Yeni Üyelik
37.
Bölüm

37.Bölüm

@madrabazbiryazar

Alisa elinde telefonla kalakalmıştı. Gökay telefonu kapatıp akşam için çoktan hazırlanmıştı. Kol düğmelerini özenle taktıktan sonra ceketini giydi. Ayna karşısına geçip nasıl göründüğüne baktı ve aşağı indi. Araf henüz giyinmemiş, salondaki koltukta oturup elindeki bilgisayarla meşgul görünüyordu.

Evin içinde bir telaş hakimdi. Çalışanlar, her biri üzerine düşen görevleri eksiksiz bir şekilde yerine getirerek akşam için hazırlıkları tamamlamaya çalışıyordu.

Gökay salonda arkası dönük olan adamı merak edip bakmak isteyince oturanın Araf olduğunu gördü. Şaşırarak ve biraz da sinirlenerek kaşlarını çattı: "Ulan, ben hayatımda senin kadar rahat bir insan görmedim. Sanki akşam bana kız istenecek, şuna bakın hele!" Yanındaki kadınlardan biri durup Gökay'a hak verir gibi başını salladı.

Sabahtan beri koşturmakta olan kadın, işlerinin çoğunu bitirmiş olmanın verdiği rahatlıkla söze karıştı: "Dedeniz için oda hazırlandı. İstediğiniz çiçekler de yolda gelmek üzeredirler." deyip sustu.

Araf, gözlerini bilgisayardan ayırıp önce kadına teşekkür eder gibi gülümsedi, sonra Gökay'a bakıp konuştu.

"Hayatın boyunca beni böyle tanıdın zaten ne bekliyordun ki?"

"Peki güzel kardeşim, Alisa'ya haber verdin mi? Ona sordun mu ki akşam seni istemeye gelelim mi diye? Kız, belki hazır değil, belki akşama kadar hiçbir şeyi yetiştiremeyecek, belki kız seninle evlenmek istemiyor."

"Onu Halide Hanım'ın yanında bana masum numarası yapmadan önce düşünecekti. Kadın beni oklavayla dövdü! Yetmemiş gibi duygularıyla oynadığımı söyledi, beni kötü biri gibi gösterip daha çok kışkırttı. Şimdi ben ona duygularla oynamak nasıl olurmuş göstereceğim."

"Bu nasıl bir gözü karalıktır, yani oraya şimdi kızı istemeye değil rezil etmeye mi gideceğiz?"

"Aynen öyle. Görsün bakalım benimle uğraşmak neymiş! Sakın Alisa'yı aramayı düşünme, bırak hiçbir şey yokmuş gibi hazırlansın ne de olsa akşama kadar hiçbir şeyi yetiştiremeyecek."

"Bence Alisa, söylediklerine inanmadı ve akşam için hiçbir hazırlık yapmadı. Hamdi Dede anlamayacak mı, sormayacak mı? Peki, sen o zaman Hamdi Dede'ye ne açıklama yapacaksın?"

Düşünmek için evin içinde dolaşmaya başlayan Araf duraksadı. Çözüm yolunu bulmuş gibi gülümseyerek, "Bu görev sana düşüyor sevgili kardeşim. Git ve Alisa'yı akşam için geleceğimize inandır. Ona ben söylersem şüphelenebilir."

Gökay unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibi "İyide ben zaten Alisa'yı aradım. Akşam için hazırlık yapmalarını bile söyledim." Dedi.

Araf gülümseyerek aklına gelen planı Gökay'a anlattı: "O zaman sorun halloldu demektir."

Araf tekrar bilgisayarı eline aldığında, Gökay bir ân ne yapacağına karar veremedi. Alisa'ya akşam hazırlanması için yardım etmeli miydi, yoksa Araf'ın herkesin içinde kızı rezil etmesine izin mi vermeliydi?

Kapı çaldı. Kadınlardan biri, isteme için hazırlanan çiçeği salondaki masaya bıraktı. Gökay çiçeğe yaklaşıp eline aldı. Elinde evirip çevirdikten sonra sordu: "Bu ne şimdi, çiçek mi bu?"

Araf, gözlerini bilgisayardan ayırmadan cevap verdi: "Bildiğimiz çiçek işte! Neyine şaşırıyorsun?"

"Bunun dikenleri var. İki tane gülü pakete sarmış, gülü de dikenleriyle göndermişler."

"Özellikle öyle olmasını zaten ben istedim."

"Sebep?"

"Gökay, şu an çok önemli bir işim var. Seninle uğraşamam."

Gökay, saatine baktığında Hamdi dedeye gidip alması gerektiğini fark etti, Araf'la uğraşmayı bırakıp evden dışarı çıktı.

"Sıradan kırmızı gül yaptırmış, vizyonsuz it! İki tane gülle kız mı istenir? Ya Alisa çiçekleri Araf'ın kafasında paralarsa. Az bile yapar! Dinsizin hakkından imansız gelirmiş." diye söylenerek arabasına binip havaalanına doğru gitti.

Gökay oraya vardığında dedeyi beklemeye başladı. Kalabalık arasında onu bulmak biraz zordu ama sonunda dedeyi fark etti. Yaşlı adama doğru giderek yaklaştı ve yüzünde mutlu bir gülümsemeyle dedeye sarıldı.

"Uzun zamandır görüşememiştik, özlemişim sizi." dedi Gökay sevinçle.

Dede sarıldıktan sonra genç adamın yanında durup etrafına baktı: "Eve gittiğimizde bizi nasıl bir sürpriz bekliyor acaba? Araf beni arayınca şaşırdım. Görünüşe göre bu sefer niyeti ciddi. Kim bu kızı gördün mü sen, nasıl biri, yakışıyorlar mı?"

Gökay alayla yaşlı adama cevap veriyordu. Zavallı adam Gökay'ın söylediklerini ciddiyetle dinliyordu.

"Araf'a isteyeceğimiz kızın adı Alisa. Görsen nasıl hanım hanımcık! Ağzı var dili yok."

Genç adam, dedeyle arabasına doğru yürürken, "Dede, eve gittiğimizde seni bekleyen bir misafir var." dedi heyecanla.

Yaşlı adam şaşırdı ve merakla sordu, "Kim bu misafir? Bana haber vermeden mi geldi?"

Gökay gülerek cevapladı, "Evet dede, sana haber vermeden geldi. Ama eminim hoşuna gidecek. Şimdi sürprizi bozmak istemem, eve gidince göreceksin."

"Biliyorsun, seni torunlarımdan ayırmam. Kendi öz torunlarım benim için neyse, sen de öylesin. Sonunda bizimkinin evlendiğini görüyorum, gözüm açık gitmem artık."

Araba yolculuğu boyunca dedeye ailedeki son gelişmeleri anlattı.

Her şey normal giderken sesler birden artmaya başladı. Gökay, dikiz aynasından ne olduğuna bakıp sürekli korna çalarak yol isteyen araba yüzünden az kalsın kaza yapacaktı. Şerit değiştirip yolda ilerlemeye devam ettiler. Dedeyle sohbetine kaldığı yerden devam edecekken arkadaki arabaya yol verdiyse de yine aynı şekilde korna çalarak ışıklarını sürekli yanıp söndüren araba tekrar göründü. Bu durum dedenin de dikkatini çekmiş olacak ki sordu: "Kim bunlar evladım, ne yapmaya çalışıyorlar?"

"Bilmiyorum dede, ama bela aradıkları kesin!"

Arkadaki araba uzun süre korna çalmaya devam etti. Gökay, gaza basıp hızlanarak yoluna devam etti. Artık araba görünmüyordu. Dede, emniyet kemerine tutunmuş, Gökay'a yavaşlamasını söylüyordu. Genç adam tehlike geçtiği için yavaşladı, biraz sonra tekrar aynı şekilde arabanın arkasında korna çalarak görünmeye başlayan siyah araç bu sefer öne geçmeye çalıştı. Gökay küfür etmek istedi, ama dede yanında olduğundan öfkesini içine atıp arabayı durdurdu.

Yol boyunca onları takip eden siyah araçta durmuştu. Hamdi Dede, Gökay'a durmamasını yola devam etmesini söylese de genç adam dinlemeyip sinirle arabadan indi. Arkadaki siyah araçtan da beş kişi inmişti.

Hamdi Dede gözlerine inanamadı. Gökay, kim olduğunu bilmediği birkaç adamla yüksek sesle tartışıyordu. Bir delilik yapmasına engel olmak isteyip arabadan indi ve Gökay'ın yanına gitti: "Evladım, boş ver, hadi biz eve gidelim. Akşama kız istenecek, olay çıkarma."

Gökay, dedenin söylediklerini umursamadı: "Hiçbir yere gitmiyoruz dede, önce şunlara düz yolda nasıl araba kullanılması gerektiğini öğreteceğim! Çaldıkları kornanın sesini arkadaşlardan çıkartmadan gitmem!"

Adamların içindeki en iri olanı racon keser gibiydi: "İki saattir sağa çek diyoruz lan, anlamadın mı! Asıl sen araba kullanmasını bilmiyorsun! Çok konuşma, bizimle geleceksin!"

"Olur, adres verin, ben de dedeyi bırakıp hemen yanınıza geleyim! Çoktandır birilerini dövmüyordum, kısmet sizinmiş!"

Adam, küçümser gibi Gökay'ı baştan ayağı süzdükten sonra kendinden emin bir şekilde konuştu: "Ne malum vereceğimiz adrese geleceğin, korkup kaçmayasın?"

"Beni tanımadığın için böyle konuşuyorsun. Tanısan ağzını açıp tek kelime edemezsin."

"Senin kim olduğunu biz çok iyi biliriz!"

"Madem beni tanıyorsunuz, kaçmayacağımı da biliyorsunuzdur. Önce dedeyi eve bırakmam gerekiyor."

Öndeki adam, yanındakinin kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra yine aynı adam işaret parmağını Gökay'a sallayarak konuştu: "Tamam, adresi sana atacağız. İki saat sonra söylediğimiz yerde olmazsan senin için hiç iyi şeyler olmaz! Tek geleceksin, sakın bir yamuk yapma!"

"Kime güveniyorsun da benimle böyle konuşuyorsun?"

Gökay sinirle adama doğru gidecekken dede engel oldu. Yine de birkaç adım ilerleyip adamın yakasına yapıştı: 'Sizi babam mı gönderdi? Kendisi gelemedi mi?'

Yakasını Gökay'ın ellerinden kurtaran adam, tehditkâr bir sesle konuşmasına devam etti: "İki saatin var, yanındakini bıraktıktan sonra konum atacağımız yere geleceksin!"

Önce iki kişi arabaya bindiler. Ardından konuşan adam da ters ters Gökay'a baktıktan sonra arka koltuğa geçti.

Arabaya binip giden adamların arkasından bakakalan dede, Gökay'a korku dolu gözlerle baktı: "Kim bu adamlar evladım, senden ne istiyorlar?"

"Uzun hikaye dede, sonra anlatırım. Hadi gidelim."

Arabaya binip yola devam ettiler. Dede, Gökay'a kavga etmemesi için yol boyunca nasihatlerde bulundu, söylediklerini dinlemeyeceğini o adamların yanına gideceğini biliyordu.

Eve geldiklerinde kapıda onu bekleyen küçük çocuk dedenin yanına koştu. Yaşlı adamın yüzünde şaşkınlık ve mutluluk bir aradaydı. Misafir, Hamdi dedenin en küçük oğlunun torunuydu. Dede çocuğa sarıldı. Hasret giderdikten sonra birlikte eve geçtiler.

Dedeyi salona götürdüler. Çocuğun üvey annesi olan Handan Hanım, birinin geldiğini görünce ayağa kalkarak yaşlı adamı saygıyla karşıladı.

Gökay, aceleyle evden çıkarken küçük çocuk da peşinden gelip merakla sordu: "Nereye gidiyorsun?"

"Hemen dönüp geri geleceğim Kubilay. Araf gelince siz beni beklemeyip gidin. Ben de işimi halledip oraya geleceğim. Beni gördüğünü Araf dahil hiç kimseye bir şey söylemeyeceksin, anlaştık mı?"

"Nereye gittiğini söylersen o zaman kimseye bir şey söylemem" dedi.

"Hesabını görmem gereken biri var, onun yanına gidiyorum. Önemli bir şey değil, çabuk dönerim. Anlaştığımız gibi kimseye hiçbir şey söylemek yok" dedi.

Kubilay da "Tamam, anlaştık" diye karşılık verdi.

Gökay, çocuğu ikna ettiğine sevindi, Kubilay'ın yanağını sıkıp hızla evden çıktı. Telefonuna gönderilen adrese doğru arabasını sürdü.

Dede, ev halkıyla özlem giderdikten sonra oturup dinlenmeye başlarken Gökay'ın evde olmadığını fark etti. Evdekileri sorguladı. Kubilay hariç kimse Gökay'ın nereye gittiğini bilmiyordu.

Kapı çaldığında yerinden hızla kalkan Kubilay, koşarak kapıyı açmaya gitti neşeyle yerinde zıplayarak: "Araf Abi geldi!" dedi.

Araf, karşısındaki küçük çocuğu görünce coşkuyla kucağına aldı. Handan, gelip çocuğu Araf'ın kucağından almak istedi. Kucaktan inmek istemeyen Kubilay omuzlarını silkti. Handan, ikna etmenin bir yolunu bulup Kubilay'ı Araf'ın kucağından indirdi. Küçük çocuk eline tutuşturulan arabayla tekrar eski oyun alanına geri döndü.

Araf, dedesinin elini öptükten sonra koltuğa oturdu. Etrafa göz gezdirdiğinde arkadaşını göremedi:

"Dede, Gökay'la beraber gelmediniz mi? O nerede?" Dede, torununun gelişiyle unuttuğu telaşını hatırlayıp tekrar o anı yaşar gibi yerinden sıçradı: "Sorma evladım, Gökay'ın başı fena belada. Havaalanından gelirken siyah bir araba yüzünden az kalsın kaza yapıyorduk. Bizim deli arabayı durdurup araçtakilere doğru gitti. Bir sorun çıkmadan eve geldik ama galiba Gökay adamları bulmaya gitti."

Ne olduğunu tam olarak anlamayan Araf, dedeye olayı baştan anlatmasını istedi. Yaşlı adam başlarına geleni anlattıktan sonra Araf sinirle ayağa kalkıp gidecekken Gökay'ı nerede araması gerektiğini bilmediğini fark edince duraksayıp sordu:

"Dede, niye gitmesine izin veriyorsun? Sana nereye gittiğini söylemedi mi?"

"Yok evladım bana hiçbir şey söylemedi."

Araf, sinirle solurken ne yapacağını düşünmeye çalışıyordu. Telefonunu çıkarıp arkadaşını aradı. Kapalı olmasına lanetler yağdırdıktan sonra sesi evin içinde yankılandı: "Koskoca evde kimse görmedi mi Gökay'ın nereye gittiğini?"

Kubilay daldığı oyundan başını kaldırıp hemen olanları anlattı. "Ben gördüm. Araf dahil hiç kimseye nereye gittiğimi söylememe dedi. Hesabını soracağım biri var dedi."

Handan sessizlikten faydalanıp aklındaki soruyu sordu: "Geç kalmadan yola çıkmalıyız, dedeciğim. Bu akşam kızı istemeye gitmeyecek miyiz?"

Dede giderek kötüleşirken koltuğa yığıldı. Araf, dedesine doğru dönüp "Sanırım nereye gittiğini biliyorum. Siz gidin, ben Gökay'ı alıp hemen geleceğim."

"Evladım, biz kızın evini bilmiyoruz. Hem sen olmadan kız mı istenir? Kızı tanımıyoruz bile."

"Merak etme, dede. O bunları sorun edecek biri değil. Sizi en iyi şekilde karşılayacağına eminim."

"Olmaz öyle şey, sen de geleceksin. Hep beraber gideceğiz. Tansiyonum yükselmeye başlıyor. Ara Gökay'ı da hemen gelsin. Böyle bir günde insanları bekletmek olmaz!"

Araf, yaşlı adamın huyunu bildiğinden sesini çıkarmayıp söylediğini yerine getirmek için hazırlanıp yola çıktılar.

Yolda giderken, Araf defalarca Gökay'ı aradı. Hiçbirine cevap alamayınca hem sinirlenmiş hem endişelenmişti. Yine de hiçbir şey olmamış gibi sakin görünmeye çalıştı.

Dede başını cam tarafından çevirip torununa baktı: "Gökay'dan hâlâ haber alamadın mı?"

"Yok dede, her zamanki Gökay işte, mutlaka bir yerlerde takılıyordur. Sen merak etme çıkar bir yerlerden."

Dedesi tekrar başını cama çevirince derin bir nefes aldı. Söylediği yalana kendisini de inandıramamıştı. Bir ân önce Gökay'a gidip ona yardım etmeliydi.

Araf'ın aklı yol boyunca ortadan bir anda kaybolan arkadaşındaydı. Dedeyi Alisa'ya bırakıp gitmeyi planladı. Eğer tahmin ettiği yere gittiyse, kurtulması için yardıma ihtiyacı vardı. Eve vardıklarında herkes arabadan indi. Çiçeği ve çikolatayı alıp apartmana doğru yürümeye başladılar. Handan Hanım sokağı incelerken kocasına daha çok yaklaşıp yüzünü buruşturdu: "Ayol, bu kız burada mı oturuyor? Ne biçim yer burası böyle! Allah bilir kimdir? Araf senin ne işin var böyle insanlarla, kendi dengini bulamadın mı?'

Dede, Handan'ın söylediklerini duyunca üvey gelinini kınar gibi baktı. Sabır diledikten sonra yürüdü.

Handan söylenmeye devam etti: "Ay yok, ben içeri giremem. Burası bildiğin apartman! Bence bu kızı istemeye gerek yok, zaten nasıl biri çıkacağı apartmandan belli! Para avcısı, annesiyle günlere gitmekten başka bir işi olmayan, lise terk biridir kesin! Rezalet! Şu düştüğümüz durumlara bak!"

Kocası Handan'ın kolundan tutup ikna etmeye çalışıyordu: "Handan ayıp oluyor, daha kızın kim olduğunu görmeden hemen ön yargılı davranıyorsun. O da yakında bu aileye gelin gelecek, sen neler söylüyorsun."

Araf, Handan'ın söylediklerine kaşlarını çatarak ağzının payını vermek istedi: "Merak etme, benim evleneceğim kadın, işi sadece annesiyle günlere gitmek olan, para avcısı kızlardan değil!"

Handan tekrar ağzını açacakken dede tartışmayı önlemek için sinirle baktı. Bir şey söylemek isteyen Araf, dedeye döndü: "Siz gidin benim çok kısa bir işim var. Hallettikten sonra hemen geri geleceğim."

Dede torununa elindeki bastonu göstererek azarladı: "Hele bizi kandırıp ortadan kaybol, aha şu yakut bastonumun ucuyla kafanı kırarım!"

"Yok dede, bir yere gitmiyorum, burada olacağım. Siz merdivenle dördüncü kata çıkana kadar, ben dönmüş olurum. Söz veriyorum. Çok kısa bir işim var, hemen halledip geleceğim."

'Tamam o zaman çok gecikme!' diyerek apartmana doğru gitti.

Araf vakit kaybetmek istemediğinden arabaya bindiği gibi hızla ortadan kayboldu. Yavaş yavaş merdivenleri çıkmakta olan aile sonunda dördüncü kata gelmişti. Handan ve kocası önden çıkmış, kimseyi beklememişti. Dede de varacakları kata gelince kapıyı çalması için üvey gelininin yüzüne baktı. Handan yine sabır diler gibi söylendi: "Allah'ım, biz ne günah işledik. Ortada damat yok, biz kız istemeye geldik! Şunun aldığı çiçeğe bak, dikenleri elime battı! Madem kızı seviyorsun, şöyle daha güzel bir şeyler al değil mi! Ayol, ya kız mazoşistse ya çiçekleri dikenli seviyorsa? Ya bize kafayı takarsa, ya bizi boğarsa? Bence geri dönelim."

Dede fenalık geçirmek üzereydi. Kocası kadını sakinleştirmeye çalıştı: "Handan ne çok söylendin! Sus artık! Çok konuşma, zili çal!"

Handan'ın eli bir türlü zile gitmiyordu. "Ay yok, yapamayacağım. Araf nerede, içeriye onsuz mu gireceğiz?"

Dede, gelinini sevmese bile söylediklerinde haklıydı. Araf'ın sözüne güvendiği için kendine kızdı. O sırada Handan daha çok şikayet etmeye başlamıştı. Tahammülü kalmamış olan yaşlı adam sinirlendi: "Araf'ta gelir birazdan kızım sen zili çal!"

Kadın korkuyla biraz da çekinerek kapı zilini çaldı. Handan göreceği kızı zihninde tasarladığı gibi çirkin olacağına emin olduğundan kendisi hariç herkes nefesini tutmuş, istemeye geldikleri kızın nasıl biri olduğunu görmek için sabırsızlanıyorlardı. Kapı açılınca önce Handan, daha sonra kocası gözlerine inanamadılar. Şaşkınlıktan dili tutulan kadın neredeyse elindeki çiçeği düşürecekti.

Kubilay karşısında Alisa'yı görünce çok sevindi. Coşkuyla içeri doğru gidip birbirine sarıldılar. Kız, Kubilay'ı kucağına almıştı, çocuk ise ellerini kızın boynuna dolamış neşeyle gülümsüyordu. Alisa, Kubilay'ı tekrar gördüğü için mutlu olmuştu.

İnsanların kapıda beklediğini fark edince Kubilay'ı yavaşça yere bırakıp elinden tutarak gelenlere gülümsedi: "Buyurun, hoş geldiniz!"

Önce içeri dede girdi. Handan hâlâ şok olmuş gibi ayakta dikildiğini görünce kocası olaya müdahale etti. "Handan, hadi içeri girelim. Bakma öyle tuhaf tuhaf!" deyip karısının kolundan tuttuğu gibi içeri geçirdi. Alisa, kadının elindeki çiçeği alırken yüzüne bakıp gülümsemeyi ihmal etmedi. Çiçekteki dikenleri görmüştü ama önemsememişti. Kocası Handan'ın zili çalmadan önce söylediklerini hatırlayınca gülmesine engel olamadı.

Hep beraber salonda otururlarken Halide Hanım, Araf'ı göremediği için merakla sordu: "Damat nerede gelmedi mi yoksa?"

Handan düştükleri duruma gülmek istedi, ama dededen korktuğu için kendini tuttu. Dudaklarını birbirine bastırdı.

Dede, ne açıklama yapacağını bilemediği için birden kıpkırmızı oldu. Eve gidince torununa bunun hesabını soracaktı. Halide Hanım kaşlarını çatmış, bir açıklama bekler gibi yaşlı adamın yüzüne bakıyordu. Sonunda bir yalan bulup geçiştirmek ister gibi: "Arabayı park ediyor. Buralarda park yeri bulamadı da ama merak etmeyin o da birazdan gelir." Dedi.

Hal hatır sorulup olayı unutturmaya çalıştılar. Tanışmaya pek meraklı olan Halide Hanım, yaşlı adama Araf'la ilgili birçok soru soruyordu. Çok geçmeden kapı çaldı. Kız gidip kapıyı açtı. Nefes nefese kalan Araf, ellerini kapının yanlarına koymuş, hızla atan kalbinin dinlenmesi için başını yere eğmişti, gözlerini kapatmış hareketsiz duruyordu. Açılan kapıyla birlikte gelen parfüm kokusu dikkatini çekmişti.

"Atlı mı koşturuyor seni, ne yapıyorsun Araf, neden bu hâldesin?"

Genç adam nefes almayı bırakıp gözlerini açtı, karşısında Alisa'yı görünce gözlerini zarifliğinden alamamıştı. Yavaşlamakta olan kalbi tekrar hızla atmaya başlamıştı. Bakışlarını kızın üzerinden çekmeden hemen kendini toparlayıp elindeki çiçeği Alisa'ya uzattı.

"Bunlar senin."

Araf'ın uzattığı lale demetini alan Alisa: "Çiçek almamış mıydın, neden tekrar alma gereği duydun?"

"Onlar senin değil, Halide Hanım'ındı!"

"Yaşlı kadına dikenli gül mü aldın? Bir an onları bana aldın zannettim. Bu yüzden mi geç geldin?" Dedi elindeki çiçeği göstererek.

Araf gülümsedi: "Kapıda tartışmayalım. Geç geldiğim için zaten dedem canıma okuyacak. Bir de sen sorguya çekme beni."

Çiçeklerle içeri geçen Alisa hiçbir şey olmamış gibi etrafına gülümsedi. Araf'ı takım elbiseyle görünce Halide Hanım sesli bir maşallah dedi.

Çiçekleri masaya bırakan Alisa, ayakta duran Araf'a yaklaşıp fısıltıyla konuştu: "Otur, ayakta çok dikkat çekiyorsun."

Araf dudaklarını oynatmamaya dikkat ederek Alisa'ya cevap verdi: "Bilerek mi yapıyorsun?"

"Neyi bilerek mi yapıyorum?"

"Sadece o kadının yeri boş!" dedi Halide Hanım'ı kastederek.

Alisa, Araf'ı baştan ayağı süzdükten sonra zevkle konuştu: "Dün yürek yemiş gibi konuşan ben değildim. Şimdi çek cezanı!"

"Bana bak, kahveyi sakın tuzlu yapma, bunu sakın yapma!"

"Merak etme kahveye tuz atmayacağım. Sen sadece tuzluymuş gibi oyna." deyip göz kırptı.

"Tamam, anlaştık." Dedi Araf.

Alisa ikna olmuş gibi gülümseyerek kalabalığa karıştı. Araf, kız gidince odaya kısa bir göz gezdirdi, bir kişinin yanı hariç boş yer olmadığını gördü. Mecburen gidip Halide Hanım'ın yanına oturdu. İçinde garip bir gerginlik hissi uyanmış gibiydi. Elini Araf'ın sırtına koyarak konuşan Halide Hanım: "Sizin torununuz diye söylemiyorum maşallah çok delikanlı çocuktur." dedi.

Alisa mutfakta kahveleri yaparken Masal da ona yardım ediyordu. Gökay neden gelmemiş diye merak ediyordu. Alisa'nın kahve fincanına keçeli kalemle bir şeyler yazdığını fark edince merakla sordu:"Ne yazıyorsun? Araf'ın fincanı mı o?"

"Evet." Kalemi bırakıp kuruması için tezgahta bir kenara koydu. Alisa taşıracakken son anda kahveyi fark etmiş, ocağın altını kapatmıştı.

Kahveleri fincanlara doldururken Masal son fincana bakıp "Araf'ın kahvesine tuz atmayacak mısın?" Dedi.

"Hayır, atmayacağım."

"Sana o kadar şey yaptı ve sen onu affedecek bugünü mü buldun? Merhamet etmenin sırası mı?"

Alisa gözlerini kahve fincanlarından ayırıp kıza baktı: "Kahvesine tuz değil, şeker attım."

Elini kalbine götürüp yalandan bir derin nefes alır gibi yaptıktan sonra, "Oh, bir an havale falan geçiriyorsun sandım. Şükürler olsun..." deyince birbirlerine bakıp güldüler.

Kahveleri hazırlayınca tepsiyle salona gelen kız, herkese kahvesini verdikten sonra sıra Araf'a gelmişti. Dökmemeye özen göstererek fincanı uzatırken gülmemek için Araf'ın yüzüne bakmadı. Kahveyi sağ salim verdikten sonra yerine oturdu. Yüzüne kocaman bir gülücük yerleştirip birazdan olacaklar için heyecanla bekliyordu.

Dede ve Halide Hanım eskilerden konu açarak bir muhabbet başlatmışlardı. Handan ve kocası pür dikkat onları dinliyor. Kubilay ise kendi kendine eğlenerek bir şeylerle uğraşıyordu. Araf, elindekini içmeden önce Alisa'nın gerçekten de kahvenin içine tuz katma ihtimalini düşündükten sonra net bir yargıya varamadığı için şüpheyle baş başa kalarak kahvesini yudumladı.

Masal kahkahalarla gülmek istediğinden hızlıca mutfağa gitti. Alisa ise salonda kalmış, zevkle Araf'ın yüz ifadesine bakıp keyifleniyordu. En çok da karşısındaki adamın şekerli kahveyi içerken çaresizliğini görüp ses çıkaramamasına seviniyordu.

Öfkeyle bakan Araf, kahve fincanındaki yazıya gözü takıldı, yanındaki sudan alıp yutkunmakta zorlanıyormuş gibi içti. Mesajı okuduktan sonra sinirden derin bir nefes alıp gülümseyerek kıza baktı.

Alisa etrafındaki insanların koyu bir muhabbete daldığını görünce kimsenin bir şey anlamamasına sevindi. Araf'ın hızla mutfağa gittiğini gördü. Kız da kalkıp mutfağa gitti. Ellerini göğsünde birleştirip kapıya yaslanarak "Kahveni beğendin mi?" dedi zevkle.

Su içmekte olan Araf, sinirle cevap verdi: "Çok beğendim artık bundan sonra kahveleri sen yaparsın!"

Kız ellerini çözüp Araf'a doğru gitti: "Ne münasebet, ben sana neden kahve yapacakmışım?"

"Neden bu kadar kişi toplandığını düşünürsen sorunun cevabını bulmuş olursun."

Kız ilgisiz bir ses tonuyla konuşmaya çalıştı: "Bu sadece bir oyun."

Araf ciddiyetle Alisa'ya baktı: "Hayır, bu bir oyun değil."

"Ben seninle evlenmem. O yüzden bugün eğlenmene bak, çünkü bu geceden sonra oyunun son bulmuş olacak."

"Öyle bir şey olmayacak! Bu oyunu ben başlattım ve ben ne zaman istersem o zaman bitecek!" dedi meydan okurcasına.

Alisa işaret parmağını adama doğru kaldırmış tam cevap verecekken dede Araf'ın yanına geldi. Alisa az önce tartışmamışlar gibi samimi bir gülüşle onları yalnız bıraktı. "Evladım, Gökay hâlâ gelmedi, sakın başına bir şey gelmiş olmasın!"

"Doğru söylüyorsun dede, benim gidip Gökay'ı bulmam gerek. Bana buradan çıkmam için yardım etmen gerekiyor."

"Saat kaç oldu nerede bu çocuk evladım?" Belli ki Gökay'ın başı beladaydı. Dede ikna olmuş gibi tekrar konuştu: "Tamam sen Gökay'ı bulmaya çalış ben de buradakileri oyalayayım. Çok gecikme sakın! Yarım saat sonra ikinizi de burada görmezsem külahları değiştiririz ona göre."

Araf, dedesini ikna ettiğine inanamadıysa da bu durumun üstünde durmayıp evden çıkmak üzereyken Alisa, Araf'ı gitmek üzereyken durdurdu:

"Yine nereye gidiyorsun?"

"Gökay yok, onu bulmaya gidiyorum! Telefonlarıma cevap vermiyor onu alıp hemen geri geleceğim."

Masal, kapının orada hareketliliği fark edince yanlarına gitti. Araf daha fazla açıklama yapmadan hızla evden çıkıp gitti. Alisa, Masal'ın yanına oturunca Gökay'ı aramaya gittiğini söyledi.

Masal: "Bulmuştur yine bir kız, onun yanındadır, başka nerede olabilir ki!" Kızın içindeki ses farklı söylese bile ağzından dökülenler bunlar olmuştu.

"Bilmiyorum ama bana pek öyle gelmedi. Öyle olsa Araf bu kadar önemsemezdi. İşin içinde başka bir şey var gibi."

"Onlar gelince nereye gittiklerini sorup öğreniriz. Şimdi Araf'ın gittiğini kimseye fark ettirmememiz gerekiyor. Hele Halide Teyze hiçbir şey anlamamalı yoksa burayı birbirine katar." Dedi Masal.

Kızlar, her şey normalmiş gibi davransalar da akılları Gökay'ın nerede olduğundaydı. Araf depoya vardığında, arabasından inip kapının önündeki adamlara doğru gitti. Araf'ı görünce içeri girmesine izin verdiler.

Boş ve terk edilmiş gibi görünen depoda kimse olmadığını düşündüğü için geri dönecekti ki karşısına az öncekilerden bir adam çıktı. Araf, adamın yüzüne nefretle bakarak hesap sordu:

"Gökay nerede?"

"Buyurun efendim, Selim Bey sizi bekliyor."

Adama cevap vermedi ve Selim Bey'in yanına doğru gitti. Karşısında masanın yanında birkaç adam vardı. Selim Bey'in oturduğu koltuktaki rahat tavırlarını görünce sorusunu yineledi: "Gökay nerede?"

Koltukta oturan adam, buz gibi bir sesle cevap verdi: "Hak ettiği yerde!"

"Ne istiyorsun lan kardeşimden onu rahat bırak!"

"Aranızda kan bağı olmadığını hatırlıyorum, yanılıyor muyum?"

"Kısa kes lütfen işim var! Gökay nerede?"

"Bırak şu işe yaramaz adamı, sana bir gram faydası bile yok! Senin gibi akıllı bir adamın Gökay'la dost olması gerçekten çok ilginç!"

"Bir daha sormayacağım, Gökay nerede?"

Adam, Araf'ın sorusuna cevap vermek yerine Gökay'ı kötülemeye devam etti:

"Biliyor musun, o çok cesur, tıpkı benim gibi fakat öğrenemediği bir şey vardı. O da bana karşı gelmemek! Ama aldı dersini, şu anda burada." Araf, etrafına bakınca Selim'in adamlarından başka kimseyi göremedi.

Selim, adamlardan birine kafasını sallayarak Gökay'ı getirmeleri için işaret verdi. Arkadaşı kanlar içinde sürüklenerek getiriliyordu. Geçtikleri yerlerde kan izleri vardı. Araf, gördüğü manzara karşısında dehşete düşmüştü. Sinirden deliye dönmüş bir şekilde bağırdı: "İnsan öz oğlunu öldürür mü lan, sen nasıl bir insansın!"

Adamlar Gökay'ın yaralı olduğunu umursamadan hızla yere bıraktılar. Araf, hareketsiz duran Gökay'a yaklaşmak istedi. Ona bu şekilde davranmalarına izin veremezdi. Adamlar yaklaşmasına izin vermeyerek karşısında dikildiler. Genç adam, arkadaşının ölmüş olma ihtimalini düşünmeden sanki onu duyup karşılık verecekmiş gibi seslendi: "Gökay kardeşim iyi misin? Cevap ver Gökay."

"Boşuna uğraşma, o seni duymayacak. Keşke oğlum sen olsaydın Araf! O zaman her şey çok daha farklı olurdu. İnsanın böyle işe yaramaz bir evladı olması can sıkıcı! Bu benim gibi biri için çok daha zor ve utanç verici." dedi adam acımasızca.

"Gökay sana hiçbir şey yapmadı, bunca zamandır kendi başının çaresine hep kendi baktı. Ne istedin ondan, derdin neydi?" dedi arkadaşına bakarak.

"Arkadaşlığınız gözlerimi yaşarttı. Biz gidelim de sen de dostunla son kez vedalaş."

Adamlardan biri Araf'ın kafasına sert bir şeyle vurdu. Bilincini kaybeden adam yere yığıldı. Oradan ayrılmadan önce Araf'ı sandalyeye bağladılar ve gittiler. Artık soğuk ve terk edilmiş depoda ikisini yalnız kalmıştı. Yarım saat sonra kendine gelen Araf, ne olduğunu anlayamadan etrafına baktı. Başındaki ağrıyı hissettikten sonra olayları hatırlamaya başladı. Dışarıdan gelen ışık, Gökay'ın vücudundaki kanlı yerleri aydınlatıyordu.

Araf, gözlerini yerde derin bir uykuda olan arkadaşından ayırmadı. Birkaç kez seslendi. Kimse cevap vermedi. Araf, Gökay'ın öldüğüne hâlâ inanmıyordu. Sandalyeye bağlı olmasa yere düşüp yığılacakmış gibi hissetti. Bıkmadan usanmadan Gökay'a seslenerek ölmediğine kendini inandırmak istiyordu. Beraber yaşadıkları onca yılı hatırlayıp acıyla gülümsemekten başka çaresi olmadığına inandı.

Buradan nasıl kurtulacağını hiç düşünmüyordu, tek isteği Gökay'ı daha fazla bu hâlde görmemekti. Arkadaşıyla yaşadığı anların birer mazi olarak kalmasına izin veremezdi.

Saatler geçtikçe Araf'ta şokun yerini acı bir kabullenme aldı. Buradan kurtulması gerekiyordu. Gökay'ı ölmüş bile olsa onu burada bırakamazdı. Hareket edip iplerden kurtulmayı denedi ama bir türlü başaramadı.

Bir ân Gökay'ın ellerini canlandırdığını görür gibi oldu. Dikkatle bakınca tekrar ellerini canlandırdığını gördü. Seslendi ama cevap gelmedi. Tekrar seslendiğinde hiçbir şey duymayınca umudunu kesti.

Ardından ne dediği anlaşılmayan acı bir ses mırıldanır gibiydi. Gökay kendine gelmiş miydi yoksa bütün bunlar aklının ona oynadığı bir oyun muydu?

Araf dostunun ölmediğini anladı. Tüm gücüyle iplerden kurtulmak için çabaladı ancak işe yaramadı. Sandalyeyi devirip pürüzlü zemine ipi hızla sürtmeye başladı. Ellerinin yanar gibi olduğunu hissetse bile umursamayıp devam etti ve uzun bir süre uğraştıktan sonra iplerden kurtulmuştu.

Hızlıca Gökay'ın yanına gitti. Nefes aldığına dair hiçbir işaret yoktu. Elini bileklerine götürünce nabzının attığını fark etti. Dondurucu soğuğa rağmen Gökay'ın eli hâlâ sıcaktı.

Arkadaşının koluna girip depodan çıkarttı. Arabaya binip son sürat hastaneye götürdü. Vardıklarında hastane koridorunda saatlerdir bekleyen Araf heyecanla içeriden haber gelmesini bekliyordu. Evdeki herkes başta hiçbir şey yokmuş gibi davransa da dede kötü bir şey olduğunu hissetmişti. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Halide Hanım söylenmeye başlamıştı. Hem Gökay hem Araf ortalarda görünmüyordu. İsteme gününde yapılan saygısızlığın hesabını soran kadın, yaşlı adamın tansiyonu olduğunu anlayınca sustu. Handan mutfaktan su getirip yaşlı adamın ilacını içirdikten sonra kolundan tutup oturttular.

Alisa sürekli Araf'ı arayıp ne olduğunu merak ediyordu. Kaç kere aramış telefonun kendiliğinden kapanıncaya kadar açılmasını beklemişti.

"Alisa kızım neler oluyor? Araf nerede isteme gününde bu oğlan nereye gider?"

"Halide Teyze, inan ne olduğu hakkında bir bilgim yok. Araf telefonlarıma cevap vermiyor. Gökay'ı aramaya gittiğini söyledi, çoktan gelmiş olmaları gerekiyordu ama hâlâ dönmediler."

Handan felaket tellalı gibi konuşmaya başladı: "Kesin çocuğa bir şey oldu. Yoksa Araf mümkün değil, Gökay'ı aramaya gitmezdi. Ayol insan önemli bir şey olmasa isteme gününde arkadaşını neden aramaya gitsin değil mi?"

Bu sözler dedeyi daha kötü etkilemişti. Şimdi yaşlı adam söylenenlerden sonra nefes alamıyormuş gibiydi.

Masal, sakinleştirmeye çalıştığı dedenin yanından giderek, durmadan konuşan kadına cevap verdi: "Handan Hanım, lütfen insanları korkutmayın. Gökay da Araf da iyiler. Onlar mutlaka geri geleceklerdir."

Halide Hanım, yaşlı adama teselli verdi: "Lütfen kendinizi bu kadar bırakmayın, daha çok hastalanacaksınız. Torununuz çok cesur biri, mutlaka arkadaşını da alıp gelecektir."

...

Doktor, Araf'a doğru gitti. "Hasta çok kan kaybetmiş. Biz elimizden geleni yaptık, fakat..."

Araf bu susmanın nedenini biliyor olmasına rağmen anlamak istemedi: "O ne demek doktor bey, Gökay yaşayacak değil mi?"

"Maalesef Gökay Bey'i kaybettik... Başınız sağ olsun..."

"Hayır... Ölmedi, o ellerini canlattığını gördüm. Gözlerimle gördüm. Benimle konuştu... Ölmüş olamaz..."

"Buraya geldiğinde nabzı çok düşüktü... İstesek bile kurtaramayacağımız kadar kötü bir durumdaydı. İnanın Gökay Bey yaşasaydı bile geri kalan ömrüni bitkisel hayatta geçirecekti."

"Ölmedi o, anlıyor musun, ölmedi, Gökay yaşıyor! Ölmedi..."

"Sakin olun beyefendi, lütfen oturun şöyle. Sizin de başınız kanıyor."

"Ben ne yapacağım şimdi, hayattaki en sevdiğim insanı kaybettim. Geri kalan hayatıma nasıl devam edeceğim? Gökay yokmuş, hatta hiç olmamış gibi nasıl yaşayacağım? O benim tek dostumdu."

Doktor, yüzündeki maskesini indirip gülümseyerek konuştu: "Kendinizi bu kadar üzmeyin Araf Bey, Gökay Bey gerçekten çok iyi biriydi."

Üzüntü hâliyle yanlış duyduğunu zannettiğini sandı ama doktor tekrar Gökay'ın adını söyleyince duraksadı: "Sen benim adımı nereden biliyorsun? Gökay'ı tanıyor muydun?"

Doktor, sesine acılı bir ifade yerleştirdi: "Tanımam mı elbette onu çok iyi tanıyorum. Kendisi üç kağıtçının önde gidenidir." dedi ve sustu.

Araf, biraz önce ölen arkadaşının arkasından bu şekilde konuşan adamı parçalamak ister gibiydi. Doktor, Araf'ın sinirlendiğini görünce aynı ilgisizlikle teselli etmeye devam etti: "Merak etmeyin, şimdi Gökay Bey cehennemde cayır cayır yanıyordur."

Araf ayağı kalkmış, sinirden karşısındaki adamın yakasına yapışıp hesap soracakken doktor ellerini kaldırarak teslim olmuş gibi yaptı: "Lütfen sakin olun benim bir suçum yok. Bunları size Gökay söylememi istedi. "

"Yani hepsi yalan mıydı? Sen az önce Gökay öldü dedin lan, öldü dedin bana!"

"Sen hesabını içeridekine sor, ben sadece Gökay ne dediyse onu yaptım. Şimdi müsaade ederseniz sevinirim."

"Hani ölmüştü? Hani yaşasa bile geri kalan ömrünü bitkisel hayatta geçirecekti?"

"Gökay Bey'in hiçbir şeyi yok. Biraz dövmüşler o kadar yoksa sapasağlam maşallah!"

"Nerede o? İçeride mi?" diyerek ameliyathaneye gidecekken doktor durdurdu.

"İç kanama riski olduğunu söylememe rağmen beni dinlemedi. Gökay'ın isteği üzrrine onu normal odaya aldık istersen yanına gidebilirsin."

Doktor omzuma dostça vurduktan sonra hastane koridorlarında kayboldu.

Sinirden elim ayağım titriyorken bir ân önce Gökay'ın yanına gitmem gerekiyordu. Onu bir eline geçirirsem, eşek sudan gelinceye kadar dövecektim.

Her yerde onu aramaya başladım. Gökay'ı hasta odasının kapısından çıktığını gördü ve sinirle ayağa kalkıp Gökay'a doğru gitti. Karşısında kanlı canlı olan arkadaşının hırpalanmış olduğunu görünce bütün siniri geçip gitmişti.

"Gökay, sen yaralıydın. Ben seni kendi ellerimle taşıyıp buraya kadar getirdim. Her tarafında kanlar vardı. Ölü gibiydin."

"Her şeyi anlatacağım ama önce buradan gidelim, ilaç kokusundan rahatsız oluyorum. Dışarı çıkalım, her şeyi teker teker anlatacağım."

"Bu hâlde nereye gidiyorsun Gökay? İç kanama geçirme riskin varmış senin mutlaka hastanede kalman gerekiyor."

"Ben kendi kendimi iyileştiririm önemli bir şeyim yok."

Araf şaşkınlıktan Gökay ne derse onu yapıp yürüyerek hastanenin dışına çıktılar. Temiz havayı soluyan Gökay derin bir nefes aldı. Araf, olanları düşününce tam bir yumruk atmak üzereyken Gökay'ın gülümsediğini görünce vazgeçti. Öldüğünü zannettiği için ne kadar da üzülmüştü.

Arabaya doğru gidecekken Araf duraksadı: "Sen şimdi yerde yatarken sağ mıydın, her taraf kanlar içindeydi? Her şeyi geçtim, baban o kadar şey söyledi buna nasıl tepkisiz kaldın?"

Gökay'la beraber arabaya binip yola çıktıktan sonra yaralı adam soruları cevapladı: "Öncelikle olay şu şekilde gerçekleşti. Ben babamın yanına gittim. Yolda kimse rahatsız etmesin diye telefonumu da kapatmıştım. Depoya vardığımda karşımda havaalanından dönerken korna çalan adamları görünce sinirlenip kavga çıkardım.Ben tek gittim onlar yedi sekiz kişi vardı. Birkaçını hallettim ama sesleri duyan geliyordu. Babam da sesleri duyunca yanımıza geldi. Adamlarını yerde kanlar içinde gördüğünden bana sinirlenip bağırıp çağırdı. Ben yerden zar zor kalktım. Adamlar kolumdan tutup zorla içeri tıktılar sonra sen geldin."

"Nabzın düşmüştü neredeyse hiç nefes almıyordun."

"Sana bir sürü adam beni dövdü diyorum o kadar kan kaybettim nabzımın düşmesi çok normal."

"Baban senden nefret ediyorsa o hâlde seni bırakıp gitmek yerine neden öldürmedi?"

"Neden beni öldürmediğini bilmiyorum belki merhamet etti."

"Baban sana merhamet etmez Gökay bunu ikimiz de çok iyi biliyoruz."

"Hâlâ kardeşimin ölmesine sebep olduğumu düşünüyor."

"Kardeşini sen öldürmedin ki Gökay."

"Biliyorum ama o bunu kabullenmek istemiyor."

Araf'ın telefonu çaldı. Ekrandaki yazıyı görünce birbirlerine baktılar.

Alisa arıyor..

Araf telefonun kapanmasını bekledi. Gökay üzerindekilere bakıp konuştu: "Şu kıyafetlerimizi değiştirsek iyi olur böyle onların yanına gidemeyiz."

Eve aceleyle uğrayıp kıyafetlerini değiştirdiler. Tekrar arabaya binip konuşmaya devam ettiler:


"Onu bunu bırak da sen neden bana haber vermeden böyle bir şey yapıp benim kalbime indirmek istedin, onu söyle?"


"Oraya tek gelmemi isteyen babamdı. Ben yanına gidip hâl hatır soracaktım ama o beni sevgiyle karşılamak yerine adamlarını üstüme saldı."


"Çok acımasız bir baban var. Kavga ettiğin adamlar seni bu hâle getirdiğini görünce onlara hiçbir şey yapmadı mı?"

"Hayır yapmadı."

Eve yaklaşmak üzereydiler. Gökay konuyu değiştirip sordu: "Sen şimdi Alisa ile gerçekten evlenecek misin?"

"Hayır evlenmeyeceğim ona öyle şeyler yapacağım ki bundan kendisi vazgeçecek."

"Araf, lütfen artık inadı bırak ve Alisa karşı gerçekten ne hissediyorsan onu söyle."

"Ona karşı bir şey hissetmiyorum bunu daha kaç kere söylersem ikna olacaksın?"

"Kızı rezil etmek istiyordun başarabildin mi bari?"

"Hayır. Evlerine gittiğimizde her şeyi hazırlamışlardı. Halide Hanım da oradaydı."

"Alisa'yı görünce ne hissettin?"

"Hiçbir şey!" Gökay, Araf'ın bu söylediğine inanmamış gibi baktıktan sonra başka bir soruya geçti: "Saat ikiye geliyor. Halide Hanım bu saate kadar nerede kaldın derse ne cevap vereceksin?"

"Halide Hanım'dan önce dedeme, ondan daha da beteri Alisa'ya ne söyleyeceğim?"

Gökay kafasını apartmanın olduğu tarafa çevirip baktı: "İnelim hadi, baksana hâlâ ışıklar açık. Belli ki bizi bekliyorlar."

Gökay ve Araf merdivenleri çıkmadan önce kıyafetlerine çeki düzen verdiler ve zili çalıp açılmasını beklediler. Birbirlerine bakıp hiçbir şey olmamış gibi gülmemeye çalıştılar. Kapıyı telaş içinde Alisa açtı: "Sonunda teşrif ettiniz demek, hiç gelmenize gerek yoktu. Birazdan biz de polise kayıp ilanı vermeye gidecektik!"

Gökay yüzü görünmesin diye gülmeyi bırakıp ciddiyete bürünerek içeri geçti. Kaşlarını çatmış bir açıklama bekleyen kız, Araf'ın hiçbir şey söylememesine daha çok sinirlenmişti. Handan ve kocası koltukta oturmuş gözleri uyumak istermiş gibi kapanmak üzereydi.

En son Araf'ta içeri geçince kıyamet koptu. Dede bağırıp çağırarak ikilinin bu saate kadar nerede olduklarının hesabını sordu.

"Saat kaç sizin haberiniz var mı? Kız istenecek şu halinize bakın savaştan çıkmış gibisiniz."

Araf sıktığı kravatını çözüp gömleğin düğmelerini açtı ve rahat bir nefes aldı: "Geldik işte, ne bu telaş? Gören de önemli bir gün zanneder!"

Alisa'nın gözleri kocaman açılmıştı. Öfkesini içinde daha fazla tutamadı: "Önemsiz bir gün için bu kadar insanın neden toplanmasına karşı çıkmadın? Madem her şey senin istediğin gibi olmak zorunda, o zaman niye buradasın?"

Koltuğa oturmaktan vazgeçip Alisa'ya dönerek cevap verdi: "Bir daha benimle konuşurken sesini yükseltme! Konuya dönecek olursak, herkesi buraya toplamamın nedeni..."

Gökay yapma, der gibi kaşlarını kaldırıp arkadaşına baktı.

Alisa gerginliği arttırmakta olan sessizliği bozdu: "Dur önce ben konuşacağım!"

Araf susmuş, gözler Alisa'ya dönüştü. Herkes ne söyleyeceğini merak eder gibi kızın yüzüne bakıyordu. Genç kız kalabalığı umursamayıp sözünü Araf'a söylemek ister gibiydi: "Bu kadar insanı buraya toplamanın nedeninden önce, beni zerre kadar sevmediğini hatta beni insan yerine bile koymadığını biliyorum. Sırf buraya beni küçük düşürmek için geldiğini de biliyorum. Bunları söyleyeceksen, boşuna nefesini tüketme, çünkü ben zaten biliyorum! Buradakilerin de öğrenmesi benim için hiçbir anlam ifade etmeyecek! Niyetin beni üzmekse tamam, yine sen kazandın Araf!"

"Niyetim sadece seni üzmek olsa bunu tek başıma da yapabilirdim."

Araf'ın bu sözünden sonra Halide Hanım ve Hamdi dede fenalaştılar. Onlar tansiyonlarını ölçerken Alisa eline ne geçerse Araf'a fırlatmaya başladı. Gökay bu tartışmaya engel olmak şöyle dursun, kılı bile kıpırdamadı.

"Kızım dur, ne yapıyorsun? Sakin ol. Lütfen o elindekileri bırak."

Alisa, kimseyi dinlemeyip söylenmeye devam ediyordu. Eline küçük bir fil alıp Araf'a attı. İsabet ettiremeyince Araf konuştu: "Sen aklını mı kaçırdın? İnsan müstakbel kocasına bunu fırlatır mı? Çok ayıp!"

"Seni parçalasam bile hırsımı alamam. Artık sana olan nefretimi tarif etmekte zorlanıyorum!"

Araf, Alisa'nın söylediklerini ciddiye almayıp güldüğü için genç kızı daha çok sinirlendirmişti: "Terk et evimi hemen! Bir daha asla buraya gelme, yakınlarından bile geçme!"

"Beni kovuyor musun yani?"

"Evet kovuyorum!" Dedi Alisa, Araf'a bakarak.

Hamdi Bey araya girerek sakinleştirmeye çalıştı: "Kızım sakin ol, oturun konuşun, ne oldu da birden böyle köpürdün?"

Fırlatacak başka bir şey kalmayınca bağırarak, "Bu konu burada bitmiştir," dedi.

"İstediğin kadar itiraz et, sana mutfakta da söylediğim gibi, bu bir şey değiştirmeyecek! Biz yakında evleneceğiz."

"Seninle evlenmiyorum ben istemediğim sürece hiçbir şey yapamazsın! Daha bana evlenme teklifi bile etmedin, onu da geçtim, bir kere bile beni sevdiğini söylemedin. Şimdi karşıma geçmiş, yakında evleneceğiz diyorsun!"

Araf, Alisa'nın kolundan tutup dışarı çıkardı. Sokağa geldiklerinde tartışmaya kaldıkları yerden devam ettiler:

"Sen dün bu adam benim duygularımla oynadı diye ağlamıyor muydun? Şimdi seni istemeye gelince neden itiraz ediyorsun? Dün benim için ağlıyordun da bugün niye beni istemiyorsun?" diye sorunca Alisa duraksadı.

"İki kişi birbirini seviyorsa, karar verip evlenirler. Tek tarafın kararıyla yürütülen evlilik, ayağı kırık sandalye gibidir. Bir anlam ifade etmez. Bir ayak eksiktir ama sandalye artık hiçbir işe yaramaz. Tıpkı sandalye gibi, sende de benimle evlenmek için kırık bir ayağın değil, sağlam bir kalp olması gerekir. Ben sende bana ait bir kalp göremediğim için istemiyorum."

"Bu sözlerinden hiçbir şey anlamadım."

"Lüzumu yok zaten anlaman değil hissetmen gerekiyor." dedi.

"Çok konuşuyorsun, ama bu söylediklerin bir şeyi değiştirmeyecek. Hadi yukarı çıkalım."

Kız, Araf'ı beklemeden hızla merdivenleri çıktı. Dede her ikisine de bakarak sustuklarını görüp meseleyi hallettiklerine inandığı için yerine oturdu. Herkes sessiz olmuş, dedenin söylediklerini dinliyorlardı: "Allah'ın emri, peygamberin kavli ile kızınızı oğlumuza istiyoruz."

Halide Hanım, Alisa'ya dönüp sessizliğini sürdürdüğünü görünce kararını vermiş gibi tekrar kalabalığa dönerek konuştu: "Verdik gitti. Allah mutluluklarını daim etsin inşallah."

Ayağı kalkıp yüzüklerin takılmasından sonra kurdele kesildi. Büyüklerin elleri öpüldü. Herkes durulmuştu. Gökay yediği dayaktan olsa gerek nefes alamıyormuş gibi sandalyeye çökmüştü. Masal mersklı gözlerle Gökay'a ne olduğuna bakıyordu fakat yanına gidip sormadı.

Elindeki yüzüğü çevirmekte olan Alisa, Araf'a baktı: "Evlenme teklifini bekliyor olacağım."

"Sana evlenme teklifi edeceğimi düşünüyorsan boşuna hayal kuruyorsun."

"Öyle olsun." deyip göz kırptı kız.

Araf şüphe duyan ses tonuyla sordu: "Yine ne düşünüyorsun acaba?"

Gülümseyerek yanındaki adama baktı: "Hiçbir şey, sadece ne kadar mutlu olacağız, onu hayal ediyordum."

"Her şeyi öğrendin ama benimle mutlu olmayacağını öğrenemedin. Ama olsun sen yine mutlu kadın rollerine devam et. Böylesi benim için daha eğlenceli olacak!"

O gece herkes evlerine dağıldı. Alisa kapıyı kapatır kapatmaz parmağındaki yüzüğü çıkarıp odasına gitti. Yatağının baş ucundaki komodinin üzerine yüzüğü bırakıp uyudu.

Loading...
0%