@m.yaprak_epli
|
"Naber Ahmet? Nasılsın?" Adımlarım yine bıçak gibi kesilmişti. Ahmet mi dedi o? Ahmet ne zamandan beri oradaydı? Ve en önemlisi, ne yapıyordu bahçe duvarımızın orada? Birden bahçe kapısı tekrar çalınınca irkilerek arkamı döndüm ve Ahmet ya da o tuhaf çocuğun olmaması için dualar etmeye başladım. "Kimooo?" "Ceylan benim Ela. Ağaç oldum. Açsana şu kapıyı." Oh Ela'ymış! Öyle bir rahatlama geldi ki vücuduma, daha fazla basamaklarda dikilmeyip kapıyı açmaya gittim. "Aşık mısın anlamadım ki? Niye açmıyorsun kapıyı?" "Abartma Ela. Altı üstü birkaç dakika bekledin." "Ben sabırsız bir insanım biliyorsun." "Biliyorum biliyorum. Gitmeden önce sana güzelce sabretmeyi öğreteceğim Allah izin verirse." "Af Ceylan! Bir araya geldiğimizde bir kere de gitmekten bahsetme ya!" Ela'ya çay koymak için birlikte mutfağa gittik ama hâlâ bana söylenmeye devam ediyordu. "Mukaddes niye gelmedi Ela?" "Bilmem. Hiç ona uğramak gelmedi aklıma. Camidedir herhalde." Dolaptan çay bardağı çıkarıp karşımdaki pencereden bir bakayım derken Ahmet'i görmemle neye uğradığımı şaşırdım. Bir çocukla sohbet ediyordu. Tam kafasını çevirip buraya bakıyordu ki hemen dizlerimi kırıp yere eğildim. Ela bu halime anlam veremezken "Dur, yapma!"dememe fırsat bırakmadan başını uzatıp camdan baktığında onun da gözleri büyüdü ve benim gibi yere çömeldi. "Ne oldu?" "Ahmet oradaydı. Sen niye eğildin?" "Tan oradaydı." "O çocuk Tan mıydı yani?" "Hı hı." İşe bak! Ahmet'in endişesiyle kardeşimi bile tanıyamamıştım. "Ne işleri var peki orada?" "Buraya gelirken Adem'in Ahmet'e selam verdiğini gördüm. Ahmet de o sırada camiye gidiyordu herhalde. Ben kapıyı çalarken o başıyla selam verdi sadece ama Tan ne ara oraya geldi bilmiyorum." "Adem kim kız?" "O da mahallenin eskilerinden. Bizden biraz büyük. Komşu sayılırlar yani. İleride, okulun orada oturuyorlar ama eminim sen yine hatırlamazsın." "Hatırlamıyorum tabi ama bir şey soracağım Ela? Bu çocuğun yanında yaşlı bir teyze var mıydı?" "Evet. Babaannesi olur. Sen nereden biliyorsun?" "Ya bunlar senden önce eve geldiler işte düğün tebriği niyetine. Ben kimse yok dedim. Bu çocuk bir şeyler söyleyip tuhaf tuhaf sırıttı. Hem de her seferinde!" "Ooooo!" Ela'nın taklidini yapıp ağzımı yamulttum. "Ne ooo!" "Adem sana yürüyor olmasın?"dedi sırıtarak. "Yok zıkkımın kökü! Saçmalama Ela. Ben gideceğim diyorum, sen neler diyorsun!" "Kız ayaklarıma kan gitmiyor artık. Baksana gitmişler mi?" "Ay benim de ayaklarım uyuşmuş bayağı. Dur bakayım." Yavaş yavaş başımı uzatıp pencereden baktım. Kimseyi göremeyince rahatlıkla kalkıp Ela'ya da kalkmasını işaret ettim. Sonra da kaldığım yerden işime devam ettim. Çaydanlığı alıp Ela'ya çıkardığım bardağa çay doldurdum. "Ceylan bence Adem-" "Ela bak, geliyor beş kardeş!"deyip avucumu doğrulttum. "İyi tamam be! Evde kal da gör gününü o zaman?" "Öyle bir dedinki sanki sen evlenecekmişsin gibi."diye yarım ağız sırıtıp çay bardağıyla birlikte balkona yürümeye başladım. Ela da mosmor kesilmiş yüzüyle peşimden geldi. "Ne alakası var? Ben öyle bir şey demedim bir kere!" "Ben dedin demedim ki zaten."diye güldüm. Ela koluma bir tane geçirip "Ceylan seni boğazlarım bak!"deyip şahadet parmağını yüzüme kaldırdı. "Canım sen evlenmezsen evlenecek bir sürü kişi var." Ela kollarını göğsünde birleştirip "Kim mesela?"dedi alaya alarak. "Tan!"deyince yüzü daha bir mor kesildi. Gülmemek için yanaklarım ile savaş verirken Ela "Na-nasıl yani? Tan birini mi seviyor?"dedi üzgünce. Hiç düşünmeden "Evet!"deyince Ela'nın gözleri doldu. Salak! Niye Tan'ın kendisini sevdiğini anlamıyor ki? "Ne zamandan beri?"dedi ağlamaya yüz tutarken. "Buraya geldiğimden beri şüphelenmeye başlamıştım zaten ama dün emin oldum. Tan deli gibi seviyor." "Kimmiş peki?"dedi yutkunarak. Tam kafasına bir tane geçirmeyi planlayıp onun olduğunu söyleyecektim ki kapı çaldı. Bugün bir susmadı şu kapı! "Kimooo?"diye hafifçe bağırıp bahçe kapısına koştum. Kapıyı açınca "Biziz Ceylan biz."diyen Tan'ı ve yanındaki Ahmet'i görünce ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırmıştım. "Hoş geldiniz?"dedim başımı yere eğerken. Ahmet de şaşkın duruyordu. "Kardeşim ben gideyim en iyisi." "Aa ne oldu birden yahu? İşim falan yok demiştin. Vallahi bir çay içmeden bırakmam. Ceylan'ım bize verecek sıcak bir çayın var değil mi?" "Var tabi. Yeni demlemiştim." "Tan sen yorgunsundur şimdi. Ben hiç rahatsız etmeyeyim sizi." "Ne rahatsızlığı be reis, aşk olsun. Seni ve Ceylan'ı dinlerken kendimi iyi hissediyorum. Hadi daha fazla itiraz etme de gir içeri!"diyen Tan Ahmet'in koluna girip içeriye sürükleyince buna gülüp kapıyı kapattım. Onlar balkondaki minderlere geçerken "Biz Ela'yla size çay koyup gelelim o zaman."dedim. "Hoş geldin Ela."diyen Tan'a ters bir bakış atan Ela hızla içeriye girerken buna şaşıran Tan ile gülüp ben de saf arkadaşımın peşinden gittim. Az önceki söylediklerimin hıncını bizim zavallı Tan'dan çıkarıyordu. "Ela ne oldu ya?" "Hiç! Hiçbir şey olmadı. Ne olacak?" "Bilmem. Sanki biraz sinirlenmiş gibisin? Yoksa az önceki söylediklerime mi bozuldun?"diye üstüne gittim birazcık ama o şaşırmakla kalmayıp bir de üstüne yalancı bir kahkaha attı. "Hahaha hiç de bile! Beni ne ilgilendirir ki?" Dudakları titredi. "Bana ne birine aşık olmuşsa beyefendi!" "Ha yani yarın bir gün evlense bir şey demeyeceksin yani?" "Ne evlenmesi ya! Nereye evleniyor!"diye bağırınca son anda tuttum kendimi kahkaha atmamak için. Ela bu durumu fark edip "Yani... Bu devirde evlenmek öyle kolay mı? Her şeyin bir adabı, zamanı var!" "Haaa öyle demek istedin yani?" "Evet!" Biraz daha bu oyunu sürdürebilirdim galiba. Hatta aynısını Tan'a da uygulamalıydım. Tan delirirdi herhalde. "Anladım. Ayyy Ela biliyor musun? Tan'ın sevdiği kız çok kıskanç biri. Tan'ı kimseyle paylaşacak biri değil hiç."deyip tepsiye iki tane çay bardağı koydum. Ela da çayları doldurdu. "Ay yolarım vallahi. Kim sanıyor bu kız kendini ya! Şey... Yani kaç yıllık çocukluk arkadaşım sonuçta o yüzden..." "Anladım canım. Ben de öyle düşünmüştüm zaten."diye tepsiyi alıp gülerek balkona gittim. Tepsiyi yere bırakırken Ahmet'in kitabımı incelediğini gördüm. Bir tuhaf olmuştum. Tan "Ceylan'ın kitabı herhalde. Değil mi Ceylan'ım?"diye sorunca çayları ikisinin önüne koyup şeker ve kuruyemişleri yanına ekledim. "Evet." "Ceylan'ım be. Biraz okusana bize. Hani küçükken hep yapardın ya? Başımda uzanıp masal kitapları okurdun. Şimdi de okusana?" "Tan o zaman çocuktuk." "Ne fark eder güzelim? Hadi kırma beni. Oku lütfen. Hem Ahmet de çok beğendi kitabı."deyince göz ucuyla Ahmet'e baktım. Başka bir yere bakıyordu. Sıkıntılı gibiydi. "İyi tamam."dedim bıkkınca. "Nereyi okumamı istersin?" "Kaldığın yerden devam edebilirsin."diyen Tan sevinçle kitabı bana uzattı. Yeni yeni namaza başlamıştı Ahmet sayesinde ve başladığından beri hiç bırakmamıştı. Ben söylemesem bile Ahmet'in ona her şeyi öğretmeye çalıştığını biliyordum. Bazen bana da gelip anlamadığı şeyleri sorar, Ahmet'in kendisine okuması için verdiği kitapları gösterirdi. Bu yüzdendi bu kadar ısrarı ama Ahmet buradayken utanıyordum okumaya. Bana bakmayacağını bilmek içimi rahatlatıyordu en azından. Tan'a kafamı salladım ve besmele çekip okumaya başladım. "Ümmet-i Muhammed, Allah'ın standartlarına göre yaşayan ümmettir. Yahudiler, Allah'ın adını kullanıp keyiflerine göre yaşayan bir ümmettir. Hıristiyanlık ise Allah'ın adını bile kullanmadan kendi kendilerine uydurdukları dinle cennet satan papazların dinidir. Muhammed aleyhisselamın ümmeti Allah Teâlâ'nın kulaklarını, çenelerini, gözlerini, ellerini ayarladığı ümmettir. Aradan defolular çıkabilir lakin tamirciye götürülmeleri de gerekir. İmanımızla çenemiz uyumlu olmak zorundadır. Kur'an dinleyen kulağımıza anca Kur'an düzeyine yakın bir şeylerin girmesine izin vermeliyiz. Gözlerimiz cennette Allah'ı göreceği için dünyada sansürlü bir göz sahibi olmalıyız. İmanımız, yani belli bir şekilde olduğumuzu söylediğimiz akidemiz, sözgelimi elimizle uyum içinde olmalıdır; ağzımıza sol elle lokma götürmemek gibi. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem o eli ayarlamış, nerede ve ne zaman kullanılacağı talimatlarını vermiş, taharet eliyle ağzına lokma götürmemek üzerine programlamıştı. Taharet eliyle ağzına lokma koyan birinin ayarı bozulmuş demektir. Bu da İblis'in o kişi üzerindeki planlarını kolaylaştırmış olur. Göz ve kulak ayarlarımızla oynadıkça aslında farkında olmaksızın oynadığımız, iman ayarlarımızdır. Bu ayarların iman-amel arasında bir uyumundan söz ettiğimiz gibi diğer yandan göz ve kulak için şükürden dahi söz edilmelidir. Şükür de ancak helal yolunda kullanılarak ifa edilebilir. Gözün, çenenin, kulağın bir nimet olarak insanoğlunda şükrü gerekir ve bunlar haksızlık olacak sözü söylememek, gıybet etmemek, fücura ortak olmamak, şarkı dinlememek gibi ciddiyetlerle sağlanabilir. Aksi takdirde bir sorunun cevabını bulamayız: Kalbimizdeki imanla kulağımızdaki uygulamanın farkını kim ödeyecektir? Ya da Müslümanlık, Yahudilikte olduğu gibi 'Allah'ın adını kullanıp yine bildiğin gibi yaşamak' mıdır? İsra suresinin 36. ayetini okuyup ezberlememiz, aile ölçeğimiz ve yaşayışımızı belirleyen bir kural olarak konuşmamız, imanımız ile organlarımız arasında uyum oluşuncaya dek gözümüzün önünde tutmamız gerekir. ِھِب َكَل َسْیَل اَم ُفْقَت َلاَو ًلاوُؤْسَم ُھْنَع َناَك َكِئلوُأ ُّلُك َداَؤُفْلاَو َرَصَبْلاَو َعْمَّسلا َّنِإ ٌمْلِع "Bilmediğin şeylerin peşine düşme. Kulak, göz ve kalbin hepsinin hesabını vereceksin." Bu ayetteki sıralamanın 'öyle rastlamış' olabilmesi mümkün müdür? Kur'an'ın dizgisinin böyle olma imkânı var mıdır? Hâşâ. Ayetteki sıralama kulak-göz-kalp şeklindedir. Kalp en son gelmekte, göz ortada kalmakta ve kulak başta zikredilmektedir. Bu noktada hikmetsiz bir rastlantı asla mümkün değildir. Göz yalnızca başın yöneldiği tarafı görebilirken kulak her tarafı duyabilmekte, kalp ise ancak bu ikisinin yoğurabildiklerinden hamur elde etmektedir. Görmeyen, duymayan ve tutmayanın kalbi bir şey pişirememektedir. Öyleyse Rabbimiz, yüreğimizdeki sıkıntıların kaynağı olarak göz ve kulak organlarını göstermektedir. Müslüman olarak bizim de kulağımızın ve gözümüzün gördüklerinin etkisinde kalan yüreklerimizin hesabına çekileceğimiz muhakkaktır. Müslümanlık teori dini değildir. Allah'ın şeriatının ölçülerine göre ayarlanmış kulağımız-gözümüz-dilimiz olmak zorundadır ve ayarı Allah belirlemiştir. Bu ayarın bozulduğu yerde ne hafız olmak ne hocalık-hacılık-imamlık, ne de mikrofon başına geçip insanlara din anlatmak kimseyi asla kurtarmaz. Yalan, hocaya da yalan; gıybet, hocaya da gıybettir. Bir anne düşününüz ki çocuğu düşüp dizini yaraladığında nasıl canı acıyor, içi cız ediyorsa çocuğunun yanında söven birinin dediklerini duyduğu için de aynı şekilde canı acıyor, içi cız ediyorsa melekler o annenin yanında, yardımındadırlar, onu utandırmazlar. Çocuğumuzun kulağının sorumlusu baliğ oluncaya kadar biz olduğumuza göre sorumluluk böyle bir duygu yoğunluğunu gerektirmektedir. O çocuğun dinlediği bir şarkı belki elli yaşındayken düşeceği zinanın yatırımıdır şeytan için. Bizim için altı üstü bir şarkı olabilir ama şeytan için öyle değildir. İblis, çocuğun dinlediği bir şarkıyı ekim ayında toprağa atılıp üstüne aylarca kar yağdığı hâlde ta nisan ayında gün yüzüne çıkacak buğdayın beklemesi gibi bekletir. On yaşındaki bir çocuğun kulağına giren müstehcen sözün bundan farkı yoktur. O kulak zamanında sansürlenmediği, müstehcen görüntüler ve sesler bulunan yerlerden uzak tutulmadığı için ve Müslümanlığı sadece imam-hatibe gitmekten ibaret algılayan anlayış yüzünden yahut bir tutam sakal bırakmışken böyle küçük ayrıntıların ne önemi olabileceği türünden yanılgılara düşüldüğünden dolayı yıllar sonra imanî tehlikeye varacak denli ağır bedeller ödenebilmektedir. Çocuklarımıza sadece ilmihâl bilgisi vermek yeterli bir eğitim değildir, çevrelerinin de korunması lazımdır ve kulak bu çevrelerden sadece biridir. Ve bu mesele hepimizin sorunudur. Bir hadis-i şerifi müslümanlığımıza dair test yapabilmek için istişare etmek üzere önümüze koymalı, dinimizin nasıl bir hüviyette olduğunu tefekkür etmeliyiz. Buharî'nin 7042. hadisinde şöyle buyruluyor: "Konuşan insanların konuşmasını onlar izin vermedikleri hâlde dinleyenin kulağına kıyamet günü cehennemde kurşun akıtılacaktır." İşte 'kulaklık' takmamız bunun için mecburîdir. Müslüman veya kâfir, iki veya daha çok kişinin konuşmalarını onlar bundan hoşlanmayacağı hâlde kulak kabartıp dinleme, içeriğinin ne olduğu önemli olmaksızın, bu korsan dinleme hiçbir hukuk sisteminde ceza almayan bir eylem olabilir; fakat Allah duyduklarımızı bilmekte, duymamamız gerektiği zamanlarda nefsimize karşı cihat ettiğimizi de görmektedir." Okumayı bitirdiğimde başımı kaldırdım ve Ahmet'in bana baktığını fark ettim. Çok etkilenmiş duruyordu. Gözleri derince kısılmıştı. Yine bir tuhaf olmuştum. Ben bakınca hemen bakışlarını çekmişti. Halinden yine sıkıntılı olduğu belliydi. Ben de hemen bakışlarımı çektim. Zaten bir-iki saniyelik bakmıştım. "Çok güzeldi Ceylan'ım. Yüreğine sağlık." "Allah razı olsun Tan bey."diye gülümsedim ve kitabı kapattım. Bahçe kapısı bugün dördüncü kez çalarken Tan seslendi bu sefer. "Kimo?" "Benim. Mukaddes..." -Bölüm sonu- |
0% |