@m.yaprak_epli
|
Yaradılanı severiz, Yaradan'dan ötürü. (Yunus Emre) Ve... "Allah-u Ekber! Allah-u Ekber!" "Gülistan koş, ezan okundu." "Geldim geldim." Gülistan elindeki su tepsisini bırakıp oturunca hep birlikte dua ettik, birazdan açacağımız oruç için. Ezan bitip de ellerimizi yüzümüze sürdüğümüzde mescide gidip akşam namazının farzını kıldık. Farz ile sünnet arası üç yudumluk Su içtik ki mide kendini yavaş yavaş yemek yemeye hazırlasın, ağır gelmesin. Sünneti de kıldıktan sonra masaya döndük ve besmele çekip iftarımıza başladık. Bugün günlerden perşembeydi. Biz de her zamanki sünnet oruçlarımızdan birini açıyorduk. Doğrusu bugün çok acıkmıştım. Gülistan benim ısrarlarım üzerine karnıyarık yapmıştı. On parmağında da on marifet vardı, harika yapmıştı. Ben cacık, Nisa pilav, Beren de tatlı yapmıştı. Bunları hiç bulamayan, belki bulup da yiyemeyen vardı. Gerçekten ne kadar şükretsek azdır. Elhamdülillah. "Kızlar var ya, ben aşırı heyecanlıyım."dedi Beren ağzı dolu bir şekilde konuşarak. "Niye?"diye sordu Nisa. "Ee artık üniversiteliyiz ya akıllım?" "Ne olmuş üniversiteliysek akıllım?" "Ne demek ne olmuş Nisa? Yeni bir ortam, yeni bir çevre... Daha ne olsun?" "Nedense bende hiç yok o heyecan."dedi Gülistan. "Bende de." Bunu ben söylemiştim. Çünkü üniversitenin İslamiyet'siz olması beni çok korkutuyordu. Daha doğrusu değişmekten ve O'ndan uzaklaşmaktan korkuyordum. İsteyeceğim son şey bile değil Allah'tan uzaklaşmak. Sofrayı toplarken bile gündemde üniversite konusu vardı. Gerçi bugün benle Gülistan'ın sırasıydı ama onlar da ucundan tutmuşlardı işin, sağ olsunlar. Sofra toplama işi bittikten sonra tekrar mescide geçtik ve rahlelerimize Kur'an-ı Kerim'lerimizi koyup sırayla okumaya başladık. Bu bizim bir alışkanlığımızdı. Her ay en az bir hatim yapardık. Aramızda en güzel okuyan ise şüphesiz Gülistan'dı. Ben de her zamanki gibi telefonumu gizliden alıp seslerimizi kaydediyorum. Bu grup keşfedilmeliydi yahu. Harika okuyorduk. Ve en sevdiğim anlardan bir tanesiydi bu yaptığımız mukabele... "İnsanı önünden ve arkasından takip eden melekler vardır. Allah'ın emriyle onu korurlar. Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah'tan başka hiçbir yardımcı da yoktur." 13. cüzün Ra'd suresinin 11. ayetiydi bu güzel sözler. Gülistan'a baktığımda içli içli ağlıyordu. Benim de gözyaşlarım her an akmaya hazırdı ama şimdi izin vermeyecektim. Ne zaman böyle duygulansak yetim olduğumuzu ama sahipsiz olmadığımızı hissederdim. Evet, anne ve babamı tanımayı çok isterdim ama Rabb'im bana hiç sahipsiz hissettirmedi bugüne kadar hamdolsun ki. Galiba birinin bana ihtiyacı vardı. Gülistan'ın hâlâ ağlamaya devam ettiğini görünce dayanamadım, gidip başını omzuma koydum ama o hemen boynuma sarılmıştı. "Merve çok zor!" "Biliyorum kardeşim." Omzumda sarsıla sarsıla ağlıyordu. "Merve keşke..." Kafasını kaldırıp yüzüme baktı. Gözyaşları ardı ardına dökülüyordu. "Keşke onların yerine ben o kazayı geçirseydim ama onlar yanımda olsalardı. Keşke!" "Şşştt! Gülistan artık kendine gel! Rabb'imiz böyle istemiş. Sen de isyan mı edeceksin şimdi?"deyince tekrar boynuma sarılıp ağladı. Gülistan çok sevdiği anne ve babasını bir trafik kazasında kaybetmişti ve hiçbir akrabası ona sahip çıkmamıştı. 10 yaşındayken gelmişti bizim cehennem gibi olan yetimhaneye ama onun gelmesiyle benim için cennete dönüşmeye başlamıştı orası. Nisa ve Beren de dayanamadı ve yanımıza gelip bize sarılınca bu sefer hiçbirini susturamadım. Zaten hep böyle olurdu. Onlar ne zaman ağlasalar, ben teselli etmeye çalışırdım ancak daha da alevlenirlerdi. Sonunda ağlamayı okunan yatsı ezanı sayesinde bırakmışlardı. Zaten abdestli olduğumuz için huşulu bir namaz kıldık. Gülistan namazda da bayağı ağladı. Namazdan sonra gidip üstümüze rahat bir şeyler giydik. Her zaman tercihimdi uzun kollu tişört ve hafif dar eşofman. Saçımı da tepeden bir topuz yapıp salona döndüm ve tabi yine en geç ben gelmiştim. Bugün çay sırası Nisa ve Beren'de olduğu için onlar çay, patlamış mısır ve çekirdeklerle ilgileniyorlardı. Gülistan ise tekli koltuklardan birinin köşesine sinmiş, sus pus oturuyordu. Hemen yanına gidip yanaklarını çektim. "Merve ya!"diye birazcık da olsa gülmüştü nurlu yüzü. Gerçekten Gülistan aramızda en güzel olan kızdı. Bembeyaz nurlu ve güzel yüzünde simsiyah küçük gözlerini saran uzun kirpikleri ve hafif tombul yanakları vardı. Ortalama bir boyu ve kilosuyla pırıl pırıldı. Ona bazen çok özenirdim. En çok da imanına... Yetimhaneye geldiğinde onu çok sık gözlemlerdim çünkü çok dikkatimi çekerdi. Sürekli ibadet eder, hiç konuşmazdı neredeyse ama aynı odada kaldığımız için kısa sürede arkadaş olmuştuk ve öyle bir hale geldik ki artık ne o benden kopabildi ne de ben ondan. Sonra beni en sevgiliyle tanıştırdı. Eskidende namaz kılardım ama kesik kesik. Kur'an da okurdum ancak manasından habersiz. Hep beni ilahi bir gücün koruduğunu ve gözettiğini hissederdim, özellikle de o cadı müdireden. Gülistan'la tanıştıktan sonra aslında Yüce Allah'ı hiç tanımadığımı fark etmiştim. Bana O'nu öyle bir sevdirdi ki, canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki asıl kimliğimi buldum. Namazlarımı hiç bırakmaz oldum. Hatta O'nunla daha da vakit geçirmek için başka hangi namaz varsa onları da kılar oldum. Kılmasam vicdan azabı çekiyordum. Sanki Allah bana gücenmiş gibi hisseder, namazlarımı bırakmaya korkardım. Kur'an-ı Kerim'in manası önce bana ağır gelmiş, sonrasında ise dilimden hiç düşmemişti. Her gün farklı bir Esma-ül Hüsna'yı zikreder oldum. İşte bunun için Gülistan'ın bende yeri çok farklıydı. O benim her şeyimdi. Allah'tan sonra her şeyimdi tabi. En çok ona düşkün olup en çok da ona darılırdım. Geçmişin tatlı anılarından Nisa'nın "Kızlar hadi yerlerinize geçin. Film başlıyor."demesiyle sıyrılmıştım. Perşembe günleri ayrıca bizim film gecemizdi ancak televizyonu ya haber ya da eğitici-İslami film veya programlar izlemek için açardık. Çünkü bize yararı olmayan, özellikle zinalık programlardan mümkün olduğunca yüz çevirirdik. Gülistan beni de yanına alıp başını omzuma koydu ve filme döndü. Bana her zaman "Hiç olmayan kardeşim, hatta ablam gibisin. Rabb'im iyi ki seni bana nasip etmiş, hamdolsun." derdi. Filmden sonra esnemeler iyice artmış, herkes yatmaya gitmişti. Ben ve Gülistan kendi odamıza, Nisa ve Beren de kendi odasına gitmişti. Yatmadan önce ezberimde olan Yasin, Duhan, Vakıa, Secde ve Mülk suresini okudum her gece yaptığım gibi. Yasin'i ölmüşlerimiz için okuyordum. Mülk suresi ise kabir azabına engeldir. Öldükten sonra Mülk suresi sayesinde kabir güzel kokardı. Duhan, Secde ve Vakıa sureleri ise Efendimiz (SAV)'in yatmadan önce okuduğu surelerden olduğu için okuyordum. Son olarak da mescidde iki rekât tövbe namazımı kıldım ve işte o zaman gözyaşı dökmeye başladım, Rabb'imle baş başayken. Haftada da en az iki kere de teheccüd kılardım. Bazen de dünyadan çok yorulup Rabb'imle yalnız kalmak istediğimde de kılardım. Sonunda yatağıma uzandığımda Gülistan bana döndü. "Beni bırakıp gitmezsin değil mi Merve?" "Nereye gideceğim salak! Senden kurtuluş yok ki."deyince gülüp yastığını yüzüme fırlattı, ben de aynısını ona yaptım. Gülistan'la gülüşmeler içinde geçen tatlı bir atışmadan sonra kendimi uykunun kollarına bıraktım. Normalde hiç rüya görmeyen biri olarak o gece çok tuhaf bir rüya gördüm. Öyle bir yerdeydim ki sanki kıyamet kopmuştu da dünya ıssız bir yere dönüşmüştü. Bu tüyler ürpertici yerde tek başıma olduğum için haliyle korkudan tir tir titriyordum. Uzaklardan bir ses geliyordu ama ne dendiğini bir türlü anlayamıyordum. "Merve..." Duyduğum bu sesle korkarak arkamı döndüm hızla. "Merve..." Ses bu sefer önden gelmişti. "Merve..." Tanımıştım bu sesi. Daha önce hiç duymamıştım ama nedense tanıyordum bu sesi. "ANNE?" "Merve..." "Anne neredesin?" "Safa'yı bul Merve..." "O da kim anne? " "Safa'yı bul kızım..." "Safa kim anne? " "Safa'yı bul..." Ter içinde uyandım bu tuhaf rüyadan. Saçlarım, boynum ter içinde kalmıştı. Gülistan'a baktığımda hâlâ uyuyor olduğunu gördüm. Hemen kalkıp çalışma masasının üzerindeki sürahiden su doldurdum ve yere çökerek boğazımı yıkadım. Saat daha yeni bir buçuk olmuştu. O yüzden abdest alıp tekrar yatağıma döndüm. Hazır uyanmışken teheccüd namazı kılmayı da unutmadım. Sonra ne kadar uyumaya çalıştıysam da olmadı. O rüya sürekli gözümün önündeydi. Garip olan ise annemin sesini tanımış olmamdı. Ben onu hiç görmedim ki. Nasıl tanıdım, hâlâ çözmüş değilim. Kendimi bildim bileli hep o yetimhanedeydim. Hem çok yaramaz hem de çok asiydim. Anne ve babamı hiç tanımamıştım ama bir gün o cadı müdireyi çok sinirlendirmiştim. Odasına gizlice girip kurabiye aşırmıştım. O da beni bodruma kilitlemişti. Sırf o gün bana nefretini kusmak için anne ve babama iftira atmıştı. "Sen bir *** 'sin biliyor musun? Ananla baban her *** 'u yiyip seni de paçavra niyetine başıma attılar! Kendini o kadar belli ediyorsun ki. Senden nefret ediyorum karaçalı!" Bana "karaçalı" derdi o cadı ve benden nefret ederdi. O gün o sözleri söylediğinde yıkılmıştım, donmuştum, şoka girmiştim. O kapıyı çarpıp gittikten sonra sabaha kadar ağlamıştım ama sonradan kendi kız kardeşi aynı zamanda süt annem söylemişti o sözlerin yalan olduğunu. O zamanlar çocuğu olmadığından beni bağrına basıp emzirmiş hatta evlat dahi edinmek istemişti ama cadı müdire bırakır mıydı hiç? Buna da engel olmuştu bir şekilde. Annemle babamın çok ilginç bir öyküsü varmış. İkisi de üniversitede tanışmışlar ve birbirlerine aşık olmuşlar ama aileler sorun çıkarmış. Özellikle de annemin ailesi. Babam fakir ve imanlı olduğu için kız vermek istememişler. Onlar da bir süre ayrı kalmışlar ama sonra dayanamayıp kaçmışlar yurtdışına. Annemin ailesi onu evlatlıktan reddetmiş. Sonra ben doğmuşum. Bir yıl sonra falan annemle babamı orada müslüman sevmeyen bazı caniler katletmişler. Annemin annesi de beni tanıdığı bir arkadaşının yetimhanesine vermiş. O cadı müdirenin ellerine! Yıllar sonra lise son sınıfken o cadı müdirenin benden sakladığı bir şeyi daha öğrenmiştim. Miras konusunu! Anneannem ölünce hiç varis olmadığı için devlet bana vermiş mirası ancak o cadı müdire hem benden saklamış hem de paraları gizlice yemişti. Bunu açığa çıkaran da yine kız kardeşiydi. O yüzden cadı müdire kız kardeşini de pek sevmezdi, dürüst olduğu için. Miras bana teslim edilince yarısını bizim gibi olan yetimlere vermiş, yarısını da bizim için ayırmıştım. Önce tek katlı şirin bir ev almış, sonra da kısa zamanda o cehennem gibi olan yetimhaneden ayrılmıştık. Paranın geri kalanı hâlâ bankadaydı. Acil bir durum karşısında kullanıyor, onu dışında çalışmayı tercih ediyor, Yüce Allah'ın çalışan kullarını sevdiğini biliyorduk. Tabi bu olanlar -miras dışında- Gülistan gelmeden önceydi. O geldikten sonra asiliği bırakıp sabrı ve sessizliği kendime hayat felsefesi edinmiş ama yaramazlığımı bırakamamıştım. Çoğu zaman bilmeyerek oluyordu ama neyse... Ve şu Safa... Kimdi ki bu Safa? Benimle ne ilgisi olabilirdi acaba bu Safa'nın? Bunları düşüne düşüne daldığım uykudan sabah ezanının ve Gülistan'ın sesiyle uyandım. Her zaman en erken o kalkardı zaten. Kızlarla birlikte kıldığımız huşulu bir sabah namazının ardından uyumaya gitmiştim ama Gülistan tutturdu güneşin doğuşunu izleyelim diye. Ne güzel uyuyacaktım ama kıramıyorum işte bu şefkate muhtaç, yürekli kızı. Dışarı çıkıp evin yakınlarındaki sahile gittiğimizde güneşin doğuşunu izlemekle kalmayıp videoya alırken Gülistan bu huzur veren manzaraya odaklanmıştı. Haksız da değildi. O kadar güzeldi ki. Allah'ın eserleri bas bas bağırıyordu "Allah-u Ekber!"diye. Sabah sabah güneşin doğuşunu izleyen yalnız biz değildik. Büyük sahilin orada ellerini kapüşonuna koyan genç bir adam da bu güzelliği büyük bir dikkatle izliyordu. Belki de şu an tefekkür edip "SübhanAllah!" diyordur. Ben ise sadece "MaşaAllah!" diyordum. Etrafta bizden başka kimsecikler yoktu. Zaten daha çok erkendi. Muhtemelen herkes uyuyordur şu an. Bu kadar yeter deyip eve döndüğümüzde tekrar yatağıma gitmeye niyetlenmiştim ama Gülistan anne ve babalarımız için Yasin okumayı teklif etmişti. Nasıl hayır diyebilirdim ki? Sabah saat sekizi bulduğunda ise işe gitmek için evden ayrıldık. İki yıldır çok yakın bir arkadaşımızın teyzesinin kafesinde garsonluk yapıyorduk ama bu kafe diğer kafelere benzemezdi. Bay, bayan ve aile diye üç kısma ayrılırdı. Biz genellikle bayan bölümünde çalışır, ihtiyaç olduğunda da diğer bölümdekilere yardım ederdik. Bugün yine öyle bir durum yaşamıştık. Cuma namazı için camiden döndükten sonra Nisa ihtiyaç olduğu için bay bölümüne gitmişti. Fazlasıyla kalabalıktı çünkü. Yetişemiyorlardı. O sırada olanlar oldu ve Nisa'yı genç bir adamla tartışırken bulduk. Çocuk Nisa'nın elinde bulunan tepsideki tüm meyve sularını onun üzerine dökmüştü. "Lütfen kusura bakmayın. Sizi görmedim." "Yok, önemli değil. İnsanlık hali. Üzülmeyin." "Ancak ben kendimi çok kötü hissediyorum. Lütfen elbisenize ve kafeye verdiğim hasarı karşılamama izin verin." "Yok. Gerçekten mühim değil. Sizin özrünüz ve inceliğiniz bizim için yeterli." "Israr ediyorum. Lütfen kabul edin. Kapansın bu konu." "Ama-" "Kabul et işte kızım. Bak, beyefendi ısrar ediyor. Onu kırmak olmaz şimdi." Bunları söyleyen kafenin sahibi, Neriman teyzenin kocası Berkan amcaydı. Neriman teyzeyi ne kadar seviyorsam Berkan amcadan da bir o kadar hazetmezdim. Gözü paradan başka hiçbir şey görmezdi. Neriman teyze gibi düzgün bir hanımefendi bu adamla nasıl hayatlarını birleştirmişti? Yazık! Şimdi de buldu zengin müşteriyi kaçırır mıydı hiç? Hayır, anlamıyorum! Para seninle mezara mı gelecek be adam? Nedir bu kadar uğraş? Ne diyeyim, Allah ıslah etsin. İşin sonunda çocuk hem Nisa'nın hem de kafenin numarasını almış, konu da burada kapanmıştı. Saat 16.00'yı bulduğunda dergâha gittik işten sonra. Bugün cumaydı ve dergâhın sahibi Sümeyye hoca her cuma akşamı konuklarını çağırır ve resmen İslami bir şenlik verirdi. Bizlere her zaman cuma günlerinin çok hayırlı ve özel bir gün olduğunu, bu günü özel geçirmemiz gerektiğini söylerdi. Cuma gününde öyle bir vakit vardır ki, her ne dua edilirse kabul olunurdu. Cumanın bereketi ve hayrı perşembe ikindiden sonra başlar, cuma ikindiye kadar sürerdi. Biz de küçüklüğümüzden beri bu dergâhta üyeydik. Burası öyle bir dergâhtı ki, kendimizi Peygamber Efendimiz (SAV) döneminde hissederdik. Ben öyle hissederdim. Öncelikle kocaman bir binası olan dergâhımızda bir sürü insan görev alır -küçüğünden büyüğüne- ve bu insanlar çeşitli gruplara ayrılır, öyle iş yaparlardı. Biz de ayrı gruplardaydık. Ben ilahi grubunda, Gülistan Kur'an-ı Kerim okumada, Nisa sohbet grubunda ve Beren de organizasyon grubunda görevliydi. Konferans salonu bayanlarla dolunca Sümeyye hoca çıkıp her zamanki gibi kısa bir konuşma yaptı. Sonra sohbet grubu çıkıp bugünkü konumuz olan 'İslam'da kadının yeri' hakkında sohbet, konuşma ve şiir okuma yaptılar. Konuklar sıkılmasın diye aralarda ikramlarda bulunuldu. Ardından biz ilahi grubu çıkıp Ensar kardeşler'den 'O diyarın sakinleri' adlı parçayı seslendirdik. Bizden sonra Kur'an-ı Kerim okunuldu ve kulaklarımızın pası silindi. Sonra biz yine çıktık ve Hasan Dursun'dan 'Nakşibendi'n dervişleri' adlı parçayı seslendirdik. En son Sümeyye hoca tekrar çıkıp kısa bir konuşma yaptı. Yatsı namazından önce yemekler yenildi. Namazımızı da kıldıktan sonra program bitti. Tabi biz de... *** "Merve..." "Anne?" "Safa'yı bul Merve!" Yine aynı rüya! Bugün görene kadar unutmuştum o rüyayı ancak ben unuttukça kendisini bana hatırlattırmaya çalışıyor gibiydi. Enseme yapışmış bir karabasan gibi rahat bırakmıyordu. Manası ne olabilirdi bu rüyanın? Acaba annem yerinde huzurlu değil miydi? Bana bir şey mi anlatmaya çalışıyordu? Nedir bu Safa mevzusu? Annem neden hep bu cümleyi tekrar edip duruyordu? "Safa'yı bul Merve..." -Bölüm sonu- |
0% |