@m.yaprak_epli
|
(İstanbul-Haziran 2003)
O gün İstanbul'da hava çok güzeldi. Sıcak bir yaz günüydü. Sabah namazı sonrası her zaman yaptığım gibi sahile inip dostum Ömer Efendi'nin yanına uğradım. Kendisi çayın ustası idi. 55 yıllık ömrümde onun kadar güzel çay demleyen birini hiç görmedim. Elinin lezzetini bir kez tadınca daha başka bir çaycıya gitmemişimdir. Sahilde seyyar olarak çaycılık yapıyordu Ömer Efendi. Çayı kadar sohbeti de lezzetli idi. Güneş doğana kadar oturur, çay eşliğinde sohbet ederdik. Zira bizim dostluğumuz evliliğimizden bile önceydi. Onun kadar samimi dostum yok değildi lakin tek yaşıt olan dostum oydu. İnsan yaşıtıyla daha bir anlaşırdı sanki.
Sahile gelince her zaman ki yerimize, tahta iskemleye oturdum. Gözlerim denize inince bir süre izlemeye daldım, o sırada geldi Ömer Efendi. Önce çayları koydu, sonra da yamacıma oturdu. Üstünde hayranı olduğum o esnaf önlüğü burnuma buram buram maneviyat getiriyordu.
"Hayırdır hocam? Neye daldın bu kadar?"
"Ne diyeyim Ömer Efendi? Ben söylemesem de sen anlıyorsun. Konuşmaya lüzum var mı?"
"Doğru dersin. Doğru dersin de bu sefer ki hal başka sende. Hele anlat bakalım can dostuna. Nedir seni bu kadar endişelendiren?"
"Bilmiyorum Ömer Efendi. İçim bir boşluk... Bir arayış... Ecelim mi yaklaştı bilmem lakin tat almam artık bu dünyadan."
"Kalbin bir nur, gözün bir iz arar belli ki. Endişelenmeyesin hocam. Allah sevdiği kuluna dünyayı çirkin gösterirmiş der Bediüzzaman hazretleri. Yaşına münasip bir mana arar gönlün ve dahi yüreğin... Arayan bulur hocam. Senin aradığın şey de çok uzakta değil belli ki. Nede olsa her şey vakit, nasibine esirdir. Uzakları yakın eder Allah lakin kuldan da çaba bekler..."
Sustum ve yüzünü izledim Ömer Efendi'nin. Ne de güzeldi yüzü. O anlattıkça yüzü daha bir güzelleşirdi sanki. O anlattıkça sorularım tek tek cevap buluyordu sanki. O anlattıkça ruhum dinleniyordu adeta.
"A Ömer Efendi! Anlatıyorsun böyle efsunlu efsunlu. Benim de beynim ezberler bunları. Ellerim döker kağıda. İnsanlar alıp buna kitap diyor."
"Hocam canım hocam doğru dersin de eksik dersin. Ben anlatırım, beynin ezberler, ellerinden kağıda Allah döktürür. Yazan yaratılan, yazdıran yaradan... Bakasın sevgili hocam. Adamın biri çay gibi bir nimete nasıl da saygısızlık eder. Öyle sıradan, normal bir şeymiş gibi hiçbir emeğini katmadan müşterinin önüne bırakır. Oysa hakikatte öyle mi? Hayır... Çay demleyecek kişi önce güzelcene bir abdest alacak hocam. Nasıl ki namazın ön şartı abdest ise çayın da öyle can hocam. Koyacak suyunu sobasına besmele ile. Fokur fokur kaynacak o su. Alacak çay otunu dilinde dualarla, zikirlerle koyacak suya. Zira hocam, o çayın bereketi zikirden gelir. Tadı duadan gelir. İçerken boğazında tatlı bir yanma olur ya hocam? Hah! O tadı herkes alamaz. O tad, gücünü besmeleden alır canım hocam. Başta abdest almıştık ya hocam? Bu çay demleme işi oldu sana ibadet... Bakasın hocam yine bakasın. Bunlar eksik olursa ben müşterinin önüne nasıl çay koyarım? Çay gibi bir nimete bu yapılır mı sen söyle hocam? Allah bana çay satarak rızık veriyor. O işe ben ibadet gözüyle bakmasam nerede benim işimin bereketi ey hocam? Şükürler olsun ki buradan her kalkan dualarla kalkıyor. Bana bu ibadetin önemini hatırlatıyor. Haaa... Şunu söylemesem ayıp olur hocam. Kazandığın malı nasıl temizlersin biliyor musun hocam? Bilirim bilirsin lakin bir de nefslere hatırlatalım bakalım. Malını zekatla temizlenmeyen mümin, malından bereket görmez..."dedi ve kalktı. Müşterileri gelmişti de o yüzden kalkmıştı. Sesi o kadar heybetliydi ki buraya gelen herkes onu dinlemiş oluyordu farketmeden. Dinlemekten de zevk alıyorlardı şüphesiz. Konu Allah olunca heybeti şaha kalkıyordu. Bu adamı işte bu yüzden seviyordum.
Biraz sonra tekrar denizi izlemeye koyuldum. Çayımı ağır ağır yudumlarken ilerde, sahilin tam önünde, taşlara oturmuş bir genç farkettim. Bana göre yan oturmuştu lakin yüzünü yaşlı gözlerimden dolayı tam seçemiyordum. Dudakları kıpır kıpır idi. Ardı ardına bir şeyler mırıldanıyordu. Ellerinde sanırsam bir Kumru kuşu vardı. Genç, ağzından ne mırıldanıyorsa Kumru ona karşılık "HÛ" diyordu sürekli. Bunu ardı ardına tekrarladılar. Merak edip çantamdan gözlüğümü çıkardım ve tekrar onlara baktım. Şimdi çok daha net görebiliyordum. Gencin ağzına dikkat kesilince en sonunda ne mırıldandığını anladım. O "Allah" diyor, Kumru "HÛ" diye karşılık veriyordu. Buna o kadar çok şaşırmıştım ki o gençten gözlerimi ayıramadım. Bunu nereden biliyordu? Kumruya nasıl öğretmişti? Hû deyince aklım Hoca Ahmed Yesevi dönemine giderdi fakat, bu genç, bu geleneği nereden biliyordu? Kimdi bu gencin mürşidi? Beni bu kadar heyecanlandıran genci tanımak istedim. Zira tanımadan sevmek bu olsa gerekti.
Az sonra bana bir telefon geldi. Eski bir öğrencimdi. Yanıma uğramak istiyormuş. Onu Ömer Efendi'nin çay ocağına davet ettim. Çok geçmeden geldi. Zira benim burada olduğumu tahmin ettiği için gelmesi uzun sürmemiş. Bir süre hasret giderdik, çay eşliğinde sohbet ettik. En sonunda dertlendiği mevzuyu açtı.
"Hocam ben aslında sizinle şu nedenden dolayı buluşmak istemiştim. Biz Kudüs ziyareti gerçekleştirmek istiyoruz. Siz daha önce gittiniz, gördünüz, biliyorsunuz. Bize önder ve rehber olmak adına gezimize teşlif ederseniz çok mutlu oluruz."
Hiç düşünmeden kabul ettim. Çok sevindi.
"Hocam bir de sizinle tanıştırmak istediğim biri var müsaadeniz olursa?"
"Estağfurullah, buyur evlat."
Tebessüm etti ve arkasına dönerek birine seslendi; "Osman... Osman?" Diye. Seslendiği kişi baktım ki az önce Kumru ile birlikte beni hayrete düşüren gençti.
Osman bize döndü ve direkt gözlerime baktı büyük bir tebessüm ve saygı ile. Kalbimi öylesine bir huzur kapladı ki şaşkınlığımdan tepki veremedim.
Lakin artık elinde Kumru yoktu. Nereye gitmişti o Kumru? Ben efsun mu görmüştüm yoksa...
- Bölüm Sonu - |
0% |