hemen otobüse atlamıştım. Bir an önce konferansa yetişmem gerekiyordu. Nitekim 10 dakika sonra kendimi kültür merkezinden içeriye girerken bulmuştum. Trafik ve iş çıkışı olmasına rağmen bu kadar hızlı yetişdiğime inanamasam da Cenab-ı Allah'ın sohbetine katılmamdaki bereketi unutuyordum. Sebebi tam olarak buydu işte. Seminer çoktan başlamıştı. Hemen uygun bir yere oturup dinlemeye başladım. Elhamdülillah ki adam konuya daha yeni yeni giriyordu. Öncesinde hayatından bahsetmiş olmalıydı. "Seminerimizin adı yine bir ayet ve bir hadis sevgili konuklar." Demek ki daha önce de yapıyorlarmış. "Hemen ayetimizi açıklayarak giriş yapmak istiyorum. Nur Suresi, 45. ayette 'Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.' diye bahseder." Arkasındaki ekranda bu ayet gösterilmişti. "Bu ayetin üzerinde biraz düşünelim dostlarım. Allah her şeyi Su'dan yaratmıştır. Nedir ki bu Su ki onsuz olamıyoruz, onsuz yaşayamıyoruz ama tasvir edebileceğimiz, anlatabileceğimiz bir tadı bile yok. Su, artık oluşmamakta olup muhteşem bir döngü ile dünyamızda dolaşıp durmaktadır. Su, hâlâ aynı Su'dur yani anlayacağınız üzere. Bilimsel bulgulara göre Su ve dünya aynı yaştadır. Su sonradan oluşmuş değildir yani. Su, biri yakıcı ve diğeri yanıcı olan moleküllerden oluşmasına rağmen ilginç bir şekilde her yangını söndürebiliyor değerli konuklar. Öte yandan biz hava soluyoruz derken aslında Su kristallerini soluyoruz. Her içtiğiniz Su, siz fark etmeseniz de sizi değiştirir. Peki bizi değiştiren sulardan birinin gençlik suyu olduğunu söylesem ne düşünürdünüz? Herhalde bu adam deli derdiniz. Gençlik suları gibi kavramlar masallarda olur dersiniz değil mi? Gençlik suları gerçekten var desem? İster masal, ister fantastik bir film olsun, oralarda gördüğünüz olaylar aslında kodlardır, hayata dair gizli sırlardır. Bu, aklınızda küçük bir dipnot olarak kalsın, biz konumuza dönelim. Zira bu da ayrı bir konferans konusu. Gençlik suyu diyorduk. Sayın dostlar, öyle yiyecekler vardır ki öz suyu birer gençlik suyudur. Taze acı biberin öz suyu gençlik suyudur, Bal mesela, çiçeklerin öz suyudur. Tahin, susamın öz suyudur. Sirke, üzüm ve elmanın öz suyudur. Zeytinyağı, zeytinin öz suyudur. Bu yiyeceklerin vücudunuzdaki yararlarını bilseydiniz evinizden asla eksik etmezdiniz. Ama asıl gençlik suyu nedir bilir misiniz? Kemik suyu. Evet, birçok insanın yemeğe tiksindiği kemik suyu gençlik suyunun tam kendisidir. Bunların yanı sıra evinizden çörek otunu da eksik etmemenizi de şiddetle tavsiye ederim. Ayrıca bu saydığım yiyeceklerin organiğini de bulursanız şahane olur. Katkı maddesi olan yiyeceklerde pek bir yarar olmadığını anlatmama gerek yoktur umarım. Hz. Adem bin yıl yaşamıştır. Sizce neden? Bunun üzerine bir düşünün derim. Zira buradan anlıyoruz ki insan bedeni bin yıl yaşamaya göre yaratılmıştır. Şimdi de hadisimize geçelim. Resulullah Efendimiz (SAV) 'Yarayı dağlamayı ve sıcak yemeği sevmezdi ve şöyle buyururdu: Soğuk yiyiniz, soğuk yemek bereketlidir. Dikkat ediniz, sıcak yemekte bereket yoktur!' buyurmuştur. Bu hadisi birçok yerde görmüşsünüzdür. Peki hiç anlamı üzerinde düşündünüz mü? Efendimiz (SAV) neden sıcak yemeği tavsiye etmezdi? Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem bu hadisi ile bize aslında uzun ve sağlıklı yaşamak istiyorsanız üzerinde buharı uçuşan hiçbir yiyeceği ve içeceği tüketmeyin buyurmuştur. Ilımasını bekleyin, bu hayatınızın altın kuralı olsun demek istemektedir aslında bize. Bugün anlattıklarımın özeti uzun ve sağlıklı yaşamanın bazı sırları üzerineydi sevgili dostlar. Siz, siz olun, asla kendinize kötü davranmayın. Ne kelimede ne de yiyecekte. Bir sonraki konferans ve seminerlerde görüşmek üzere müsaadenizi isteyeceğim. Zira katılmam gereken bir seminer daha var. Bu yüzden bugün kısa kesmek durumunda kaldım. Haklarınızı helal ediniz, Allah'a emanet olunuz..." Salon dağılmaya başlamıştı fakat benim aklım hâlâ adamın söylediklerinde kalmıştı. Tüm dediklerini not almıştım. Çok etkilenmiştim doğrusu. Kimdi bu adam? Onunla bir daha bir araya gelebilir miydik acaba? İnşaAllah bir seminer daha verirdi ilerleyen zamanlarda. Eve gidip bu adamı detaylı bir şekilde araştırmalıydım. Basılı kitabı varsa hemen almak isterim doğrusu. Bu düşüncelerle otobüse bindim ve evin yolunu tuttum. İnmeye yakın akşam ezanı okunmuştu. O yüzden otobüsten iner inmez adımlarımı hızlandırmıştım. Namazın ilk vaktine yetişmeliydim. Zira asıl fazilet ve bereket ilk vakitteydi. Siteye girer girmez bizim apartmanın önünde Uraz'ı fark ettim. Burada ne işi vardı ve neden bu kadar öfkeli duruyordu? Evimin adresini nereden biliyordu ayrıca? Beni fark edince adımlarım yavaşladı. "Senin burada ne işin-" Sözümü bitirmeme izin vermeden elime bir paket bıraktı çarparcasına. Ki az kalsın elimden düşüyordu her ne verdiyse. "Kim olduğumu öğrenmek istiyordun değil mi? Al, bak! Sen bakıp anlayana kadar ben buradan gitmiş olacağım! Yalın'la mutluluklar İclal Ilgın. Sen benim için bittin artık..."deyip arkasına bakmadan gitti. Ne saçmalıyordu bu böyle? Tüm cevaplarım elimdeki bu pakette olmalıydı. Paketin ağzını açıp içindekilerine baktım. Bu defter... Bu MP3... Bu kitap... Gözümden bir damla yaş düştü. Bunların Uraz'da ne işi vardı? Ben bunları tek bir kişiye hediye etmiştim. Tek bir kişiye! Yıllar önce kayboldu o kişi. Hiçbir izini bulamadan kaybetmiştim. O kişi Uraz olamazdı. Bu neredeyse imkansızdı. "Sen bakıp anlayana kadar ben buradan gitmiş olacağım!" Hayır! Gidemezsin! Gitmene izin vermeyeceğim. Arkamı döndüm ama onun çoktan gitmiş olduğunu fark ettim. Ben ne yapmıştım böyle? Ben çok büyük bir hata yapmıştım. Ben Dünya'da en çok değer verdiğim insanlardan birini tanıyamamıştım... -Bölüm Sonu- |
0% |