@m.yaprak_epli
|
İnsan söylediği sözün mahkûmu, "Rahat bırakın lan artık bu kızları!"diyen Hamza'ya döndü gözlerim. "Yoksa ne olur?"der demez Hamza, Çağlayan'a kemikli bir yumruk attı. O yumruğu ben yemiş olsaydım herhalde şimdi komaya girerdim. Bundan geri kalmayan Çağlayan da Hamza'yı çok kötü yumruklamıştı. Daha sonra Yağız ve adını bilmediğim, Çağlayan'ın diğer arkadaşlarıyla Hamza'nın arkadaşları birbirine girdi. Hayatımda ilk defa bir erkek kavgasına bu kadar yakın şahit olmuştum ve üzücü olan ise bu kavganın benim yüzümden çıkmış olmasıydı. Sonunda kavga hocaların ve birkaç üst sınıfın erkekleri sayesinde sonlanmıştı. Bununla birlikte piknik de bitmişti. Gitmeden önce Çağlayan bana öylesine kötü bakmıştı ki ilk defa ondan bu kadar tırstığımı hissetmiştim. Ayrıca yüzünde hiç yara izi görememiştim. O kavgadan sonra nasıl bu kadar sağlam çıkmıştı, aklım almıyordu bir türlü! Oysa Hamza'nın kaşı ve dudağı patlamıştı. Bu çocuk dokuz canlı mıydı? Ertesi gün okula gittiğimizde dekan odasına çağrılmıştık. Bu sefer üçümüzün arasında Gülistan da vardı. Çağlayan, Gülistan'dan özür dilemişti Muhammed hocanın ısrarıyla. Ve bunu sırf beni sinir etmek istediği için yaptığını söyleyip daha da şaşırtmıştı bizi. Beni kışkırtmak için mi kardeşime sarkmıştı yani? Bir kez daha uyarı aldıktan sonra ayrılmıştık odadan. Dekan hanım özellikle beni uyarmıştı. Eğer bir kez daha şikâyet alırsa bursumun tehlikeye gireceğini söyledi. Beni şaşırtan şey ise Çağlayan'a hiç laf etmemesiydi. Hâlbuki en suçlu olan o değil miydi? Tabi zengin öğrenciyi elinden kaçırmak istemiyordu haliyle. Ön yargılı davranıyor olabilirdim, ancak şu anki tablo tam da bunu gösteriyordu. *** Bir sonraki gün derslikten içeri gireceğim sırada ayakkabı bağcıklarımı yapmak için diz çökmüştüm. Kalktığımda biri bana sertçe omuz atmıştı. Yine kim miydi diye tahmin etmeye gerek yoktu. Tabi ki de Çağlayan'dı! "Sen var ya..." Canımın acısıyla ağzımdan çıkan sözleri son anda fark edip durdurmuştum ancak Çağlayan'ın durmasına engel olamamıştım ne yazık ki. O kadar sessiz söylememe rağmen nasıl duyabilmişti beni? Arkasına dönüp "Evet, ben var ya ne, ne söyleyecektin?"dedi gayet sakin konuşarak. Onu görmezden gelip amfiye yönlendirdim adımlarımı ama kolumu sertçe tutup kendisine çekmesiyle göğsüne yapıştım bir anda. Piknikte beni öyle bir düşürmüştü ki kolumun acısı hala tazeydi ve aynı kolumu sıkması hem canımı yakıyor hem de rahatsız ediyordu. Ayrıca ikimizi günaha da itiyordu. "Sana bir soru sordum!" "Kardeşim lütfen kolumu bırakır mısınız? Bu yaptığınız hiç doğru değil!" "Önce bana bir cevap ver!" "Kolumu bırakırsanız size cevap veririm." Elini yavaşça geri çektiğinde aramıza uygun mesafeyi koyup kolumu ovdum hızlı hızlı. Acımasız adam! Kolum limon değil ki bu kadar sıkarsın! Çağlayan'ın kolumdan yüzüme doğru akan bakışları arasında boğazımı temizledim ve cevap verdim. "Ben..." "Evet?" "Lütfen tekrar kızmayın. Sadece duymak istediğiniz için söylüyorum." "Tamam kızmayacağım. Hadi söyle!" "Neden sürekli benimle uğraştığınızı anlayamıyorum kardeşim." "Haklı sebeplerim var ve bana kardeşim deme!" "Ne gibi?" "Sana söylememi beklemiyorsun herhalde?" "Ama bu aramızı düzeltecek bir fırsat olabilir." "Benim seninle aramda hiçbir şey olamaz. Olsa da düzelmesini istemiyorum. Sen benim için bir eğlence kuklasından başka bir şey değilsin çirkin ördek yavrusu!"dedi sert ve soğuk ses tonuyla. Bu son cümlesiyle daha fazla konuşmaya gerek duymadan adımlarımı tekrar amfiye yönlendirdim. "Ama olur da söylemek istersem ilk senin haberin olacak, merak etme!"dedi yerimde durmama sebep olarak. Bu kadar sert ve imalı konuşmak zorunda mıydı? "Neyi?"diye sessizce mırıldanmıştım. "Benim de emin olmak istediğim şeyi."dedi dudaklarına donuk bir tebessüm kondurarak. Bu tebessüm o kadar soğuk bir tebessümdü ki insanın kanını donduracak cinstendi. Amfiye girdikten sonra bile Çağlayan'la yaptığımız garip diyalog hâlâ aklımdaydı. Acaba neden bu kadar şifreli konuşuyordu? Oysa her şeyi açıkça anlatsa belki aramızdaki husumet biterdi. Ders bittikten sonra Mert istişare yapmak için beni kütüphaneye çağırdı ancak tek başıma gitmek istemediğimden Ayşe'yi de çağırmıştım. Sağ olsun ki beni kırmamıştı. Kütüphaneye gittiğimizde Mert'in karşısına yan yana oturmuştuk. Sessiz bir şekilde konumuzu konuşurken bir anda Ayşe'nin telefonu öttü. Ses ortamda yankılarken karşı masadan Çağlayan'ı fark etmiştim. Telefonun çalışıyla o da bizi fark etmişti. Her zamanki bakışlarıyla bizi ezmeye çalışıyordu. İğrenti ve alaylı bakışlarıyla! "Kim?" "Annem. Hemen dönerim." "Tamam." Ne kadar gitmesinden rahatsızlık duysam da Ayşe'nin bir an önce döneceğini umarak sakin olmaya çalıştım. "Çok güzel gözlerin var."dedi Mert birden. Bana mı yoksa başka birine mi söylemişti diye sağıma ve soluma baktım ama kimseyi göremedim. Bana söylemiş olamazdı herhalde. "Öyle bir şey söyledin ki kız acaba başkasına mı söyledi diye etrafına bakıyor."diye gülen Çağlayan'ın sesi ulaştı kulaklarıma. Ne ara arkamda bitmişti bu çocuk? O kadar yakına gelmişti ki yerimden kalkmak zorunda kalmıştım. "Çirkin ördek yavrularının gözleri ne zamandan beri güzel oluyor?"dedi ve küçümseyerek uzun uzun baktı yüzüme. Bundan rahatsızlık duyduğum için sessizce Mert'e "Sonra konuşuruz inşaAllah."deyip çantamı aldım buradan gitmek için ancak Çağlayan'ın önümde biten gövdesiyle gerilemek zorunda kaldım. "Bak görüyor musun? Utandırdık kızı. Olmayan güzelliğinden dolayı utanıyor kızcağız."deyince içeridekileri hafif bir kıkırdama almıştı. Çok şükür ki onun da telefonu çalınca mecburen gitmek zorunda kalmıştı. "Merve..." Mert'in üzgün çıkan ses tonuna karşı yumuşak davranmaya çalıştım. "Sorun değil kardeşim. Sonra konuşuruz."deyip öbür kapıdan çıktım sırf Çağlayan'la karşılaşmayayım diye. Öğleden sonra derslerim boş olduğu için dergâha gitmiştim. Sümeyye hocayla şu rüya konusunu konuşmak istiyordum. Belki bana bir yardımı dokunabilirdi. Kızları da aramıştım haber vermek için ama cevap gelmeyince derste olduklarını düşünerek çok üstelememiştim. Kızları düşünürken Sümeyye hoca devam etti konuşmasına. "Demek sürekli 'Safa'yı bul!' diye tekrarlıyor öyle mi?" "Evet hocam." "Bak Merveciğim, kesin bir şey söyleyemem ama rüyanın ısrarına bakılırsa bu senin geleceğini ilgilendirebilir. Tabi kaderini de!"deyince ürkmüştüm yine şu rüyadan. "Bu Safa denilen kişi senin belki eşin, belki de herhangi bir yakının olabilir ve rüyanın kasvetine bakılırsa bu Safa zorlu bir imtihanın da olabilir. Tabi bunlar benim kendi yorumlarım. Kesin fetva vermemek gerekir. Sen her zaman Allah'a yakın ol yavrum." Akşam yatağıma başımı koyarken aklımda Sümeyye hocanın söylediği bu sözler vardı. Uyuduğum zaman da herhangi bir Safa rüyası görememiştim. Haftanın okul için son günü olan biricik cuma sabahına uyandığımda kızların çoktan çıkmış olduklarını fark ettim. İlk dönemden bu kadar yoğun ders saatleri varsa diğer dönemleri düşünemiyordum. Allah'tan benim derslerim o kadar yoğun olmuyordu. Ya çok erken çıkardım okuldan ya da okula çok geç giderdim. Nazar değmezdi inşaAllah bu düzene. Güzel bir kahvaltının ardından bu güzel havada okula kadar ilahi dinleyerek yürümüştüm. Bugün keyfim yerindeydi çok şükür. Tabi bunda havanın güzel olmasının etkisi de vardı. Böyle havalar insanı kasvetten kurtarırdı gerçekten. Dersin başlamasına daha zaman olduğu için kantine gittim ve ders saatinden dolayı sakin olmasını umuyordum ancak ne çok kalabalık ne de çok sakin çıkmıştı. Buna da şükürdü. Çayımı alıp en sakin ve en uzak masaya geçtim ve kitabımı okumaya başladım ama okuduklarımdan hiçbir şekilde, hiçbir şey anlayamıyordum. Yan tarafımdaki masada oturan kızların sesleri tüm okuduklarımı birbirine karıştırıyordu. "Bir kere baksa yüzüme, bir kere ya! Valla gidip oruç tutardım." "Kızım bu çocuklar böyledir işte. Yakışıklılar diye kimsenin yüzüne bakmazlar. Hele şu Çağlayan yok mu? Bazen benden güzel olduğu için kıskançlıktan patlıyorum ama çocuk taş be!" "Ben de ona yanıyorum ya! Bu kadar yakışıklı olmasa yüzüme bakmıyor diye üzülmezdim belki." "Şu Yeliz cadısına baksana? Resmen ağzına düşecek çocuğun. Sarı çıyan!" "Çağlayan benim sevgilim olsaydı bırakır mıydım hiç ona yaklaşmasına? Valla ağzını caaartt diye yırtardım." "Yavaş ol kızım, duyacaklar!" Gülsem mi şaşırsam mı bilemedim? Allah akıl fikir versin. Acaba bunlar Çağlayan'ı tanısalardı yine böyle konuşabilirler miydi, merak ediyorum. Dedikodularından bıkkınlık duyduğum için çayımı içip kalktım. Nefret ediyordum gıybetten. Kardeşinin ölü etini yemek isteyen herkes dilediği gibi çiğnesin böyle kul haklarını. Diyeceğim bir şey yok ne yazık ki! Allah hepimize hidayet yollarını açsın. (Âmin) Ancak bir konuda haklılardı. Yeliz gerçekten cadıydı. Yarım ay masasının yanından geçerken bana çelme takmasıyla ileriden geldiğini fark edemediğim Çağlayan'ın üzerine düştüm ancak öyle bir düşmüştüm ki iki dudağım yumuşacık olan yanağına yapışmıştı. Hem hani bu çocuk oturuyordu? Yeliz'in ona sırnaşması için oturması gerekiyordu. O kızlar öyle dememiş miydi? Ne ara kalkmıştı bu çocuk? Allah'ım! Resmen günah üstüne günah işliyorduk! "Ee çekil üzerimden be iğrenç yaratık!"diye beni hızla üzerinden atan Çağlayan, benimle birlikte sinirle ayağa kalkmıştı. Eyvah! Yine olay çıkacaktı kesin. "Sen nasıl beni öpersin çirkin ördek yavrusu!"diye bağırdığı sesinden şaşkınlık akıyordu. "Ka-kardeşim be-ben..." Utancımdan ve şaşkınlığımdan doğru düzgün konuşamıyordum bile. "Çağlayan sen bana bırak. Ben şimdi ona haddini bildiririm!"diyen Yeliz'e sövmeden edemedim. Onun yüzünden olmuştu bütün bunlar. "Hayır Yeliz! O seni öpmedi. Beni öptü. Hem de iznim olmadan!" Eğer şokta olmasaydım Çağlayan'ın bu sözlerine gülebilirdim. Ne saçmalıyordu bu yahu! Sanki bilerek yapmıştım ve ne öpücüğünden bahsediyordu? Adı üstünde bir yanlış anlaşılma. Yanlış! Öpme falan yoktu ortada! "Neden öptün beni?" "Yan-yanlışlıkla ol-oldu." "Tabi canım! Hep de yanlışlıkla oluyor nedense? Ben de seni öpsem çok mu hoş olur?" Bu sözleriyle gözlerim deli gibi büyürken yine kekelememe engel olamadım. "Öz-özür... Özür dilerim kardeşim. Çok haklısınız. Lütfen beni affedin."deyince hafif güldüğünü gördüm. "Bir git ya! Belasın çirkin ördek yavrusu."diye gülerek çıktı kantinden. Ne yani? Dalga mı geçiyordu benimle sabahtandır? Çağlayan gider gitmez Yeliz'in öldürücü bakışlarıyla karşılaştım. "Bilerek öptün onu değil mi şıllık!"diye omzumdan ittirdi beni. Neden herkes "öptün"diyor? Bilerek olmamıştı ki! "Hayır kardeşim. Beni düşürdüğün için..." "Bak bir de yalan söylüyor ya! Ben ne zaman düşürdüm seni? Kara lâhana!" "Ama-" "Seninle sonra hesaplaşacağız, merak etme! Sadece bekle."dedi öldürücü bakışlarını atarken. Sonra da Çağlayan'ın peşine takılıp gitti. Allah'tan sabır dileyerek sınıfıma geçtim. Tam da keyifli bir gün diyordum. Kendi kendime nazar değdirmiştim ancak olanları düşündükçe daha da utanıyor ve kendime kızmadan edemiyordum. Ne diye o masanın yanından geçmiştim ki? Şimdi ben insanların yüzüne nasıl bakacaktım? İnsanları bırak, Allah'ın huzuruna nasıl çıkacaktım ama bilerek olmamıştı ki. İrademiz dışında olmuştu bu olaylar. Ne kadar suçum olmadığını bilsem de çok kötü hissediyordum, ne yapayım? Okuldan yine erken ayrılıp evde akşam yemeği yapmaya vermiştim kendimi. Kızlar şimdi çok aç olmalılardı. Ailemdi onlar benim, göz bebeklerimdi. Onlar için her şeyi yapardım. Tabi Allah rızasını gözeterek. Yemeği bitirdikten sonra kanepeye uzanıp bugün okuyamadığım Ali Erkan Kavaklı'nın 'Sevdanın Kanatları' adlı kitabımı okumaya başladım. "Aslında herkes bir dahidir. Bütün bilgi, gerekli olan her şey içimizdedir. Yapmamız gereken şey içimizdeki dahi çocuğun dışarı çıkmasına izin vermektir. Bunun içinde sol beynin bize sürekli telkin ettiği 'yapamam' duygusundan uzaklaşmalıyız. Bir beş dakika sonra kapı kilidinin açıldığını duydum. "Merve?" "Efendim Gülistan?" Gülistan'ın endişeli bakışları arasında uzandığım yerden kalkıp kızların yüzüne baktım tek tek. Ne oluyordu yahu? "Duyduklarımız doğru mu?"dedi üçü aynı anda. "Ne duydunuz ki?" "Çağlayan'ı öptüğün doğru mu?"dedi Beren. "Ne?" "Evet. Tüm okul bunu konuşuyor. Oldu mu öyle bir şey?"dedi Nisa. "Kızlar aslına bakarsanız pek öyle değil. Şu her zaman yanında olan kız var ya..." "Eee?"dediler yine aynı anda. Niye bu kadar heyecanlanmışlardı ki sanki? "Yeliz midir, nedir adı? Bana çelme taktı. Ben de Çağlayan'ın üzerine düştüm."diye açıklamada bulundum kendimce. İnşaAllah açıklayıcı olmuştur. "Eee bu olayın neresinde öpme hadisesi var?"dedi Gülistan. "Şey kızlar..." Uygun bir kelime bulamayışımla ensemi kaşıdım. Utancımdan nasıl söyleyeceğimi bilemiyordum. Yüzüm alev alev yanıyordu. "Ne?"dediler yine birlikte. "Ben düşerken nasıl olduysa birden ağzımı onun yanağının üstünde buldum."dememle salonumuzda bir kahkaha tufanı koptu. Kızların ilk defa bu kadar katıla katıla güldüğünü görüyordum. Ne vardı bunda bu kadar gülecek, hiç anlamamıştım ama ben de gülmeye başlamıştım. Neden güldüklerini bilmediğim halde neden güldüğümü de anlayamamıştım. Bugün hepimizin kafası bir hoş olmuştu herhalde. "Bir de... Bir de diyor ki ağzım yanağının... Yanağının üstündeymiş!"diyen Nisa'yla birlikte tekrar bir kahkaha dalgası almıştı hepimizi. Gerçekten böyle söyleyince bana da komik gelmişti. Uzun, kahkahalı bir akşamın ardından kitabımı bitirmiş olmanın sevinciyle kendimi uykunun gel diyen kollarına bıraktım ve "Safa" rüyamı yine göremedim. Sabah namazından sonra bilincim yavaş yavaş uykuya teslim olurken iç sesimin konuşası gelmişti. "Ne oldu Merveciğim? Safa'nı mı özledin?" *** Hafta sonu yine iş aramaya çıkmıştık ancak ya işletmeciler bizi beğenmiyordu ya da biz onları uygun bulamıyorduk. Tam ümidimizi yitirmişken ünlü ve başarılı bir organizasyon şirketiyle anlaşmıştık. Hafta sonları herhangi bir düğün, nişan, davet, sünnet gibi özel günlerde biz bir tür garsonluk görevi üstlenecek veya ek başka bir işler yapacaktık. İşletme sahibi de zaten böyle çalışacak elemanlar arıyormuş meğer. Ancak özellikle belirtmiştik, eğer davetler alkollü veya uygunsuz ise işi bırakacaktık diye. O da bu işlere zaten karşı olduğunu ve işini bu amaçla kurmadığını söyleyerek gözümüzde daha da büyütmüştü kendisini. Böylece hafta sonu bir davette işe başlamak üzere anlaşmaya varmıştık. Davetin veriliş amacını takdir etmiştim. Bu daveti veren kişiyi de. Oruçlu bir pazartesi sabahına uyandığımızda hazırlanıp okula gittik. Okul açılalı henüz iki ay olmuşken havalar daha da güzelleşiyordu sanki. Özellikle de yağmur yağdığında. Bu düşünceler içinde sınıfa girdiğimde herkes bana tuhaf tuhaf bakmaya başladı, nedenini anlayamadığım bir şekilde. Bazıları da aralarında fısıldaşmaya başlamıştı. Tabi buna fısıldaşmak denirse! "Kızım bu muymuş Çağlayan'ın sevgilisi, emin misin? Bu kız çok çirkin! Gerçi bir kıza da hiç benzemiyor." "Valla ben de şoktayım senin gibi ama öyle duydum kızlardan." Ne! Sevgili mi? Cidden mi? Küçük bir yanlış anlaşılmanın bu derece büyümesini tahmin etmeliydim. Adı üstünde dedikodu! Ders saatleri boyunca hep aynı muhabbetleri işitmekten yorulmuştum. Bazı kızlar yanıma gelip "Nasıl başardın bunu?"diyordu. "Çağlayan'ı diyorum, elde etmeyi nasıl başardın?" "Kardeşim bir yanlış anlaşılma olmuş olmalı. Sandığınız gibi bir şey yok." "Hadi be! Yeme beni!"diye de azarlıyorlardı. Kimse inanmıyordu öyle bir şeyin gerçek olmadığına. Öğlen arası olunca hemen Gülistan'ın sınıfına gittim. Abdestim bozulduğu için belki bir abdest tazeleriz diye düşünmüştüm. Gözüm amfide Gülistan'ı ararken Hamza'da takılı kalmıştı. Gülistan'la aynı sınıftalar mıymış? Demek o yüzden İslami etkinlik yaparken hep birlikte hareket ediyorlardı? Hamza'nın adına da, kendisine de hayrandım doğrusu. Böyle bir evlat yetiştirene helal olsun, hem de böyle bir zamanda. MaşaAllah! Yine düşünce âleminden Gülistan çıkarmıştı beni. "Merve?" "Efendim Gülistan?" "Okul dedikodu kaynıyor. Herkes sizden konuşuyor." "Hadi ya?" "Valla. Ne yapacaksın?" "Ne yapabilirim ki? Böyle bir dedikodu nasıl çıktı onu da anlamadım ya neyse." "Ben Yeliz'den şüpheleniyorum. Günahını almak istemiyorum ama aklıma o ve Çağlayan'dan başka kimse gelmiyor." "Ne yalan söyleyeyim, benim de. Bu arada senle Hamza kardeşim aynı sınıfta mıydınız Gülistan?" "Evet öyle." "Neden bana daha önce söylemedin?" "Niye söyleyeyim, o kim ki!"deyince şaşkınlıktan cümle kurmayı unuttum bir an. Bu öfke neydi şimdi? Acaba tartıştılar mı ki böyle davranıyor? Asla bu üslupla konuşurken görmemiştim onu. Şaşırmamı gayet normal buluyordum kendimce. Bu şekilde konuşa konuşa gidip bitirdiğimiz abdest nimetinden sonra Nisa ve Beren'le birlikte mescide giderken Muhammed hocayı erkekler mescidine girerken görmüştüm. Ben bu hocayı boşuna sevmiyordum ya. O ve Hamza benim, daha doğrusu bizim kurtarıcımızdı. Huşulu kıldığımız namazın bizde bıraktığı huzur duygusu eşliğinde derslerimize geri döndük. İşletme bölümünden bir kız yanıma gelip kantinde buluşmak ve soru çözmek istediğini söyleyince ders bitiminden sonra adımlarımı kantine yönlendirdim ancak daha girişte gördüğüm kavga ilerlememe engel olmuştu. Çağlayan bir çocuğu ölümüne dövüyordu. Üst üste attığı yumruklar sanki bana değiyormuş gibi elim yanağıma gitmişti ve işte o zaman Çağlayan beni fark edip ölümcül, bir o kadarda ürkütücü bakışlarını üzerime yollamıştı. Dövdüğü çocuğu bırakıp bana doğru gelmeye başladığı an sadece donup kaldım. Hiçbir tepki veremedim. Aynı şekilde kolumu sertçe kavrayıp oraya doğru götürdüğünde de bir tepki veremedim. Şokta olsam gerek, vücut fonksiyonlarım harekete geçmiyordu bir türlü. "Bu mu benim sevgilim lan ha? Bir kıza bile benzemeyen bu yaratığa mı sevgilim diyorsun?"dedi dövdüğü çocuğa bağırarak. Eş zamanlı olarak kolum her dakika daha da çürüyordu elinin altında. "Kıyafetleri gibi yüzü simsiyah olan bu kızı bırakın sevgilim yapmayı, evime hizmetçi dahi almam. Duydunuz mu lan hepiniz?"dedi bu sefer tüm kantine bağırarak. Kimse korkusundan laf dahi edemiyordu ona. Bunu hepsinin yüzünde görebiliyordum ve hak da veriyordum. Çünkü benim de korkudan vücut fonksiyonlarım hâlâ geri dönmemişti. Söylediklerinin anlaşıldığından emin olan Çağlayan'ın elini kolumdan bileğime doğru akışını hissettiğimde o zaman tepki verebilmiştim ancak artık çok geçti. Çünkü çoktan beni peşinden sürüklemeye başlamıştı bile. Bir üst kata çıktığımızda beni sertçe duvara fırlatıp boğazıma yapıştı. Tek eliyle ayaklarımı yerden kesen Çağlayan'ın şu an ne yapacağını kestirmek gerçekten zordu. Hamza, Muhammed hoca ya da kızlar da yanımda yoktu. Nisa ile Beren zaten öğleden sonra eve gitmişlerdi. Beni öyle kuytu bir yere getirmişti ki çıkışı sorsalar herhalde bilemezdim. Bunları düşünmeyi bir kenara bırakıp boğazımın üstündeki damarları kabarmış, pürüzsüz eline baktım bilinçsizce. Nefesim eli altında sıkışırken aslında beni hayatta tutabilen önemli başka bir fonksiyonumun değerini şimdi daha iyi anlamam utandırmıştı beni. Bu düşünce de başka bir kenara kayınca nefesime odaklandım. Nefesim azalıyordu ve ben artık Çağlayan'ın katilim olacağından şüphelenmeye başlamıştım. Çünkü şu an yüzünde sadece acımasızlığını görebiliyordum. Nefesimi benden almak isteyecek kadar acımasız... -Bölüm sonu- |
0% |