19. Bölüm

11. Edep Sen Ne Güzel Şeysin

Mosiella
madamosiella

 

 

 

O N B İ R İ N C İ B Ö L Ü M

"Edep Sen Ne Güzel Şeysin"

🔗

 

Ücretini ödeyip aldığım gazeteyi kolumun altına sıkıştırırken gözlüğümü biraz daha yukarı itip ellerim ceplerimde çıktım petrol ofisinden ve can sıkıntısının canıma tak ettiği son yarım saati arkamda bırakarak birkaç adım ileride hararetli bir konuşma içerisinde olan adamlara doğru yürümeye başladım. Saatlerdir yoldaydık ve bir arpa boyu yol kat edememiştik. Evden çıktıktan birkaç dakika sonra başlayan kar ve sis tepelere çıktıkça artmış tekerlerse tüm hızımızı yavaşlatmış işimizi daha da zorlaştırmıştı.

Boynumu iyice kabanımın yakalarına gömerken Cihangir varlığımı daha o an fark ederek iki parmağını havaya kaldırıp ileri geri salladı. Tekerleri değiştirme işini bitirmiş olmalı ki bir an önce buradan defolup gitmek için acele etmemi istiyordu. Ona inat saçlarımı geriye doğru savurduktan sonra bakışlarımı etrafta gezdirerek daha ağır yürümeye başladım.

Medeniyetsiz dağ ayısı.

“Abla?”

Duyduğum ses ile Cihangir’deki bakışlarımı çekip çok yakınımdan gelen sese doğru dönerken kaşlarım usulca çatıldı. “Pardon?” Dedim sorarcasına birkaç adım ötemde dikilen çocuğa. Gözüme aşina gelse de kim olduğunu çıkaramamıştım.

“Hatırlamadın mı beni?”

“Pek sayılmaz. Tanışıyor muyuz?”

“Tabii ya. Hani o gün bizim otobüse bindindi de arıza yapınca indiydin hatırladın mı? Bizim köyün dolmuşlarının yerini tarif etdiydim sana. Şehir otobüsünün muavini Hasan ben.”

Lanetli otobüs yolculuğu.

Anında buruştu yüzüm. Hatırlamak bile tüylerimi ürpertmişti.

Neydi adı? Mesireler... Kesireler- Heh Kösüreler! Kösürelerin torunu olduğunu söylemişti çocuk.

Bu detayı hatırladığıma ben bile şaşkındım fakat önünden gelip geçerken birkaç kez görmüştüm kapısında kocaman kösüreler yazan evi.

“Hatırladım, evet.”

Onu son gördüğümün günün aksine bu kez üzerinde beyaz bir gömlek ve kumaş pantolon değil petrol ofisinin armasının basılı olduğu şişme bir mont vardı. Ya muavinliği bırakmış ya da part-time çalışıyor olmalıydı. Soğuktan kızarmış yanaklarına baktım. Üşüdüğü her halinden belliydi.

“Seni burada gördüğüme şaşırdım ne yalan söyleyim çoktan gitmişsindir sanıyodum. ”

“Doğrusu ben de hala burada olduğuma şaşkınım.” dedim bakışlarım kısa bir süre Cihangir’in üzerine uğrarken. Gözleri hala üzerimde, o doğrulmak bilmeyen kaşları yine kirpiklerinin üzerine düşmüştü. Gözlüklerimin ardından görünmeyeceğini bilsem de aynı terslikle baktım yüzüne.

Sahi. Beni hala burada tutan şey neydi? Kaçacak yerimin olmaması mı? Kendini kandırma dedi anında iç sesim. Bir şeylerin ters gittiğinin oda farkındaydı.

“Tanışık mısınız?”

Cihangir’den ayrılan bakışlarım adının Hasan olduğunu söyleyen çocuğa döndüğünde kirpiklerimi birkaç kez kırpıştırıp kaşlarımı çattım. “Kiminle?”

Başıyla birkaç metre ötemizi işaret ederek “Abimle.” dedi. Cihangir’den bahsediyordu. Başımı sallayarak yeni bir soru da ben yönelttim ona.

“Abim derken?”

“Kan bağı değil can bağı bizimkisi. Emeği çoktur üzerimde.”

“Çok uğrar mı buralara?”

“Yok yav, senede bir ya gelir ya gelmez. O da Asiye nenemin küfürlerinin kulağını aşındırışından.”

“Babaannesi?” dedim sorarcasına. Günlerdir evinden kaldığım kadının ismini bilmiyor oluşum şu içinde bulunduğum durum kadar saçma gelmişti o an.

“He ya öyle diyorlar da...” Cümlenin devamını merakla beklerken bakışları kısılan gözlerime takıldı ve elini ensesine atıp sıkıntılı bir nefes vererek “Öyle yani başka ne olacak.” dedi. Fakat suratındaki ifade ve kaçırdığı bakışları asıl gerçeğin başka olduğunu düşündürdü bana. Kirpiklerim kısılıp bakışlarım Hasan’ın üzerinde daha çok dolanmaya başladığında ellerini üşümüş gibi ceplerine sokarak bakışlarını öylesine etrafta dolandırdı. Ve o an aradığı kurtarıcıyı buluşmuş gibi petrole giren otomobile işaret vererek hızlıca yakıt deposuna doğru yürümeye başladı.

Arkamdan gelen adım sesleri bedeninin sırtıma temasıyla kesilirken burnundan verdiği öfkeli sıcak nefesi yanağımı yalayıp geçti. Hasan’ın müşterinin üzerindeki bakışlarının, sağ omzunun üzerinden Cihangir’i bulması sadece birkaç salisesini almıştı. Kırdığı potun Cihangir için bir sorun teşkil edip etmeyeceğini merak ediyordu belki de. Selamlaşmadıklarına göre Cihangir ile birbirlerini daha önce görmüş olmamalılardı.

“Hayırdır?” dedi Cihangir başıyla ikimizi işaret ederken.

Onu görmezden gelip omuz silktim. Bakışlarım hala Hasan’ın üzerindeydi. Pompacı çocuğa kısa bir selam verip gözlüğümü yeniden burnuma doğru ittikten sonra Cihangir’e açıklama yapmayı reddederek önünden geçip arabaya doğru yürümeye başladım.

Merakından kudursun dağ ayısı.

Tahmin ettiğim gibi merakından kudurduğu için birkaç saniye sonra takıldı peşime. Saklı olan hiçbir şeye tahammülü yoktu.

“Nereden tanıyor Hasan seni?”

Cehennemin dibinden.

Arabaya doğru yürümeye devam ederken kısa bir süre duraklayarak omzumun üzerinden bir bakış attım ona. “Sorgu memuru musun Cihangir, sana ne?”

“Farz et ki öyleyim. Sorumun cevabı?”

“Bak sen, iyi... Ara avukatımı gelsin o zaman. Çünkü sen bana istediğim cevapları vermediğin sürece ben de sana istediğini vermeyeceğim.”

“Ne halin varsa gör.”

Ettiği küfrü duysam da aldırış etmeden devam ettim yürümeye. Onu öfkelendirmiş olmak keyfimi yerine getirmişti.

Halil İbrahim kaputa yaslanmış sigarasını içerken irisleri kısa bir süre sonra, önce benim ardından Cihangir’in üzerine uğradı ve dudaklarında varlığından emin olamadığım bir kıvrım belirdi. Bu halde bile ürkütücü bir görüntüsü vardı. Üç numaraya vurulmuş saçları sakalsız yüzü, kalıplı vücudu ve sert yüz ifadesiyle fiziksel olarak Cihangir’in bir kopyası gibiydi.

Gerçi Cihangir’in sakalları onu gördüğüm ilk günün aksine saçları gibi uzamış yüzünü perdeler hala gelmişti.

Yolcu koltuğunun aksine arka kapıyı açıp bindim arabaya. Zira Cihangir yanı başımda otururken yüzünün ortasına bir tane geçirmeyeceğimin garantisini kimseye veremiyordum. Kendime bile. Koltuğa iyice yerleşip aldığım gazeteyi şöyle bir gelişi güzel karıştırırken aldığım fındıklı çikolatanın paketini de açıp büyük bir ısırık aldım ve günlerdir geçmek bilmeyen krizime bir son verdim. Kalanını erimesin diye çantama doldursam da iki tanesini de içim sızlaya sızlaya vites kutusunun içine bıraktım.

İnsanlık yine ben de kalsın. Suratsız herifler.

Şoför koltuğunun kapısı açılmadan önce arka kapının camına vurdu Cihangir’in yansıması. Kabanının yakalarını kaldırarak birkaç metre ilerideki siyah otomobile doğru yürüyen Halil İbrahim’e arayı açmamasını söylerken botlarını birkaç kez yere vurarak altındaki çamurdan kurtuldu. Kıymetli arabası kirlenmesin istiyordu.

Halil İbrahim’in petrol ofisinden çıkıp gözden uzaklaşırken ne ara yaktığını fark etmediğim sigarası söndürerek yeniden oturdu koltuğuna Cihangir. Parmaklarının arasındaki zehirden çektiği son dumanı arabanın içine değil dışarı vermesi gözümden kaçmamıştı. Saniyeler sonra dikiz aynasındaki bakışlarının ağırlığını üzerimde hissettiğim de aldırış etmeyerek gazeteyi karıştırmaya devam ettim ve büyük bir ısırık daha aldım elimdeki çikolatadan. Başını çevirip önce elimdeki çikolataya sonra kıpırdanan dudaklarıma dikkatlice baktığında tükürüğümde boğulmamak için zorlukla yuttum lokmamı.

“Niye arkaya geçtin sen?”

“Keyfim öyle istedi. Bir sorun mu var?”

“Olur mu efendim ne kusuru estağfurullah. Biz sizin şoförününüz zaten.”

Yüzümü buruşturup onun taklidini yaptım. Biz sizin şoförünüzüz zaten.

Dilini ve dişlerini alt dudağının üzerinde gezdirdikten sonra gözlerini kapatıp sabır diledi ve söylenmeye devam ederek motoru çalıştırdıktan sonra hızlı bir manevrayla çıktı petrol ofisinden.

 

*** 

 

Bacaklarımı kendime doğru çekerek beni uykunun kollarından alıkoyan o sese doğru gözlerimi usulca aralarken uyku mahmurluğuyla birkaç kez kırptım gözlerimi. Ve nerede olduğumu kavramaya çalıştım birkaç saniye. Hala arabanın içindeydim. Saç diplerim terlemiş soğuktan buz tutan ayaklarım sıcacık olmuştu.

Cihangir kapıyı açmış başımın üzerinde dikilirken üzerime örtülmüş montu iterek doğruldum yattığım yerden. Çizmelerim ayağımda değildi. Ne ara çıkardığımı bile hatırlamıyordum bile. “Geldik mi?”

Dudaklarının arasındaki sigaradan derin bir nefes çekip başını salladı Cihangir. Yeşil irisleri kısa bir süre dışarıda gezinip gözlerimi bulduğunda elimi ağzıma kapatarak esnedim. Saatlerce uyumuş gibi bir mahmurluk vardı üzerimde. “Ne zamandır uyuyorum ben?”

“Birkaç saat oldu. Hadi giyin de gidelim.”

Birkaç saat mi? Yol bu kadar uzun mu sürmüştü?

Eğilip çizmelerimi ayağıma geçirirken başımı usulca kaldırıp baktım Cihangir’e saçlarımın arasından. Bakışları dışarıdaydı. “Bu bahsettiğin arkadaşın” dedim beni duyduğundan emin olarak. “Güvenilir biri mi?”

Başıma konulmuş milyon dolarlık ödül son günlerde aşikâr olmaktan daha çok korkutur olmuştu beni.

“Güvenmesem seni buraya getirmezdim.”

Çizmemin içinde kalan yünlü çorabımı takılan fermuardan kurtarıp fermuarı dizlerime kadar çektikten sonra şapkamı ve gözlüğümü de takarak indim arabadan. “Ne zamandır tanışıyorsunuz?” dedim yine güvenilirliğinden emin olmak istercesine. Cihangir arabanın arka koltuğundaki siyah kaşesini almak yerine bagajdan hâkî yeşili kısa bir ceket çıkardı kendine ve benim yeşil beremin aksine yüzünü perdeleyen siyah bir kasket taktı başına. “Birlikte geçti çocukluğumuz. Aynı yerde büyüdük.”

“Baya eskiymiş.”

Başını sallayarak onayladı beni. Dilini alt dudağının üzerinde gezdirdikten sonra derin bir nefes aldı. Bir şey söylemek istiyormuş da susuyormuş gibi bir hali vardı. “Öyle.” Dedi kısaca. Bakışları İlknur ile aldığım acı kahve rengindeki topuklu çizmelerin üzerinde gezinirken yeniden konuştu. “Dikkat çekmemeye ve başını kaldırmadan yürümeye çalış. Artık sadece baban tarafından aranmıyorsun.”

Kaldırımın üzerine çıkıp otele doğru yürürken arabanın camından son kez şişmiş gözlerime bakarak saçlarımı düzelttim ve vakit kaybetmeden tıkırdayan topuklarımla Cihangir’in peşine takıldım. Uzun bacakları ona yetişmemi zorlaştırsa da bu durumu fark etmiş gibi adımlarını kısaltarak aradaki mesafeyi kapatmama izin verdi.

Davranışları öylesine tuhaftı ki bazen ona nasıl davranacağımı şaşırıyordum. Beni öfkeden deliye döndürende oydu. Üşümeyeyim diye üzerimi örtüp ayakkabılarımı çıkaranda. Her şeyiyle tuhaf bir adamdı Cihangir. Merakımı tetikleyen gizemli sırlarla dolu bir tarafı vardı. Şevval’i ve ailesini yakından tanımama rağmen onunla bir kez bile karşılaşmamış olmamız tuhafıma gidiyordu mesela. Oysa sık sık duyardım Şevval ve kardeşi Seren’den adını. Sadece adı vardı işte. Ailenin içinde neredeyse yok denecek kadar görünmez bir gölge olarak kalmıştı hep aklımda. İlk gün varlığını kavrayamayışımda bundandı. Aklıma bile gelmemişti o Cihangir’in bu Cihangir olabileceği.

Büyük döner kapıdan içeri girmeden önce belimden tutup beni kendine doğru çekerken eli kolum boyunca kayarak parmaklarımı kavradı ve kapının önündeki adama selam vererek aştı güvenlik noktasını. Başımı eğip birleşen parmaklarımıza baktım. Elim büyük avucunun içinde neredeyse kaybolmuştu. “Bu ne için?”

“Dikkat çekmememiz için. Gözlerin üzerimize dönmeyeceği kadar sıradan bir çift olmamız gerek. Rolünü iyi oyna ve normal davranmaya çalış.”

Haklıydı otelde sıradan bir çift olarak görünmemiz dikkat çekmezdi.

Düşüncesi mantıklı geldiğinde bordo ojeli parmaklarımla elini daha sıkı kavrayarak “Bu boyla mı?” Dedim. “Şuraya dikkat levhası yapıştırsam daha az kadın dönüp bakardı.”

Bakışlarını bana çevirmeden, yürümeye devam ederek cevap verdi. “Ben de aynı şeyi senin için düşünüyordum. Bu siktiğimin ayakkabılarını ne diye giydin?”

“Küfürden başka bir şey dökülmez mi ağzından senin?”

“Elimizde olan bu prenses hazretleri. Kusura bakmayın varsa bir rahatsızlığınız-”

“Defolup giderim öyle değil mi?” Adımları olduğu yerde duraksayıp bana dönerken “Nasıl olsa ışığı görüp gelenlerden biri de benim.” dedim.

“Sabahtan beri takındığın şu manasız tavrın sebebinin bu olduğunu söyleme bana.”

“Manasız davrandığım falan yok.”

“Her zaman bu kadar çekilmez değilsin.”

Sözleri beni daha çok öfkelendirdiğinde ceketini kavrayarak dikkatleri üzerimize çekmemek için samimiyetsiz bir gülümseme yerleştirdim suratıma. Ve usulca yükseldim parmaklarımın ucunda. Hala çenesine zor geliyor olsam da topuklular işimi kolaylaştırıyordu. “Sen her zaman bu kadar ayısın ama.”

Zehir yeşili irislerinde çakan kıvılcım yanımızdan geçen bir adamın bakışlarının üzerime dönmesiyle çatırdarken daha çok dikkat çekmemek için olsa gerek elimden çekerek bizi yeniden lobiye doğru sürüklemeye başladı. “Ayı neymiş göstereceğim ben sana çobansız kuzu, bekle sen.”

“Hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?” Ağzının içinde kendi kendine konuştuğunu duysam da lobideki beyaz gömlekli kumral kızın bizi fark etmesiyle bakışlarım istemsizce ona döndü.

“1211 numaralı odada kalan müşteriniz için geldik.” Kız ilgiyle Cihangir’i süzerken bakışları kısa bir süre bana uğradı. Aramızdaki ilişkiyi çözmeye çalışıyor gibiydi. Yüzüne dökülen saç tellerini yavaşça kulağının arkasına yerleştirip yeniden yanımdaki adama döndüğünde kaşlarım istemsizce havalandı.

Bana göz mü devirdi o?

“Öyle mi? Arayıp geldiğinizi haber vereyim. İsterseniz o zamana kadar size bir şeyler ikram edelim.”

Kadın resmen yanı başımda çakma kocama kur yapıyor.

“İstemeyiz.” dedim kadına ters bir bakış atarak. Parmaklarım masanın üzerinde tıkırdarken kırmızı saçlarını elime dolayıp Cihangir’e olan sinirimi ondan çıkarmamak için kendimi zor tutuyordum. “Fazla vaktimiz yok. Biraz acele ederseniz seviniriz.”

“Peki... Kim diyeyim.”

“Kilimci deyin.”

“Anlamadım.”

Tabii ilgi alanın farklı olunca anlamam normal hayatım.

“Anlasan şaşardım.”

“Efendim?”

Cihangir’in yüzünde gördüğüm keyifli ifade ile dirseğimi karnına sertçe geçirirken dişlerimin arasından “Söylesene hayatım kim desin?” dedim. Bana rol yapmamı söylerken kendisi köşesine çekilemezdi.

“Geleceğimizden haberi var. Geldiğimizi söylesin yeter.”

“Duydunuz.”

Kadın başını sallayarak onayladıktan sonra hızlıca tuşladı odanın numarasını ve ahizeyi kulağına götürerek beklemeye başladı. Bakışları hala Cihangir’in üzerindeydi.

Arsızlığında bu kadarı. Azıcık edep be.

“Merhabalar efendim lobiden arıyorum, bir misafiriniz var... Peki yolluyorum.”

Kadın telefonu kapatıp çekmeceden bir kart çıkardı. Asansör için kullanacaktık muhtemelen. “9.kat 1211 numaralı oda.” Kartı Cihangir’e doğru uzattığında elinden alıp aynı samimiyetsizlikte gülümsedim. “Teşekkür ederiz. Zahmet oldu.” dedikten sonra biraz daha eğilerek sesimi kıstım. “Ha unutmadan, o maviş gözlerin oyulmasın istiyorsan bir sonraki sefere yanında kız arkadaşı olan erkeklere asılmamaya çalış tatlım. Zira benim kendime yakıştırmadığım için yapmadığımı, onlar keyifle yapar, o kızıl saçlarını da eline vermeden bırakmazlar.”

“Neden bahsediyorsunuz hanım-”

“Sen neden bahsettiğimi gayet iyi biliyorsun.”

O saatten sonra ne söylediğini pek dinlemedim. Saçlarımı geriye doğru savurup tamamen camdan yapılmış asansöre doğru yürürken elleri ceplerinde peşime takılan Cihangir’in de binmesini bekleyerek bastım dokuzuncu katın düğmesine.

Ayaklarım geri geri gidiyor olsa da korkunun ecele faydasının olmadığını bildiğimden dikkatimi başka şeylere vermeye çalışarak aynaya doğru yanaştım ve Mozart eşliğinde rujumu tazelemek için çantamın fermuarını açtım.

Cihangir’in arkamda beliren yansıması bakışlarımın kısa bir süre ona dönmesine sebep oldu. Geniş omuzları ve uzun boyuyla neredeyse iki katım kadardı. Kaşının üzerindeki kesiğe düşen bakışlarım taşırdığım rujumla birlikte yeniden dudaklarıma döndüğünde parmağımın ucuyla temizledim dudağımın kenarını. Varlığı dikkatimi dağıtıyordu. Elleri ceplerinde başımda zebellah gibi dikilmiş tuhaf bakışları aynadaki yansımamın üzerindeydi. Ruju taşırmadan dudaklarımın üzerinde gezdirirken asansör durana dek itina ile izledi hareketlerimi.

“302 numara Cherry. İster misin?” dedim alayla. Amacım kanımı kaynatan atmosferden bir an önce kurtulmaktı.

“Genelde bu şekilde tercih etmiyorum.”

Al şimdi bu cevapla ne yaparsan yap Defne.

Buruşturduğum kızarmış yüzümle kınarcasına suratına bakarken “Edep sen ne güzel şeysin.” dedim.

“Karşındakini laflarınla tahrik etmeden önce alacağın cevapları da düşünmen gerekir asi kuzu.”

“Karın olacak kadına acıyorum bazen.”

“Acıma güzelim acıma. Acınacak hale düşersin.”

Kabin dokuzuncu katta durup asansörün kapıları iki yana açıldığında kırmızı halıların serili olduğu yüksek tavanlı geniş bir koridor karşıladı bizi. Gold detayları her yerdeydi. Cihangir’in durduğu 1211 numaralı odanın kapısına doğru yürürken kendimi teskin etmeye çalışarak altı üstü üç beş dikiş dedim.

En fazla ne olabilir değil mi? Bu cümleyi en son kurduğum başıma pek de iyi şeyler gelmemişti gerçi.

Dizimi titreterek gerginlikle Cihangir’in çaldığı kapının açılmasını bekledim bir süre. Kendimi bildim bileli hastanelerden de doktorlardan da nefret ediyordum. Yataklara düşsem de hastanenin kapısını çalmak için öleceğime emin olana dek beklerdim.

Çocukluğu hastane koridorlarında geçmiş kadın travması işte. Çok da şey etmeyin.

Cihangir kapıyı yeniden yumrukladığında saniyeler içerisinde aralandı. Kapı sonuna kadar açılıp oda gözler önüne serilirken kapının önünde dikilen Halil İbrahim’in üzerinde takıldı kaldı gözlerim. Bu adam niye her yerden çıkıyordu?

“Yüzbaşım, hoş geldiniz.” İfadesi ciddi olsa da sesi alay kokuyordu.

Cihangir ona göz devirip içeri girmeden önce kapının önünden çekilmesi için eliyle geriye itti Halil İbrahim’i ve bakışlarını uzunca gezdirdi odanın içinde. “Doktor nerde?”

“Telefonda. Geçsene...” Halil İbrahim’in sözleriyle olduğum yerden ayrılıp ben de Cihangir’in ardından girdim içeri ve bunalmışlık hissiyle montumla şapkamı çıkarıp Cihangir’in oturduğu koltuğun köşesine bıraktıktan sonra boydan boya uzanmış cama doğru yürüdüm. İki bölümden oluşan süit oda koridorun boğuk atmosferinin aksine daha ferah ve aydınlık mobilyalarla döşenmişti. Sol tarafa televizyonun karşısında yerleştirilmiş L koltuk takımı sağ tarafta ise camın hemen önüne konumlandırılmış büyük bir jakuzi vardı.

“Etkileyici değil mi?” Yeşilin ve beyazın tüm tonlarını barındıran manzaranın üzerinde uzun uzun gezindi bakışlarım. “Fazlasıyla.” dedim Halil İbrahim’in sözlerine karşılık. Resmen büyülenmiştim. “Taşlaşmış şehirlerden sonra bu kadar güzel bir manzarayı görmeyeli uzun zaman olmuştu.”

“Oo Cihangir Bey gözümüz yollarda kaldı. Nerelerdeydiniz?”

Duyduğum sesle birlikte bakışlarım camdan ayrılırken manzaranın üzerimdeki tüm etkisi kaybolup gitti ve çatılmış kaşlarımla arkamı dönüp Cihangir’e sarılan kadını gördüğümde şaşkınlıkla açıldı gözlerim. “Geciktik biraz kusura bakma.”

Yok artık! Bu kadarı da fazla ama.

Koltuğun üzerindeki gözlüğü ve şapkayı hızlıca giyinirken saçlarımı yüzümün etrafına dökerek yanaklarımın içini dişledim.

Şimdi boku yedin kızım. Bu sefer boku kesin yedin.

Hangi kitabın içindeyiz, hangi senaryoyu çekiyoruz yahu biz.

Halil İbrahim’in şüphe çeken tavırlarımı sezmiş gibi kaşlarını çatarken bakışlarımı ondan anında kaçırdım. Cihangir’den sonra bu adamların zihin okuma özelliklerinin olduğundan emin olmuştum.

Halil İbrahim’in üzerimden ayrılmayan bakışları yetmezmiş gibi saniyeler sonra beni yanındaki kızla tanıştırmaya çalışan Cihangir’in ensemde biten nefesiyle birlikte derin bir nefes aldım.

“Napıyorsun?” Başımı kaldırmak bir yana dursun arkasına saklanarak daha çok görünmez olurken gergince gülümsedim. “Hiç... Işıklar.” dedim son saniye bulduğum yalana şükrederek. “Işıklar gözümü aldı. Işık hassasiyeti var ben de.”

Sözlerimden sonra daha çok çatıldı kaşları ve başını bana biraz daha eğerek konuştu. “Farah’ı tanıyorsun?” Gözlerime bakması bir şeylerden emin olmasını sağlamaya yetmişti.

“Tanıyor. Ben de onu tanıyorum.” Farah birkaç adımda Cihangir’le karşımıza dikilirken kollarının göğsünün üzerine bağlayarak uzunca gezdirdi bakışlarını üzerimde. Ve devam etti. “Defne Karahanlı’yı tanımamak ne mümkün.”

Bu kızın bu kadar zeki olması her seferinde sinirimi bozuyordu.

Başımdaki şapkayı çıkarıp bıkkınlıkla yeniden koltuğun üzerine attım. “Her yerde karşıma çıkmak zorunda mısın sen?”

“Başın her sıkıştığında karşına çıktığıma göre evren beni koruyucu meleğin olarak tahsis etmiş olsa gerek.”

“Neredeyse Azrail’in olacak birine karşı fazla cömertsin.”

Cihangir aramızdan çekilip arkasındaki koltuğa yaslanmadan önce birkaç saniye duraksadı. “Ne demek bu?”

“Gereksiz bir detay.”

“Okulun ilk günü kampüsten çıkarken ona arabamla çarptım demek.”

Çektiğim vicdan azabını dün gibi hatırlıyordum. Cihangir’in bakışları anında Farah’a dönerken bu olaydan haberinin olmadığını o an fark ettim. Belli ki Farah üzerinde durulacak bir detay olmadığını düşünerek anlatmamıştı.

“Bakma öyle. Birkaç çizik için seni arayıp bebek gibi ağlamamı beklemiyordun herhalde?”

Ne dönüyor tam olarak burada?

Dünya ile tüm ilişiğini kesmiş olan Halil İbrahim oturduğu koltukta dakikalardır umursamazca karıştırdığı derginin sayfalarını daha gürültülü çevirirken derin bir nefes aldım. Şu kadar vurdum duymaz olsam her şey daha güzel olabilirdi belki de.

Bakışlarım kısa bir süre Farah ve Cihangir arasındaki gerginliğe dönse de Halil İbrahim gürültüsünü daha da artırıp elindeki dergiyi yüzüne yaklaştırdığında yeniden ona döndüm.

“Keser misin artık şunu?”

Bir küfür döküldü ağzından. Hayır hayır Farah'ın değil Halil İbrahim’in.

“Sen Defne Karahanlı mı dedin biraz önce?”

Ohoo Üsküdar da sabah oldu. En azından o kadar vurdum duymaz değilmiş.

Sayfayı çevirmek üzere hareketlenen parmakları olduğu yerde durup dergiyi bize çevirirken “Bu adamın yanındaki kadın...” dedi. yüzünde adını koyamadığım bir ifade vardı. "Sen misin?"

Bu İlknur’un günler önce bahsettiği haberdi. Affan’ın terk edilmeyi gururuna yediremeyip ortaya attığı babamın da tasdiklediği yalan haber... Büyük puntolarla yazılmış haberi buradan bile okuyabiliyordum.

Ünlü iş adamı Affan Sancaktar’ın düğünden kaçtığı düşünülen müstakbel karısı Defne Karahanlı’nın kaçtığı değil kaçırıldığı ortaya çıktı. Affan Sancaktar’ın basına yaptığı açıklamada ona yöneltilen sorulara ateş püskürtürken Defne Karahanlı’nın kaçmasının söz konusu bile olmadığını aksine evlenmeyi isteyenin nişanlısı olduğunu dile getirirken müstakbel karısı Defne Karahanlı’yı kaçıranları da tüm basının önünden alenen tehdit etmekten çekinmedi.

Adi Yalancı! Evlenmek için bana dahi sormadan düğün tarihini alıp babamı da ikna ederek beni alelacele evlenmeye mecbur bırakan bizzat kendisi değilmiş gibi bir de utanmadan evlenmek isteyenin ben olduğumu söylemişti.

Şeref yoksunu sahtekâr herif.

“Değilim desem inanır mısın?” Derin bir nefes alıp verdim. Affan burada değilken bile yine tüm keyfimin içine tükürmeyi başarmıştı.

Bakışlarını benden ayrılıp Cihangir’e döndüğünde daha ciddi bir ifadeye büründü yüzü. Onu tanımasam bile üzerinde bir tuhaflık olduğunu sezebiliyordum. Dişlerini alt dudağının üzerinde gezdirip mavi gözleri yeniden beni bulmadan önce koltuğun üzerindeki ceketini hızla geçirdi üzerine ve çıkışa doğru yürümeye başladı. Tavırlarını üzerine alınmak istemesem de her şey bariz ortadaydı. Bir şeyler onu rahatsız etmişti.

“Bastı beni burası yüzbaşı.” dedi Cihangir’e doğru. “Aşağıya gel de bir şeyler içelim."

 

 

 

 

✨️

 

 

 

Selamlaar! Özleştik sanki biraz?

 

 

Oy ve yorumlarınızdan beni mahrum bırakmayacağınız bilerek bölümü sizlere emanet ediyorum pamuk şekerlerim. Yeni bölüm hızlı gelsin diyorsanız yüklenin butonlara 😅🐥

Cihangir...🔥

Defne...💄

Farah ve Halil İbrahim...

Hakkındaki düşüncelerinizi buraya bırakırsanız sevinirim.🐣

 

Bu arada okumak isteyenleriniz olursa panomda iki kurgum daha var; LEYL ve Hüzün Kovan Kuşu. Biri mahalle kurgusu diğeriyse polisiye iki kitap. MDG'den vakit bulursanız sizi orada görmeyi de çok isterim.

 

 

 

Hepinize kucak dolusu sevgiler... 🖤

 

 

Bölüm : 15.02.2025 03:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...