Yeni Üyelik
9.
Bölüm

~9.Bölüm~

@m.yaprak_epli

Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.
(Hz. Muhammed-SAV)

"Arkadaşlar bildiğiniz gibi düzlemdeki her bir noktaya bir (a,b) sıralı ikilisi, her bir (a,b) sıralı ikilisine bir nokta karşılık gelir. Eğer bir A noktasına karşılık gelen sıralı ikili (a,b) ise a reel sayısına A nın apsisi, b ye de ordinatı denir."

Muhammed hocanın anlattığı ve en sevdiğim derslerden biri olan Analitik Geometri dersini bile doğru düzgün dinleyemiyordum. O kadar yorgun ve bitkin hissediyordum ki dünkü gibi en arkaya geçip başımı sıraya koymuştum.

Arka sıraya geçme nedenlerimden biride Elif'ti. İki gündür yerime oturduğu için ben de mecbur tek boş olan yere geçiyordum. En arka sıraya. Elif'in bana gıcık olduğunu biliyordum. Herkes bana gıcıktı zaten! Ne yapıyorsam artık?

Pazar günü iş başı yapmak için gittiğimiz davette sırf o gün Çağlayan yanımda diye kollarımı sıyıramamış ve her yerim ıslanmıştı. Haliyle de hasta olduğumla kalmıştım. O gece eve gittikten sonra yatağımda o kadar çok titremiştim ki sabah büyük bir halsizlikle namaza kalkmıştım.

Bugün daha da kötüydü. Parmağımı kaldıracak halim yoktu. Ara sıra midem de bulanmıyor değildi. Rabb'im tüm hastalarımıza şifa versin.

Aslında bugün okula gelmeyecektim ama bu kadar da kötüleşeceğimi düşünememiştim.

"Düzlemde A ve B noktaları verildiğinde bunlar arasındaki uzaklık (AB) sembolü ile gösterilir. Tamam arkadaşlar, gelecek derste görüşürüz. Şimdilik çıkabilirsiniz."

Sonunda ders bitmişti ama bu daha günün ilk dersiydi. Geri kalanlara bu halimle dayanabileceğimi hiç zannetmiyordum. Allah yardımcım olsun.

"Merve?"

Kapıdan çıkmak üzereyken Muhammed hocanın sesiyle arkama döndüm hemen.

"Efendim hocam?"

"Dünden beri derslere pek katılmıyorsun. Bir sorun yoktur inşaAllah?"

"Yok hocam. Biraz hastayım da o yüzden katılamadım. Özür dilerim."

"Geçmiş olsun. Neyin var? Sesin de kısılmış hafif."

"Evet. Biraz üşütmüşüm hocam ama iyileşirim yakında inşaAllah."

Hocayla konuşa konuşa odasına kadar gelmiştik. Müsaade isteyip adımlarımı Gülistan'ın yanına gitmek için İlahiyat fakültesine yönlendirdim ancak daha sınıfından içeriye giremeden şahit olduklarımla kapıda donup kalmıştım. Gülistan ve Hamza yine tartışıyordu. Bu kaçıncı? Neredeyse hemen her gün tartıştıklarını biliyordum. Derdi neydi bunların? Tartıştıktan sonra hemen de yardımlaşıp destek olmazlar mı birbirlerine, o zaman aklım daha da karışıyordu.

"Biliyor musun, sen çok değiştin! Şimdi bir de sana asılanları da savunmaya başladın."diyen Hamza öfkeyle tıslayıp yanımdan şimşek gibi geçince gözlerimi Gülistan'a çevirdim.

Az sonra bahçedeki masalardan birinde Gülistan ve onun sınıfındaki en iyi anlaştığı arkadaşımız Beritan'la birlikte oturuyorduk.

Bugün hava çok güzeldi. Ne çok serin ne de çok sıcaktı. Kasım ayında olmamıza rağmen hava mükemmeldi. İzmir havası bu sonuçta, çok normaldi. Bu yüzden üniversitemizin öğrencilerinin hemen hepsi dışarıda kol geziyordu ve nedense en çok çimlerde oturmayı seviyorlardı. Cidden üniversiteli olmak çok farklı ve sorumluluk gerektiren bir duyguydu. Yaşayan bilirdi.

"Ee hadi anlatmayacak mısınız artık?"diye patlayıverdim sonunda. Çünkü ne Gülistan konuşuyordu ne de Beritan. Gülistan'ın yüzünden düşen bin parçaydı zaten. Beritan ise Gülistan'ın konuşmasını bekler gibiydi.

"Tamam. Ben anlatayım o zaman."dedi Beritan Gülistan'dan tepki alamayınca. "Bizim sınıfta bir çocuk var. Şu an ismi lazım değil. Çocuk Gülistan'ı seviyordu ve uzun zamandır peşindeydi de. Bugün Hamza'nın yanında Gülistan'a ileri geri bir sürü şey söyledi. Tabi Hamza'nın gözü karardı haklı olarak. Çocuğu ölümüne dövmeye başladı. Sonra çocuğu dövüyor diye Gülistan da ona kızınca tartışmaya başladılar ve Hamza sinirlenip gitti. Ki bence Hamza sonuna kadar haklıydı. Olay bundan ibaret yani Merveciğim."

"Anladım ama neden bana hiç bahsetmenin bunlardan Gülistan?"

"Paylaşmaya değer görmediğimdendir Merve."

"Ne olursa olsun. Anlat bana ya. Ben senin ve sizinle ilgili haberleri başkalarından değil, bizzat sizden dinlemek istiyorum. Eve gidince anlatacaksın her şeyi bana. Bak kaçmak yok!"deyince başını salladı o da hemen. "Hadi şimdi gül biraz bakayım."diye gıdıklayınca ağzı kıvrılmıştı bile çoktan.

"Yaa! Merve valla hiç havamda değilim."

"Bana nesi! Hemen o havana dön o zaman bayan Güllü."deyip tekrar gıdıklayınca bizimle birlikte Beritan da gülmüştü.

Onları sınıflarına yolcu ettikten sonra ben de kendi sınıfıma giderken duvar köşesinde konuşan Beren ve Emir denen çocuğu fark etmemle ne yazık ki huzursuzca yavaşlamıştı adımlarım.

Kimdi bu çocuk ve Beren'den ne istiyordu? Ne zaman Beren'i o çocukla görsem onu bir düşünceli, fazlasıyla da öfkeli buluyordum. Bu çocuğun Beren'de ne gibi bir etkisi olabilirdi acaba?

Yine düşünce havuzumun içinde yüzerken onların da beni fark ettiğini görmüştüm. Emir hızla onun yanından uzaklaşırken Beren de bana doğru gelmeye başlamıştı.

"Kimdi o çocuk?"

"Hiç kimse Merve."

"Hiç kimse öyle mi? O yüzden mi seni hep onunla konuşurken yakalıyorum. Anlamıyorum Beren! Senin için bu kadar önemli olup da bizimle paylaşamadığın nedir böyle?"

"Sana hesap vermek veya herhangi bir şeyi paylaşma zorunluluğum yok Merve. Önce bunu iyice kafana sok! O çocuğa gelince; senden rica ediyorum. Bu işin altını karıştırma. Çünkü her şeyi, herkesi sana anlatmak zorunda değiliz. Hiçbirimiz!"dedi ve öfkeyle soluyarak uzaklaştı yanımdan.

Gerçekten anlayamıyorum. Beren neden bu şekilde davranıyordu? Herhangi bir insan için dostunu kırmaya değer miydi? Belki de herhangi bir insan değildir, belki de Beren için özel biridir o. Yoksa o çocuğu neden bu kadar saklasın ki?

Beren'i düşünüyordum da aramıza en son katılan oydu. Ondan önce Nisa gelmişti yetimhaneye. Nisa, Gülistan ve Beren'in aksine benim gibi anne ve babasını hiç tanımamıştı. Önceden kaldığı yetimhanede yangın çıktığı için 12 yaşında bizim yetimhaneye transfer edilmişti. Beren ise 15 yaşında gelmişti. O zamanlar bizim bizden başka kimsesi yoktu. Birbirimize karşı sıkı bir bağımız vardı ancak şimdi görüyorum ki üniversite ortamı tüm düzenimizi bozmuş. Beren'in davranışlarını buna yorumluyordum. Allah hiçbir arkadaşı, kardeşi birbirine düşman eylemesin.

Bu düşüncelerle amfiye girerken Mert çıktı aniden önüme.

"Selam?"

"Aleyküm selam Mert."

"Nasılsın bugün?" Çok neşeli görünüyordu bugün. Hayırdır?

"Çok şükür iyiyim. Sen nasılsın?"

"İyiyim ben de ama sesin bir kısık geldi. Hasta mısın?"

"Evet, biraz üşütmüşüm."

"Geçmiş olsun."

"Allah razı olsun."

"Çıkışta işin var mı?"

"Neden, Muhammed hoca yeni bir görev mi verdi?"

"Yok, hayır vermedi. Hem birlikte olmak için illa Muhammed hocanın görev mi vermesi gerekiyor?"

"Şey..."

"Okuldan sonra sana bir kahve ısmarlasam?"

"Olmaz Mert. Seninle geçerli bir nedenim olmadığı sürece bir araya gelemem. Bu benim inancıma ters bir durum! İnşaAllah beni anlamışsındır."deyip yerime geçtim onu arkamda bozulmuş bırakarak.

Neden kimse bir bayanla bir erkeğin zorunlu bir durum olmadıkça bir araya gelmemesi gerektiğini anlayamıyordu? Mecbur kalmasam onlarla konuşmazdım bile ancak bazı durumlarda muhatap olmak zorunda kalıyorduk ne yazık ki!

Ders dinledikçe insanda sanki daha çok uyku, daha çok halsizlik oluşuyordu. Özellikle de hasta insanlarda! Benim gibi.

Bayağı bir ders yoğunluğundan sonra öğle arasına girmemize rağmen Fizik laboratuarı adlı dersimize giren Rahime hoca bizi yarım saat geçtikten sonra bırakmıştı. Haliyle öğle ezanı çoktan okunmuştu. Kızların da çoktan çıktığına emindim.

Abdestim olmadığı için en yakın lavaboya girip hızlıca abdest aldım ve adımlarımı bodrumdaki mescide yönlendirdim.

Kapıya bir-iki adım kala kızlarla mescidden çıkarken karşılaştık.

"Kıldınız mı?"

"Evet ama zar zor kılabildik ancak."dedi Nisa.

"Neden?"

"Mesciddeki borulardan su sızıyor da ondan. Şimdi tamir ediyorlar. Sen en iyisi gidip camide kıl Merve."diye devam etti Gülistan.

"Mecbur öyle yapacağım o zaman."deyip onlarla giriş katına çıktım ancak gözüm Beren'in üstündeydi. Ne benden tarafa bakıyor ne de konuşuyordu ve bu beni çok üzüyordu. O çocuk için mi beni kendisiyle cezalandırıyordu yani?

Hâlâ konuşmaya devam ederken biz de dâhil çevrede bulunan herkesin telefonu aynı anda mesaj bildirim sesiyle öttü birdenbire. Hepimiz telefonlarımızı açıp bakarken gördüğüm fotoğrafla gözlerim haddinden fazla büyümüştü.

Ekranda bir kız vardı ve başını sıraya koyup uyumuştu. Kızın ağzı aralık kalmış ve dudağının kenarından birkaç damla salya akıyordu. Fotoğrafın altına da bir şeyler yazmışlardı.

"Annemi dinlemeyip geç yattığım için ertesi günkü ben... 😂"

Ama...

Bu bendim! Benim fotoğrafımı kim koymuş olabilirdi buraya? Allah'ım ya Rabb'im! Bu çok utanç vericiydi!

Kafamı kaldırdığımda herkesin fotoğrafıma bakarak güldüğünü gördüm. Bizim kızlar bile gülmemek için kendilerini zor tutuyordu. Hiç komik ve hoş değildi! Kim yapmıştı bunu ve amacı neydi?

Çağlayan!

Bu kadar ileri gitmiş olabilir miydi acaba? Bu kadar alçalmış olamazdı değil mi? Ya Rabb'im ne olur, beni haklı çıkarma!

Koridorun ortasında durmamla insanların beni fark etmesi kaçınılmaz olmuştu ve hepsini ayrı bir kahkaha tufanı almıştı.

"Yahu bu kıza çok acıyorum ya! Çağlayan gibi bir belası var ama o da olmasa bizi kim eğlendirecek?"diyen bir çocuk bana bakarak gülmekten şekilden şekle giriyordu.

Yine mi Çağlayan? Al işte, biliyordum! Çağlayan'dan başka kim olabilirdi ki? Artık diyecek hiçbir kelime bulamıyordum. Ben onun kadar günaha boyanmaktan korkuyordum. Allah ıslah etsin!

Ancak şimdi burada durmamam ve gitmem gerekiyordu. Hem de hemen! Bu düşünceyle kızları arkamda bırakarak hiç düşünmeden okulun arka kapısına yöneldim. Geçtiğim her yerden insanlar bana bakıp fotoğrafımla alay ediyordu. Hızlı adımlarla dışarı çıkarken gözlerim aramızdaki yemini bozmuş ve çoktan dolmuştu bile ama beklemeliydim. Okulun arka kısmındaki ormanlık alanın sonunda duran camiye girip namaz kılana kadar beklemeliydim. O zamana kadar sadece oraya gitmek için hızlı davranmalıydım.

Aklımda bir an önce camiye girip ağlamak varken duvara yaslanıp sigara içen Çağlayan'ı fark etmemle dikkatim dağılmış, ayaklarım hızını azaltmıştı. Tam da camiye giden yolda durmuştu ne yazık ki!

Yönümü değiştirip uzun yoldan gitmeye karar verirken çok geçmeden o da beni fark etmişti ancak ben çoktan yürümeye başlamıştım bile.

"Dur!"

Allah'ım ne olur, koru beni ondan yalvarıyorum. Ne olur, beni yüz göz etme bu vicdansız adamla.

"Dur dedim sana!"

Adımlarım kendiliğinden hızlanırken kolumu sertçe kavrayan Çağlayan'ın göğsüne yine yalpanarak yapışmıştım.

"Bilerek duymazlıktan geliyorsun değil mi? Sen de haklısın. O fotoğrafın sahibi ben de olsam ben de utanırdım."deyince kolumu çektim acıyla ama kötülüğü ezbere bilen elinden kurtulamadım ne yazık ki!

"Nereye gidiyordun böyle acele acele?"deyip ilerde duran camiye baktı. "Aa tabi sığınacak tek yerin orası değil mi?"deyince tekrar gözlerimin dolmasına ve ağlama isteğime engel olamadım. Başka neresi olacaktı? Dönüş her zaman Allah'adır. Elbette O'na gidecektim.

"Hadi ama! Daha susacak mısın çirkin ördek yavrusu? Sende de iyi sabır varmış he! O çirkin fotoğrafınla yakalanmaya bile dayandın. Seni tebrik etmek gerek."deyip kolumu bıraktı ve alkışlayarak etrafımda dönmeye başladı.

"Merak ediyorum da uyurken hep böyle misin yoksa o görüntün benim kamerama mı özel?"deyip telefonundan fotoğrafın orijinalini gösterdi.

Ben fotoğrafa derin derin bakarken konuşmaya devam etti.

"Evet, tam tahmin ettiğin gibi o fotoğrafı ben çektim. Neden biliyor musun? Çünkü seni böyle üzgün görmeye bayılıyorum!"deyip sırıttı hiç utanmadan.

"Nasıl, sürprizimi beğendin mi? İnan bunu sadece senin için yaptım. Doğum gününü bilmediğim için şimdiden tüm okul birlikte kutlayalım istedim. İyi düşünmüş müyüm çirkin ördek yavrusu? Artık bir teşekkürü hak ediyorum değil mi?"

Ne diye durup burada onu dinliyordum ki? Beni seven, bana gerçekten değer veren biri beni bekliyordu. Çağlayan gibi bir insanla vakit öldüremezdim. Bu düşüncelerle arkama dönüp tek adım atamadan yine karşımda buldum onu. Neden gitmeme izin vermiyordu?

"Benden kaçmakla utancını gizleyemezsin çirkin ördek yavrusu. Çünkü utançlarının sebepleri hep benden kaynaklanacak. Bunu değiştirecek güç yok sende!"demesi üzerine dayanamayıp çantamdan not defterimi çıkardım ve hızlıca bir şeyler karaladım.

"Gönülden sadaka bağışında bulunan müminlere bir türlü, güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanlara başka türlü laf atarak bunlarla eğlenenler var ya, Allah işte onları maskaraya çevirecektir. Bir de onlara acı veren bir azap vardır.
(Tövbe-79)"

Kâğıdı eline tutuşturup camiye yöneldim. Onu çok şaşırttığımın farkındaydım ancak artık benim cevaplarım onun üzerinde hiçbir etki yapmıyordu. O yüzden Allah'ın kelamıyla cevap vermek en doğru çözüm yoluydu.

Gözyaşlarım artık kontrolümden çıkmış ve yanaklarımdan aşağı dökülmeye başlamıştı. Daha geçen gün ağlamak isteyip de ağlayamadığım için şikayet ediyordum. Demek ki herkesin bir çizgisi vardı. Hissizliğimin çizgisini bile aşmıştı Çağlayan şu hasta halimle.

Caminin bayanlar bölümünden girip ayakkabılarımı dolaba yerleştirdim. Sonra içeri geçtim ve teras katının tam altında saf tutup tekbir aldım.

"Allah-u Ekber."

Gözyaşlarım durmuyordu! Sanki canımın çıkmasını ister gibi sessiz sessiz akıyorlardı. Secdeye gidince uzun bir süre kalkamadım. Burada güvende ve iyi hissediyordum. Allah yanımdaydı ya kimse kılıma dokunamazdı. Çağlayan bile!

Canım hiç bu kadar yanmamıştı. Hiç bu kadar aşağılanmamıştım. Namaz kılarken anladım ki Çağlayan benim imtihanlarımdan biriydi. Hem de sabır imtihanlarımdan biri!

Arkadaşlarım bile bana gülmüştü. Bu beni daha da çaresiz hissettirmişti, daha da üzmüştü. Tüm gücüm tükenmişti artık. Çağlayan'ı; bana nefes aldırmayan, sürekli alay eden, kalbi mühürlü bu çocuğu intikamı en sert olana; Allah'a havale ediyorum. Elimden başka hiçbir şey gelmiyordu maalesef...

Namazın sonuna geliyordum ama bitmesini istemiyordum. Şu an bu kadar yalnız hissederken O'nun huzurundan ayrılmak istemiyordum ancak ne yazık ki kılabildiğim kadar uzun kılmıştım. Şimdi de oturduğum yerden robot misali kıpırdamıyor ve kızların özellikle de Gülistan'ın tüm aramalarını cevapsız bırakıyordum.

Aniden bir erkeğin gelip bir önümdeki seccadeye oturması üzerine hızla yanaklarımı sildim. Hamza'ydı bu.

"Lütfen boşuna gözyaşlarını akıtıp kendini helak etme. Cehennem var. Ahiret var. Allah var."dedi. Sırf önüne bakarak konuşuyordu önce. Devam ettiğinde ise gülümseyerek hafif yüzünü döndü bana.

"Benim bir ablam veya kız kardeşim yok. Allah nasip eylemedi ama seninle tanıştığımdan beri artık öyle hissetmiyorum. İnsana öyle bir abla sıcaklığı veriyorsun ki sana abla diyesim geliyor."

Bu dediğiyle istemsiz gülümsemiştim. Demek ki düşündüğüm kadar yalnız değilmişim. Yüce Allah(C.C) o kadar merhamet ve şefkat doluydu ki bana yüreği güzel bir kulunu göndermişti. O'na boşuna merhametlilerin merhametlisi denmiyordu. Şairin dediği gibi;

"Derdinden büyük Rabb'in var,
Gazabından büyük merhameti var,
Ey Sevgililer Sevgilisi!
Seni her şeyden çok seven bir kulun var..."

"O herifin hakkından ne sen gelebilirsin, ne ben, ne de bir başkası! Onun hakkından yalnızca Allah gelir ki sen de sabrın alasını gördüğümü bütün samimiyetimle söyleyebilirim. Lütfen için rahat olsun. Başta Allah olmak üzere benim de her zaman yanında olacağımdan emin olabilirsin."deyip gülümsedi ve ayağa kalktı. Son olarak da "Allah'a emanet ol."deyip gitti.

Kıldığım bu güzel namaz ve Hamza kardeşimle yaptığımız bu konuşma içimi ferahlatmıştı. Her zaman olumlu düşünmeme rağmen bunca şeye nasıl katlandığıma ben de şaşmıyor değildim ama daha küçükken, anne ve babamın olmadığını öğrendiğim zamanlarda bu sabır kendiliğinden yerleşmişti kalbime ancak benim sabrım neydi ki? Hz. Eyüp (a.s)'ın sabrının yanında, Hz. Yusuf (a.s)'un sabrının yanında, Peygamber Efendimiz (SAV)'in sabrının yanında benim sabrım neydi ki? Aslında bir hiç...

Hamza'dan iki dakika sonra çıkış kapısına gidiyordum ki dışarıdan bağırışmalar gelmeye başladı. Seslerden biri Hamza'nın sesine benziyordu. Diğeri ise Gülistan'ın mıydı? Bunu öğrenmek için kapının yan tarafındaki pencereden baktım ve evet yanılmamıştım.

"Merve'yi gördün mü Hamza?"

"Şimdi mi aklına geldi Merve? Gülerken çok meşgul görünüyordun oysa!"

"Ne diyorsun Hamza? Hiçbir şey anlamıyorum."

"Diyorum ki kız ağlamaktan camiyi sele gömdü. Sense gidip o pislik herifin iğrenç şakalarına gülüyorsun."

"Ama ben..."

"Sakın inkâr etme Gülistan! Gördüm seni. Merve'nin fotoğrafına bakıp güldün. Demek ki Merve de benim gibi yanılmış değer verdiklerinin aslında çok farklı olduğunu!"

"Hamza..."

Gülistan Hamza'nın arkasından bakarken ben hemen caminin diğer tarafından çıkmıştım. Eminim Gülistan beni aramak için camiye girecekti ama şu an kimseyle konuşacak gücü bulamıyordum kendimde.

Derslere de girmedim zaten. Direkt sahile yaya yürüyüp kayalıklara gittim. Orada oturup dalga ve deniz manzarası eşliğinde ilahi özellikle de Kur'an tilaveti dinlemek çok hoşuma gidiyordu. Eşlik etmek de cabasıydı tabi.

Kulaklıklarımı takip Rahman suresini dinlemeye başladım.

"O halde Rabb'inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?"

Denizle gökyüzünün buluştuğu nokta göz alıcı bir cazibedeydi. Sorsanız ikisi de maviydi ama biri gökyüzü diğeri ise denizdi. Aynı görünen ama zıt olan harika bir güzellik, müthiş bir nimetti onlar.

Bugün durduramıyordum gözyaşlarımı. Ağlamaktan şişmişti gözlerim. Böyle deyince hemen aklıma Gülistan'la bir anımız gelmişti. O zamanda cadı müdüre yüzünden çok ağlamıştım.

"Ağlamaktan gözlerim şişmiş Gülistan."

"Merak etme. Yarın botoks yapacağım sana." demesi ve ardından gülüşmeler... Hepsi kulağımda çınlamıştı adeta.

Sakinleştiğime karar verdiğimde eve doğru çoktan yol almıştım bile. Daha anahtarla açamadan kapı kendiliğinden açılmış, Gülistan kollarını sarmıştı boynuma birdenbire.

"Özür dilerim, çok özür dilerim. Seni bu kadar üzeceğini bilsem gülmeyi sonsuza kadar yasaklardım kendime. Ne olur, beni bir daha bu kadar endişelendirme Allah aşkına! Beni affet."diye bitirdiğinde ancak ayrılmıştı benden.

Gözlerimin içine öylesine masum ve ağlamaklı bakıyordu ki dayanamayıp ben de sarıldım.

"Evet üzüldüm. Hem de çok üzüldüm ama biliyorsun ki Allah affedicidir, affetmeyi de affedenleri de çok sever. Zaten ben sana uzun süre dargın kalamıyorum ki biliyorsun."deyince beni salona yönlendirdiğinde gördüklerimle donup kalmıştım. Yemek masamız en sevdiğim yiyecek ve içeceklerle doluydu.

"Gülistan bu ne?"

"Düşündüm ki sana kendimi lahana dolmasıyla affettirebilirim. O yüzden okuldan erken çıktım. Beğendin mi?"

Lahana dolmasına bayılırdım.

"Lahanaların hepsi benim gerisine karışmam."deyince Gülistan'ın pişmanlık akan yüzü gülüverdi bir anda.

Yaklaşık 10 dakika sonra kızlar da geldiğinde yemeğe başlamıştık. Nisa da Gülistan gibi özrünü belirtmiş olmasına rağmen Beren hâlâ buz gibiydi nedense? Sanki ona çok kötü bir şey yapmışım gibi davranıyordu.

Akşam namazı sonrası eve, yan komşumuz Duygu teyze gelmişti. Kendisini zorla Beren'in kayınvalidesi sanan ve oğlu, yaşıtımız olup tıp okuyan Özgür'e ayarlamaya çalışan, dini anlattığımız için bana ve Gülistan'a acayip gıcık olan Duygu teyze.

Yine Beren'in dizinin dibinde oturup oğlunu övüyordu. Biz de gizliden Beren'in haline gülmeden edemiyorduk. Buraya taşındığımızdan beri Beren'e kafayı takmıştı kadın.

"Özgür'ümü görmeliydin Berenciğim. Projesini o kadar güzel sundu ki neredeyse tüm kızlar ağzına düşecekti ayol!"deyip kahkaha atınca Beren bize 'kurtarın' bakışı attı.

"Senin de gelmeni çok isterdik Berenciğim. Bir dahakine inşaAllah."

"Şey... Duygu teyzeciğim biliyorsun ki benim derslerim var. Sınavlarım da başlamak üzere. Yani yoksa her türlü gelirdim ben, biliyorsun."diye dalga geçip komik komik mimiklerde bulunan Beren'e daha fazla dayanamamış ve burnumdan ufak bir kıkırtının kaçmasına engel olamamıştım. Sonra Duygu teyzenin bana ürkütücü bir bakış atması üzerine hemen ciddileşmiştim ama ne yapabilirdim ki? Sonuçta o da Beren'in kendisiyle dalga geçtiğini çok iyi biliyordu.

Duygu teyzeyi uğurladıktan sonra biz de yatmaya gitmiştik. Zaten Gülistan'la da konuşamamıştım Hamza hakkında. Çok yorgun olduğu için erkenden yatmıştı. Artık daha uygun bir zamanda konuşurduk inşaAllah.

Ertesi gün bir önceki günden farksız olmamıştı ne yazık ki! Sınıfımdakiler de dâhil gelen geçen herkesin aşağılamalarına maruz kalıyordum Çağlayan'ın uygunsuz şakası yüzünden. Sırf buna dayanamadığımdan dolayı öğleden sonraki Soyut Matematik derslerine girmeyip yine sahile yaya yürümüş, bu sefer kayalıklara değil, çocuk parkının yakınlarındaki bir banka gelişigüzel oturmuştum karşımdaki harika deniz manzarasıyla.

Bir süre denizi ve parkta oynayan çocukları izledim. Çocukların o güzel masumluğu beni benden alıyordu. Hepsi de dünyanın gerçeklerinden ve insanların acımasızlığından tamamen uzaktı.

"Caner!"

Bu sesle düşüncelerimden sıyrılırken bir kadın girdi görüş alanıma. Etrafta endişeli endişeli dolaşıyordu. Ne olmuştu acaba?

"Caner neredesin anneciğim? Caner!"

Bir yardımım dokunabilir mi düşüncesiyle ayaklanmıştım ki kadın birdenbire ortalıktan kayboldu. Kimi arıyorsa bulurdu inşaAllah. Kadından sonra tekrar düşünce âlemine dalarken futbol oynayan afacanların topu benim yanıma gelmişti. Ayağa kalkıp çocuklara topunu geri verirken dikkatim bakışlarımla birlikte başka yöne kaymıştı.

İki takım elbiseli adam 4 yaşlarındaki küçük bir çocuğu ileride kuytu bir köşede elinden tutmuş, sanki isteği dışında götürüyorlarmış gibiydi. Ayaklarım çoktan oraya götürmüştü bile beni.

"Hadi gel Caner. Bak sana çikolata alacağım."

"Hayıy. Ben annemi istiyoyum!"

"Annen de bizimle gelecek. Bak bizi bekliyor o da. Bekletmeyelim değil mi anneyi?"

"Hayıy hayıy!"

Onları duvar arkasından izlerken aklıma o kadın geldi. O da etrafta "Caner" diye bağırmıyor muydu? Bu adamların niyeti kötü olabilirdi. Bir şeyler yapmalıydım ama ne?

"Hadi ama ufaklık. Uğraştırma da gel bizimle!"dedi diğerine nazaran daha sinirli olan adam.

"Annemi istiyoyum ben!"diye ağlamaya başladı küçük çocuk.

"Bu böyle olmayacak. Al şunu kucağına götürelim. Yeterince geç kaldık zaten!"diye o sinirli adamın dediğine kafa sallayan diğer adamın arkasından yavaşça yaklaşıp ağacın yanındaki kütük parçasını aldım ve önce karnına sonra diz arkalarına en son da ensesine indirdiğimde adam yeri boylamış, küçük çocuk kendiliğinden arkama geçip feracemin eteğinden tutmuş ve o sinirli adam bana öldürücü bakışlar atmaya başlamıştı.

"Kimsin lan sen! Yürek mi yedin kızım?"deyip üstüme yürüyen adamın koca cüssesinden bir an korkmadım değil. Ancak ben onca yıl o dövüş kurslarına boşuna gitmemiştim. Her zaman başkalarını korumak için kullandım şimdi de kullanacaktım.

Küçükken okulda hep bazı şımarık kızlar bana karıştıkları için gençlik merkezindeki kursa gitmeye karar vermiştim kendimi ve kardeşlerimi korumak için ama ben söz konusu olduğumda pek kullanamıyordum. Daha çok yardıma muhtaç olanlar için kullanmayı tercih ediyordum. Sonuçta bazen gücüm yetmiyordu herkese özellikle de karşımdaki bu ve Çağlayan gibi adamlara ancak öfke illeti bana bulaştığında böyle adamları hastanelik edecek kadar gözüm kararabiliyordu. Lisedeyken Gülistan'a bir çocuk sarkıntılık ettiğinde de böyle gözüm kararmış ve çocuk hastaneye kaldırılmıştı. Allah'tan çocuk uyanıp da suçunu kabul etmişti. Yoksa şu an hapishanede olabilirdim. Sonrasında bayağı vicdan azabı çekmiş ve öfkemi hareketlerimle birlikte dizginlemeyi karar kılmıştım. Bu sabır biraz da buradan geliyordu. İnşaAllah şimdi de işe yarardı.

Küçük çocuğun kulağına eğilip "Beni şu ağacın arkasında bekle tamam mı? Hemen geleceğim. Söz!"diye fısıldadım.

Küçük afacan sandığımdan cesur davranmış ve hemen dediğimi yapmıştı.

Ayağa kalkarken adamın tokadından son anda kurtulmuş ve birkaç adım geriye kaçmıştım.

"Kafan mı iyi senin çocuk? İşime burnunu soktuğun için pişman edeceğim seni. Canına susadın galiba."deyip enseme, eşarbıma uzandı! Saçımı yakalamak için.

Karşı atağa geçmesine izin vermeden karnına tekmeyi basıp kütükle çok sert bir şekilde çenesine vurmuştum. Bunu nasıl yaptığımı ben de bilmiyordum. Doğrusu bu kadarını ben de beklemiyordum. Allah güç ve kuvvet vermişti demek ki. Hamdolsun!

Adam çenesini acıyla tutup daha önce hiç duymadığım küfürler saydırırken küçük çocuğa doğru koşup elinden yakaladım ve onu kucağıma alıp koşmaya başladım. Adam beni yakalarsa çok kötü dövebilirdi. Bayağı öfkeli gözüküyordu çünkü.

Arka sokaklardan birine girip hurda bir arabanın arkasına gizlendim. Adam kanlı ağzıyla ve tuttuğu karnıyla sendeleyerek bize doğru ilerlerken küçük çocuk başını kucağıma gömmüş, korkudan tir tir titriyordu. İnşaAllah buraya gelmezdi. Eğer bu sokağa girerse işimiz işti!

"Korkma, Allah bizimle beraber! Tamam mı?"diye fısıldayınca küçük çocuk şaşırıp yüzüme baktı.

"Allah kim abla?" Bu sefer şaşıran ben olmuştum. Nasıl olur da bir çocuğa Allah'ı anlatmazlardı? Şaşkınlığımı bir kenara bırakıp gülümseyerek cevap vermeye çalıştım.

"Allah bizim yaratıcımız delikanlı. Bizi yoktan var eden, koruyup gözeten ve bizi herkesten çok seven Allah'tır."

"Ben Allah'ı çok sevdim abla."deyince güldüm. Sevilmez mi?

"Senin adın ne bakayım?"

"Caner."der demez GÜM diye bir gürültü koptu etrafta. Bu yüzden Caner daha çok sokulmuştu bana.

"Nerede lan bunlar!"

Bu o adamdı. Allah'ım ne olur, bizi bulmasına izin verme. Yalvarırım koru bizi.

"Ağabey bu tarafa kaçtıklarına emin misin?"

"Yalan mı söyleyeceğim geri zekâlı!"

Eyvah! Başka adamlar da gelmişti anlaşılan. Buradan nasıl çıkacaktık biz? En çok da Caner için endişeleniyordum. Caner'den ne istiyor olabilirlerdi ki? Şu anki tek umudu bendim. Benim de tek umudum Allah'tı.

"Ağabey eğer o Gökhan şerefsizinin oğlunu bulamazsak patron ağzımıza *** ."

"O kızı bir bulayım. Sülalesi gelse alamaz elimden! Elbette bulacağım seni! Sonsuza kadar saklanamazsın *** kızı!"

Adamın her bağırışında korkudan ayrı bir sarsılıyordu Caner. Burada daha ne kadar saklanacağımızı bilmiyordum. İçimden bildiğim tüm duaları okuyordum. Allah'tı yine tek çarem.

Allah'ım yalvarırım, yardım et! Zalimin eline bırakma bizi, ne olur...

-Bölüm sonu-

Loading...
0%