Yeni Üyelik
13.
Bölüm

~13.Bölüm~

@m.yaprak_epli

"Selamün aleyküm? Ben Ahmet."

Selamını içimden alıp zorlukla konuştum.

"B-ben Ceylan?"

Telefonda biraz hışırtı oluştu.

"Alo? Ceylan abla? Selamün Aleyküm?"

Ahmet neden sesimi duyar duymaz telefonu Hümeyra'ya vermişti? Benden kaçmış mıydı o? Bir tuhaflık vardı ama hadi hayırlısı.

"Aleyküm selam Hümeyracığım. Bir şey mi vardı?"

"Abla ya kusura bakma. Ağabeyim Tan ağabeye ulaşamıyormuş da ben de senin numaranı verdim ama o senin numaran olduğunu bilmiyordu. Hakkını helal et."

"Yok estağfurullah, ne olacak? Tan'ın telefonu sabah banyoda mermere çarptı. Açılmayınca telefoncu bir arkadaşına gönderdi. Bir sorun yok yani."

"Anladım ablacığım. Siz nasılsınız? Neler yapıyorsunuz?"

Nedense Ahmet'in hâlâ orada olduğunu hissediyordum.

"Ee şey... Bildiğin gibi işte. Ela'yla yürüyüşe çıktık biz de."

"Yaaa ne güzel. Keşke ben de sizinle birlikte olsaydım."

Hümeyra böyle deyince arkadan bir öksürük sesi geldi.

"Keşke şeytanın lafıdır Hümeyra. Yüce Allah evde kalmanı nasip etti. Bu lafın haşa O'nun senin için nasip ettiği anı beğenmemişsin gibi gösterir. Öyle konuşma bir daha olur mu abim?"

İstemsizce gülümsedim. Ne kadar da ince düşünceliydi.

"Haklısın ağabey. Özür dilerim. Ceylan abla?"

"Buradayım Hümeyracığım?"

"Ben şimdi kapatıyorum. Allah'a emanet olun ve çabuk dönün olur mu? Sizi çok özledim."diyen Hümeyra ile hafifçe güldüm. Deli kız!

"Olur inşaAllah. Siz de Allah'a emanet olun. Güle güle."deyip kapattık. Ela yüzüme gülümseyerek bakıyordu. Her şeyi dinlemişti o da.

"Ne oldu?"

"Ahmet konuşurken yüzün Ceylan..."

Korkuyla yutkundum. Cümlenin devamından korkuyordum.

"Yüzüne öyle huzurlu bir ifade yerleşti ki görmeliydin."

"Ne demek istiyorsun Ela?"

"Şu an bir şey anlamayabilirsin ama birbirinizle çok uyumlusunuz. Rabb'im sanki sizi-"

"Ela ne biçim konuşuyorsun sen Allah aşkına! Ahmet Mukaddes'i seviyor, Mukaddes de onu! Aklından ne geçiyorsa buna bir son ver. Düğünden sonra ben gideceğim ve onlar da hayatlarına mutlu mesut devam edecekler. Birlikte!"

"Ben hiç öyle düşünmüyorum Ceylan. Bence Ahmet her şeyi senden önce fark etti. Telefonu direkt Hümeyra'ya vermesinden belli."

Kalbim korkunun etkisiyle hızlı hızlı atmaya başladı.

"Hayır Ela, yanlış anlamışsın. Ahmet'in ne kadar muhafazakar olduğunu sen de biliyorsun. Bu yüzden telefonu Hümeyra'ya verdi."

"İnşaAllah öyledir ama ben hislerime güvenirim Ceylan. Beni hiçbir zaman yanıltmadı hislerim. İnşaAllah bu sefer yanıltır. Ne diyeyim?"

"Ela korkuyorum. Lütfen bu konuyu kapatalım artık."deyince Ela gelip sarıldı bana. Ben de ona sarıldım sıkı sıkı. Ağlamak istiyordum.

"Geçecek kuzum geçecek. İmtihan bunlar. En iyi şekilde savaşmalısın. Biliyorsun sıkıntıda rahmet vardır, hayır vardır. Sıkma canını."

"Ela onu neden bir türlü hatırlayamadığımı biliyor musun?"

"Neden?"

"Meğerse çocukluğumun kahramanıymış. Senin dediğin gibi beni hep korumuş ama ben ismini bilmiyordum ve yüzünü sadece küçüklükten gördüğüm için hatırlayamamışım. Ben de sürekli kendi kendime bu çocuğu nereden hatırlıyordum diyordum."

"Peki yıllar sonra birbirinizi tanımadan karşılaşmanız Ceylan? Hem de büyük bir imtihan ile. Bence bu bir işaret olabilir. İki insanın bir araya gelmesiyle bazen bir toplumu kurtaracak kadar hayır doğabilir. Bence gitme. Kal ve yaşa. Ama sürekli dua et ki hayırlısını yaşa."

Ve kalbim hiç bu kadar tuhaf atmamıştı. Birçok duygu barınıyordu içimde. Korku, hüzün, endişe, ve garip bir sıcaklık...

***

İyi ki köye gelmişim diyordum şimdi kendi kendime. Köy havası ve insanlarının o sıcaklığı beni benden almıştı. Acaba ben de mi köyde yaşamaya başlasaydım? Önce bir Yeni Zelanda'dan kopmam gerekiyordu ama. Tabi annemden de izin almam gerekiyordu. Dibinden ayrılmamı istemiyor da.

Ela'yla dün eve döndüğümüzde birbirinden güzel şeyler yapmıştık. Önce çimenlikte açık hava bir mangal ziyafeti. Sonra da üstüne semaver çayı tüm keyfimi yerine getirmişti. Çay ve mangala bayılıyordum. Akşam olunca cemaatli namazlarımızdan sonra tekrar semaver çayı koymuştuk. Çünkü dedem ile nenemin en yakın komşuları bizi ziyarete gelmişlerdi. Köyde kaldığımız süre boyunca dedemlerde konaklayacaktık. Yoksa gönül koymakla tehdit etmişlerdi bizi.

Bu komşuların bir tane oğulları varmış. Meğerse bizim Ela'nın köydeki küçüklük platoniğiymiş. Sohbet sırasında Ela'ya yakınlaşmaya çalışınca Tan bir sinirlendi. Çocuğu dümdüz etti. Sonuç olarak geceyi annemlerin Tan'ı azarlamasıyla bitirmiştik. Çocuğun burnunu kırmıştı manyak! Ama bu sayede anlamış oldum artık. Tan Ela'yı seviyordu. Ela da onu tabi. Bu çocuğun bir de kız kardeşi vardı. Tan'a sarkıntılık etti biraz. Ela'nın fena şantelleri attı ve kızı laf yağmuruna tuttu. Benim anlayacağım kızı dövmekten beter etti. Bütün gecem onlara gülmekle geçmişti. Sonra tabiri caizse gülme komşuna, gelir başına misali bu çocukların annesi olan bir teyze "Kızım evlenmeyi düşünüyor musun?"diye sorunca yerin dibine girmiştim. Teyze meğerse beni büyük oğluna alma niyetindeymiş ama annem benim yerime cevap vererek kurtarmıştı beni.

"Kızım çalışıp kendi hayatını kuracak."demişti. Pek onayladığım bir cevap değildi elbette ama beni o kadından kurtarması adına itiraz edememiştim. Ertesi günün sabahı yeğenlerimle oynayarak ve köyü tekrar turlamakla geçmişti ki yürümeyi de çok severdim. Akşam ise biz hanımlar çay ve yanında atıştırmalık hazırlarken elektirik gitmiş, nenem de bize küçüklüğümüzdeki gibi hikaye anlatmaya karar vermişti. Elektrik gidince hepimiz toplanıverirdik ve hikaye daha da anlam kazanırdı. Hikayeden kastım ise nenem her zaman kıssa anlatmayı severdi. Şimdide kıssadan hisseler anlatacaktı.

Uzun zaman sonra kendimi ilk defa bu kadar mutlu ve huzurlu hissediyordum. İnsanın çocukluğunda yaşadıkları bir başkaydı. İster istemez o günleri özlüyorduk.

Bez sofrayı yere serdikten sonra herkes etrafına kuruluverdi. Büyükler minderlerin üzerinde, biz de halıda oturuyorduk. Ela ve Tan sürekli birbirlerine kaçamak ve kızgın bakışlar atıyordu. O çocuklar yüzünden hâlâ birbirlerine kızgındılar.

Herkes çayını, çekirdeğini ve atıştırmalığını eline alıp nenemi seyredaldı.. Ben de hemen elime bir avuç çekirdek doldurup neneme döndüm. Nenem besmele çekip anlatmaya başladı.

"Karınca Ve Hz. İbrahim'in Hikayesi...

Hz. İbrahim, kral Nemrut' a karşı gelmiş. Nemrut, ne güçlü ve acımasız bir kral olduğunu herkes görsün, anlasın diye Hz. İbrahim'in ateşte yakılması emrini vermiş. Meydanda odunlardan büyük bir yığın yapıp odunları tutuşmuşlar. O kadar büyük bir alevmiş ki bulutlara kadar yükselmiş. Bütün hayvanlar ateşten korkmuş kaçmış. Nemrut'un askerleri İbrahim peygamberi mancınıkla ateşin tam orta yerine atacaklarmış.

Bu sırada, göklere kadar varan ateşe doğru bir karınca ağzında küçücük bir damla su ile telaşla gidiyormuş. Başka bir karınca onun bu telaşını görüp sormuş:


– Acele ile nereye gidiyorsun?

Telaşla yetişmeye çalışan karınca, ağzındaki bir damla suyu ellerinin arasına alıp cevap vermiş:

– Haberin yok mu? Nemrut, İbrahim peygamberi ateşe atacakmış. Meydana ateşin olduğu yere su götürüyorum.

Diğer karınca kahkahalarla gülerek demiş ki:

– Senin yanan büyük ateşten haberin yok mu? Ateşe hiç bakmadın mı? Ne kadar büyük, senin bir damla suyun ateşe ne yapabilir ki?

Bir damla su taşıyan karınca:

– Olsun, hiç olmazsa hangi taraftan olduğum anlaşılır.

Hayat akarken, geçmişte de günümüzde de zalimler hakim olsa da gücünüz yettiğince zalime karşı durulmalıdır."

Bundan sonra hemen bir diğerine başladı. Gerçekten çok güzel hikayelerdi.

"​Cami ve Kilise...

Hazreti Fatih İstanbul'u fethettikten sonra Avrupa'da fütuhata devam ediyordu. Bir seferinde Sırbistan hududuna gelmiş ve Sırbistan'ın fethi artık an meselesi idi. Sırp Kralı Brankoviç bir yanda Macaristan bir yanda da Türkler olduğu için arada zor durumda kalmıştı. Her iki büyük devletten birine sığınmak, ondan yardım istemek düşüncesiyle her iki tarafa da elçiler gönderdi.

"Sırbistan elinize geçer ve burayı fethederseniz nasıl muamele edeceksiniz?" diye fikirlerini öğrenmek istedi.

Sırplılar ortodoks mezhebine mensup olduklarından katolik Macar Kralı Hünyad tarafından şu cevabı aldı:

-Eğer Sırbistan bizim elimize geçer ve biz oraları istilâ edersek, bütün Sırplıları katolik edinceye kadar mücadele ederiz ve bütün kiliseleri yıkar, yerlerine katolik kilisesi inşa ederiz...

Fatih Sultan Mehmet Hazretlerine giden elçi şu cevapla dönmüştü:

-Biz Sırbistan'ı alırsak, İslamiyet'in Allah indinde tek din olduğunu ilân ederiz. Ve bu arada hiç kimseyi, kendi dininden dönmeye zorlamayız. İsteyen eski dininin icabı olan kiliseye gider, isteyen Allah indinde tek din olan İslamiyet'i seçer, dünya ve ahiret selâmetine kavuşur."

Nenem hikayelerine devam ederken telefonumun titremesiyle dikkatimi ondan ayırdım. Hümeyra'dan mesaj gelmişti.

"Selamün aleyküm Ceylan abla? Ne yapıyorsun?"

"Aleyküm selam canım. Oturuyoruz öyle. Siz ne yapıyorsunuz?"

"Ne yapacağız? Ağabeyimin iki gündür bitmeyen asabiliğiyle uğraşıyoruz."

"Anlamadım. Nasıl yani?"

Ahmet ve asabilik hiç yakışmıyordu birbirine. Ne olmuştu acaba?

"Ya bugün sohbet sırasında sizden falan bahsediyordum. En çok senin adını anınca azarladı beni. Kavga falan etmiş olabilir misiniz?"

Neden bilmiyordum ama kalbim kırılmış gibi hissetmiyordum. Oysa kırılmalıydı değil mi?

Pek o zaman Ahmet neden öyle davranmış olabilirdi?

-Bölüm sonu-

Loading...
0%