@madrabazbiryazar
|
Araf odaya öyle bir yüz ifadesiyle girmişti ki, hüzünle buğulanmış gözleri, derin düşüncelere dalmış gibi uzaklara bakıyordu. Ne olduğunu sorduğumda etkisinden kurtulmaya çalıştığı düşüncelerini hâlâ terk edememişti. Amacının ne olduğunu öğrenmeden önce uyardım: "Buraya gelmenin nedeni yine şaka yapmaksa eğer, bu sefer seni elimden korumaların bile alamaz, bilmiş ol!" Eliyle düşmemek için aldığı destek olmasa yere yığılacak gibiydi. Bir saat önce normalken onu bu hâle neyin getirdiğini merak ettim ama yaklaşmaya korkuyordum. Yataktan doğrulup, gözlerinin derinliklerine ulaşmak için ellerimle bir işaret vererek dikkatini çekmeye çalıştım. Nihayet kendine gelince kaşlarını çattı: "Konuşmanız bitti mi, gecenin üçünde kimle konuşuyorsun bir türlü bitmiyor muhabbettiniz! Senin yüzünden okuduğumu anlamıyorum!" Eski hâline döndüğüne sevinirken bir ânda azarlandığım için şaşırdım. Bugün onu yeteri kadar rahatsız etmişken bir de sesimin yan odaya gittiğini söylediğinde yerin dibine girdim: "Özür dilerim, yüksek sesle konuştuğumun farkında değildim." Dalgın hâlinin etkisi yüzünden yavaşça silinip giderken özür dilediğim için kaşlarını çattı. Kızacağını anladığımda ondan önce davranıp konuşmasına fırsat vermedim: "Özür dilemek kötü bir şey değil. Rica ederim biraz ince düşünmeyi dene!" Ona söz hakkı tanımadığım için burnundan soluyordu. Ses tonunun yükselmesine dikkat etmedi: "Sürekli yanlış yaparak hatalarını özürle telafi edemezsin." Onun aksine sakin görünerek hataların sadece benden kaynaklanmadığını anlatmak istedim ama vereceğim cevaptan sonra sonuç yine değişmeyecekti. Kendini haklı gösterip mutlu olmasına engel olacak mükemmel bir yol buldum: "Ben de seni affettim... Odaya kapıyı çalmadan içeri girdiğin için." Hep o mu ukalalık yapacak, hadi bakalım buna da cevap ver de görelim. Bir an sessizlik oldu. Bakışlarımız birbirine kenetlenince aramızda oluşan gerilimi hissettim. Yüzü tarif edilmez bir öfkeyle kaplıyken kibirle gülümsedi: "Bu evin her köşesi bana ait. İstediğim yere girerim. Kimseden izin almam!" Onu sinirlendirdiğime göre doğru yoldaydım. Şimdi seninle uğraşayım da gör bak kim ne kadar haklıymış. “Aksini söyleyen yok! Giyiniyor olabilirdim yine de odaya izinsiz girmemeliydin." Haklı gerekçemi hiçe sayıp ters bir ifadeyle yüzüme baktı: “Biraz önce telefonla konuşuyordun. Odaya geldiğimde ışık kapalıydı!” Son bir bahane hakkım kalmıştı. Bunu iyi kullanmalıydım:: "Giyinmesem bile odaya sessiz sedasız gelip beni korkuttun." "Korkmanın sebebi benmişim gibi konuşuyorsun!" "Odaya bir ânda girdiğin için olabilir belki!" Diyerek suçunu kabul etmesini bekledim. Beni alaycı bir şekilde taklit etti: "Karanlıktan korktuğunu söyleyip, ışıklar kapalı uyumaya çalıştığın için olabilir belki!" Karanlıktan korkuyordum ama telefonla konuşmaya daldığım için yanımda biri olduğunu hissederek rahat davranmıştım. Araf odaya girdiği andaki yüz ifadesinden sonra yine sinirlenecek bir neden bulup, esas söylemek istediğini unutmuştu. Bir ânda tartışmaya başlayınca ben de ona karşılık vermiştim. Yüzüne şüpheyle bakarak kötü bir şey olmadığını öğrenmek için sordum: "Tartışmayalım lütfen. Gerçekten buraya niye geldin?" O da bu anı bekliyordu ama niçin geldiğini açıklamaktan vazgeçerek gitmek üzere olduğunu gördüm. Ses tonum istemsizce yükselttim: “Dur!” Olduğu yerden hızla geri dönüp odanın ortasına geldi. Hesap soracağını düşündüm ama yanıma gelip oturunca dizlerimi karnıma çekerek ona yer açtım. "Seni neden Erdal'a karşı koruduğumu hâlâ merak ediyor musun?" Diye sordu, gözlerimin içine bakarak. Başımı heyecanla sallayıp sessizce konuşmasını bekledim ama o, göz temasını hemen kesip kapıya dikkat kesilmişti. Ses tonunu yumuşattı: "Kubilay birinci yaşını doldurunca dedem evinde küçük bir kutlama yapmak istemişti. Ailece hepimiz dedemlere gitmiştik. O günkü hava, mevsime göre güneşli bile sayılırdı. Mumlar yakılıp ışıklar söndüğünde, annesi Kubilay'ı kucağına alıp pastaya yaklaştırmıştı...” İçimden kötü bir şey söyleyeceğini hissediyordum. Soru sormadan onu dikkatle dinlemeye devam ettim. "Neşe içinde doğum günü şarkısını söylemeye başlarken pasta birden kana bulandı... Herkes bir yere kaçıp bağırmaya başlayınca, yengem Kubilay'ı kucağından yere düşürmüştü. Ağlamaya başlayan Kubilay'ı kurşunlara hedef olmaktan dedem kurtardı. O gece o evden yalnız beş kişi sağ çıkabildik. Babam sakat kaldı, yengem öldü, abim kolundan yaralandı. Halalarım, amcalarım hepsi son nefesini o evde verdi." Tüylerim diken diken olurken duyduklarım bana ağır gelmeye başladı. Koskoca bir aile, bir gecede katledilmişti. O, bunu sanki sıradan bir olaymış gibi anlatıyordu ama cümleleri kana bulanmışken, yüzüne baktığında acı çekenin sadece ben olmadığımı fark ettim. Gözlerinde, bir zamanlar kaybettiği sakinliğin izleri vardı. "Sadece bir kutlama, ama sonu felaket olmuş." Sesim üzüntüden titremişti. "Nasıl dayanıyorsun bu hâle?" Gözlerini yere indirdi: "Dayanmak zorundayım." Deyip sustu. Dertleşmek istemesine şaşırırken bu işte Erdal'ın parmağı olduğunu söyleyince kanım donmuştu. İçim hiddetle ürperirken Araf'ın o adamla iş birliği içinde olduğunu düşündüğüm için utanç duydum. Anlatmayı bıraktığında o günün karanlık sahneleri gözümde canlandı. "Bu olayların beni korumasıyla ne alakası var?" diye düşündüm. Gözlerindeki acı, sadece bir tanıklığın ötesindeymiş gibi görünürken onunla tek ortak noktamızın aynı adamın kurbanı olmak, bizleri birleştirmeye yetiyor muydu gerçekten? "Bütün bunlar beni neden Erdal'dan koruduğun sorusuna cevap vermez Araf." Şimdi daha sakin görünüyordu: "Çünkü ben Erdal'a düşmanım. Sen de onun düşmanısın..." Devamını getirmesine müsaade etmeyip cümlesini tamamladım: "Düşmanımın düşmanı dostumdur hesabı..." Boğazını temizledikten sonra ellerini dizlerine koydu. Alay ederek üzüntüsünü gizlemeye çalıştı: "Aferin, demek ki konuşmak yerine susunca saksın doğru çalışıyormuş!" Deyip hızla ayaklandı. Gözlerinin içindeki derin acı, birdenbire soğuk bir maske ile örtüldü. Kendimi biraz kaybolmuş hissettim. O an, tüm duyguların nereye gittiğini anlamakta zorluk çekiyordum. Araf, odadan çıkınca üstümdeki örtüyü hırsla kendime doğru çektim. Birkaç dakika sonra nefes alamadığım için yüzümü açtım. Camdan dışarısı görünüyordu. Ormanın karanlık görüntüsüne odaklandım ve gözümü oradan ayırmadım. Gözlerim kapanırken aradan ne kadar geçtiğini bilmiyordum ama gözümü açtığımda kan ter içindeydim. Soğuktan titreyince açık cama gözlerim takıldı. Kalkıp perdeyi kapatmak istedim, yataktan doğrulup oraya doğru gittim. Telefonumu alarak saatin kaç olduğuna baktım. Sabah olmasına üç saat kalmışken etraf oldukça sessizdi. Perdeyi kapatıp yatağıma geri döndüm. Tam uyuyacağım sırada bir ses duydum. Belki Araf hâlâ uyumamış olabilir, diye düşündüm. Aşağıdan sesler gelmeye devam ediyordu. Neler olduğuna bakmak için tekrar yatağımdan kalktım. Önce kapımı açıp aşağıdan gelen sesleri dinledim. Bir şeyin düşme sesi gelince kalbim hızla atmaya başladı. Evde bizden başka kimsenin olmadığına kendimi ikna etmeye çalışıyordum. İçimi bir korku kapladı. Aşağı inip bakmaya cesaret edemiyordum; o sırada Araf’ın sesini duydum: “Alisa, neden hâlâ uyumadın?” Kısık sesle konuşmaya dikkat ederek sordum: "Aynı soruyu ben sana soracaktım, sen neden uyumadın? Aşağıda bir şey mi kırdın?" "Ben bir şey kırmadım. Ayrıca odamdaydım, aşağı falan gitmedim." Sözlerinden sonra kalbim daha da hızlanmaya başladı. Kısık sesle konuşarak aşağıdakinin dikkatini çekmemeye çalıştım: "Sen bir şey kırmadıysan o zaman eve biri girdi. Dinle bak, duyuyor musun evin içinde yürürken nasıl ses çıkarıyor... Hemen polisi aramalıyız." Onun benimle aynı düşünmediğini çatılan kaşlarından anladım. Aşağı doğru gidecekken kolundan tutup gitmesine engel olarak kısık sesle ikna etmeye çalıştım: "Delirdin mi? Aşağıda biri var diyorum. Sen ise hiçbir şey olmamış gibi belanın üstüne gidiyorsun. Belki tehlikeli biri, belki silahı var. Sana doğrultursa o zaman ne yapacaksın?" Kısa bir süre düşünür gibi baktıktan sonra kolunu ellerimden kurtardı: "Hadi o zaman gidip aşağıdakiyle tanışalım!" Beni beklemeden aşağı indi. Hızla odama gidip polisi aramayı düşündüm ama onu yalnız bırakmak tehlikeli olabilirdi. Cesaretimi toplayıp peşinden aşağı indim. Ya hırsızla önce ben karşılaşırsam o zaman ne yapacaktım? Evi dolaşırken sessiz olmaya dikkat ediyordum. Araf'ı salonda göremeyince açık olan bahçeden dışarı çıktım. Burada kimse yoktu, adımlarımı mutfağa yönelttiğimde gördüğüm manzarayla hem korkmuş hem de rahatlamıştım. Araf, yüzünde kar maskesi olan hırsızın arkasında durup iki eliyle omuzlarından sıkıca tutarak kaçmasına engel oluyordu ama hırsız yakalanmış olduğuna aldırış etmeden kıpırdandıkça yanlarına yaklaşmak istemedim. Cebimden telefonumu çıkarıp polisin numarasını tuşladım. Yapmaya çalıştığım şeyi anladı ve telefonu kapatmamı söyledi. “Ama…” “O telefonu kapat hemen!” Polisi aramayı reddedip ne olacağına bakıyordum. Yalvarır gibi bir sesle konuşan adam, yardım istiyordu: "Lütfen polisi ara, beni bunun eline bırakma. Teslim olacağım." diyerek ağlar gibi oldu. Araf, adamın omuzlarına olan tutuşunu daha da sıkılaştırarak, canı yandığı için çıkan inlemeleri umursamadan sordu: “Kimsin lan sen? Ne işin var gecenin bir vakti benim evimde? Kim gönderdi seni, söyle çabuk!” Yüzü maskeli adam, onu tutan ellerden kurtulmaya çalıştı ama bu çabası başarısız oldu. Nihayet pes ederek bıkkın bir sesle cevap verdi: “Ben hırsızım abi. Kimse göndermedi, ne dediğini anlamıyorum!” Adama inanmadığı için bırakmadı: "Konuşana kadar buradan sağ çıkamazsın!" "Abi kemiklerim kırılacak Allah aşkına bırak beni evime gideyim!" Adamın söylediklerini doğrulayıp söze karıştım: "Hırsızmış işte, polisi arayalım gelip alsınlar!" Sözlerime ikna olmuş gibi değildi. Hırsızı sarsarak konuşturmaya çalıştı: "O zaman hırsız olduğunu kanıtla!" "Abi, valla hırsızım, yemin ederim kimsenin adamı falan değilim, ben tek başıma çalışıyorum." "Yalan söyleme, seni kim gönderdi?" "Abi ne olur bırak beni evime gideyim. Yeminle bir daha hırsızlık yapmayacağım. Ben kimsenin adamı falan değilim. Yenge bir şey söyle şuna, yoksa kemiklerimi kıracak!" Adamın “yenge” demesine mi yoksa canının derdine düşüp kendini hırsız olduğuna ikna etmesine mi şaşırayım bilemiyordum. “Sen bizi yanlış anladın…” diye açıklama yapmaya çalışırken, alayla karışık öfkeyle bakarak sözlerime müdahale etti: “Konumuz şu an bizi yanlış anlaması mı? Eve biri girmiş, senin takıldığın konu bu mu?” “Araf, bırak adamı. Polisi arayalım gelsinler. Hem sen de boşuna katil olmamış olursun.” Can havliyle konuşan adam, “Hay ağızını öpeyim yenge!” dediğinde Araf’ın gözleri fal taşı gibi açıldı. Sinirle nefes alıp daha fazla eziyet etmek için bu sefer adamın omzuna sertçe vurdu: “Sen az önce ne dedin?” “Pardon abi, valla öyle söylemek istemedim. Birden ağzımdan kaçtı. Yoksa o benim dünya ahiret bacımdır! Değil mi yenge? Ahh, yenge, bir şeyler yap!” Adamın hâline acımaktan mıdır bilinmez, ona hırsızı bırakmasını söyleyip ikna etmeye çalıştım: “Araf, bıraksana adamı, öldürecek misin? Yanlışlıkla söyledi işte. Hem senin bu kadar sinirlenmene gerek yok.” Cevap vermek yerine düşüncelere daldı. Elleri hâlâ adamın omuzlarındaydı. Bırakmadı ama parmaklarını biraz gevşetti. Adam rahat bir nefes alırken bana dua etmeye başladı: “Allah razı olsun yenge. Hayatımı kurtardın. Rahatladım valla. Omzumu koparacaktı az kalsın! Keşke bu soruyu daha önce sorsaydın.” Yüzü maskeli adam, kurtardığı omuzlarını ileri geri hareket ettirerek tehlikenin geçtiğini zannetti. Hırsız, ayağa kalkmaya hazırlanırken, düşüncelerinden sıyrılan Araf bir anda hareketlenerek adamın omuzlarından yakalayıp sertçe sandalyeye geri oturttu. Gözlerinde bir korku ifadesi beliren adam, eve girdiğine pişman olmuştu: “Abi, yemin ederim ki hırsızım. Hırsızlık kimliğim gibi bir şeyim de yok ki göstereyim. Lütfen, bırak beni gideyim!” diyerek ağlayıp yalvardı. O an adama karşı bir acıma hissetmeye başladım. Adamın gerçekten hırsız olduğunu kanıtlamazsak Araf asla onu bırakmayacaktı: “Bir düşün, belki yanında getirdiğin bir şeyler vardır.” dedim umutla. Hırsız, aklına parlak bir fikir gelmiş gibi heyecanla bağırdı: “Hah, dur! Cebimde başka bir evden çaldığım cumhuriyet altını göstereyim. Valla, sadece hırsızım. Bakın, bu da kanıtım. Bir de sağ cebimde nişan yüzüğü vardı.” Adam cebinden çıkardığı altını ve yüzüğü masaya bıraktı. Elinde sağlam kanıtları olduğuna inanırken kurtulacağına inanıyordu: “Ben kanıtımı gösterdim. İşte çaldıklarım bunlar... Şimdi bırakın beni gideyim.” Kaşlarını çatarak cevap verdi: “O kadar kolay mı sandın? Bu yüzüğün senin olduğunu nereden bileceğiz?” Hırsız ellerini iki yana açarak “Ben evli değilim ki abi. Valla sizin evden çaldım bunu. Yengemin yüzüğüdür, değil mi yenge?” diye sorunca araya girip adama baktım: "Benim nişan yüzüğüm yok." “Olur mu yenge, senin yüzüğündü. Ben onu senin parmağından çıkardım. Öyle derin uyuyordun ki ruhun bile duymadı…” Adamın söyledikleriyle gözlerim kocaman açıldı. Doğruyu bilmesem, yalanına inanacaktım. Araf, sandalyede oturan adamın yalan söylediğini ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Adamın kulağına eğilerek, “Hadi ya, peki ben neredeydim?” diye sordu. “Sen de yanında yatıyordun. Valla, ikiniz de deve gibi uyuyordunuz.” diye karşılık verdi hırsız. Göz göze gelince adama ne yapacağını karar vermiş gibiydi. Son kez adama doğruyu söyletmek için fırsat tanıdı: "Yalan söylüyorsun.." "Kur'an çarpsın ki.." diye yemin edince şok oldum. Adamın gözümüzün içine baka baka yalan yere yemin etmesine sinirlendi: "Şimdi ben sana bir çarparım bir yerden alırsın, bir de benden! Doğruyu söyle!" "Niye inanmıyorsunuz bana?" Diye saf saf soran hırsız, yalan söyleyerek son şansını kaybetmişti. Araf sabır diler gibi hırsızın tepesinde dikilip adamın kafasına bakınca dudaklarımı birbirine bastırıp gülmeme engel oldum. Adama bağırarak hesap sormaya devam ediyordu. İstediği cevabı duymadığı sürece onu rahat bırakmayacaktı. "Demek yan yana uyuyorduk öyle mi?!" Diye soran Araf, konuşurken korkunç bir sakinliğe bürünmüştü. "E.. evet abi." Hırsız, evli olduğumuzu düşünüp yalan söylüyordu ama bu onun gerçek bir hırsız olmadığı anlamına gelmiyordu. O yüzden adamın sözlerini doğrulamak ister gibi masaya yaklaştım ve altını elime alıp gözüne sokarcasına yaklaştırdım: "Adam gerçekten hırsız. Baksana kendi ağzıyla altını çaldığını itiraf etti! Polisi aramak için neyi bekliyoruz?" Diye sordum. Sonunda pes eden Araf, hırsızı rahat bırakmaya karar verdi. Yüzündeki maskeyi çıkaran adam, derin bir nefes aldı. Adamın tepesinde dikilmek yerine sandalyeden birini çekip hırsızın karşısına oturdu. Gözlerini adamdan ayırmadan sert bir ses tonuyla hırsızın gözünü korkuttu: "Rahat dur kıpırdarsan seni parçalarım. Yenge deyip durduğun kız bile seni elimden alamaz! Sen de ara polisi gelsinler." Deyince kararından vazgeçmesine fırsat vermeden hızla telefonumu çıkarıp polisi aradım. Durumu anlatıp adresi tarif ettikten sonra kapattım. Masada oturan iki adama bakarak "Polisler bir saate buraya gelirlermiş peki şimdi ne yapacağız böylece oturup bekleyecek miyiz?" Diye sorunca çekinerek konuşan hırsız, üşüyormuş gibi omuzlarını içine büzdü: "Aslında ben biraz açım." Deyince adama tuhaf tuhaf baktık. Ya sabır dileyerek tavana bakıp birden göz göze gelince kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. "Çay içer misin kardeşim?" Diye sordum hırsıza. Araf'ın delirmiş olduğumu düşündüğü bakışlarıyla karşılaştığımda, onu umursamadım. Hırsızın keyfi yerine gelmişti. İri dişleriyle gülümsedi: "Madem polisler bir saate geleceklermiş o zaman bir demli çayını içerim yenge. Tabii zahmet olmazsa..." Hırsızın rahatlığıyla dalga geçer gibi cevap verdim: "Hemen demliyorum." Yan tarafta hırsıza çay demlerken adamın içeri nasıl girdiğini düşünüyordum. Araf, hırsızla beni kendi hâlimize bırakmıştı. Çayı demledikten sonra bardağa doldurup adama uzattım. Minnettar bir ifadeyle bakarken ince belli bardaktan bir yudum almadan önce çay bardağı göz hizasına kaldırdı: "Ellerine sağlık tam istediğim gibi demli olmuş. Sana da gece vakti zahmet oldu be yenge!” Anlamadığım şey adamın sürekli bana yenge demesine Araf'ın hiçbir şey söylememesiydi. Gözlerimi ondan ayırıp hırsıza dönerek, "Beyefendi bana yenge demezseniz sevinirim. Biz evli değiliz. O benim-" O benim patronum dememe fırsat vermeden adam bardağı bırakıp birden Araf'a bakarak sitem etti: "Aşk olsun be abi, şu güzelim kızla gönül mü eğlendiriyorsun?" Diye sorunca adamın söylediklerine alay eder gibi bakmakla yetindi. Ağzını tekrar açıp bir şey söyleyecek olunca Araf sinirle oturduğu yerden kalkmak üzereydi. Ondan hızlı davranıp kolunu tutarak durdurdum. Araf, hırsızı parçalayacak gibi bakıyordu. Hırsızla konuşmaya devam ederek söze karıştım. Onu sakinleştirdiğime göre sıra abuk subuk konuşan adamı uyarmaya gelmişti: " Yine yanlış anladınız. Lütfen bu bahsi kapatalım. Bizim aramızda bir şey yok.” Hırsız beni dinlemeyip Araf'a bakarak tavsiyede bulunur gibi konuşmaya devam etti: "Abi sen bu kızı kaçırma, valla çok iyi kız. Yufka gibi yüreği var." Adamın sözlerine sinirlendiği belli oluyordu ama arada ben olduğum için onu dinlemek zorundaydı. Araf arada yüzüme bakıp imâyla gülümsedikten sonra hırsıza döndü: "Farkındayım. Hırsıza bile çay demleyecek kadar temiz kalplidir!" O sıra yüzümün düştüğünü fark eden hırsız, benim iyi biri olduğumu ona inandırmak ister gibiydi: "Öyle deme be abi, yengemin yüzü güzel olduğu kadar yüreği de temiz." Hırsızdan aldığım iltifata karşılık mutlu oldum: "Teşekkürler hırsız bey, gerçekten beni utandırıyorsunuz." Kapı çalınca yerimden kalktım. Polisler gelip hırsızı götürdüler. Biz de karakola gidip ifade verdikten sonra eve geri döndük. Adam hırsız olmasaydı eğlenceli bir misafir olarak onu hatırlayacaktım. Bir hırsız için üzüleceğimi hiç düşünmezdim. Saat geç olduğundan sadece arabada uyuyakaldığımı hatırlıyordum. Gözlerimi araladığımda çalan alarmı kapatmak istedim ama telefonum oldukça uzağımdaydı. Hiç uyumamışım gibi gözlerimin içi yanıyordu. Göz kapaklarım tekrar kapanırken o kadar uykum geliyordu ki Araf'tan alacağım intikamı başka bir güne ertelemeyi düşündüm. Onunla koşuya gideceğimi dair söz vermiştim. O sözleşme elindeyken burada rahatça uyumam mümkün değildi. Gözlerimi ovuşturup mecburen yataktan kalktım. Banyoya gidip yüzümü yıkadığımda bir ölüden farksızdım. Odadan çıkıp aşağı indim. Mutfakta karşılaştığım aşçı, kahvaltıyı ancak yarım saate tamamlayabileceğini söylediğinde sevinçten havalara uçtum. Ayşe sonunda birini bulmayı başarmıştı ama kendisi neredeydi? Koca evin her şeyinden o sorumluyken ortalarda görünmemesi dikkatimden kaçmadı. Odaya tekrar uyumaya gideceğim sırada umursamaz bakışlarıyla karşılaşmıştım. Benim aksine o oldukça enerjik görünüyordu. "Günaydın. Kahvaltı birazdan hazırlanacakmış ben de geri kalan uykuma devam etmeye gidiyorum.” diyerek mutlu haberi ona da vermeyi ihmal etmedim. Koşu için çoktan hazırlanmışken kahvaltıyı sonra yapacağımızı söylediğinde gözlerimdeki yorgunluk bir ân da uçup gitti: "Azıcık insaflı ol. Dün gece hiç uyumadık eve hırsız girdi. Neredeyse karakolda sabahladık. Başka zaman koşalım, bugün çok yorgun ve uykusuzum." "Ben de hiç uyumadım ama senin gibi bahane bulmuyorum." "Araf, uykusuzum ve açım! Biraz dinlensem olmaz mı? Hem koşarken tansiyonumun düşeceğini biliyorum." Sözlerimi dinlemedi: "Yukarı çıkıp hazırlanman için beş dakikan var!" Üzerimdekilere bakıp hazır bahanem varken gülümsedim: "Benim koşu kıyafetlerim yok! Bunlarla koşamam.." Sanırım gitmekten vazgeçecekti. Oh bundan da kurtuldum. "Yukarı çık ve benimkilerden birini al!" Ne inatçı adam illa beni de koşuya götürecekti. Başka bir bahane bulmaya çalışıyordum: "Ben koşuya gelemem çünkü... Çünkü... Sizin kıyafetleriniz bana olmaz. Maşallahınız var!" Dedim yapılı vücudunu işaret ederek. Şöyle bir baştan ayağı süzdü: "Çok da zayıf görünmüyorsun." Tehdit eder gibi bakarak sordum: "Sen bana şişman mı demek istedin?" Elindeki telefonu masaya bırakıp yüzüme bakarak evet deyince kaşlarımı çatıp şikayet ettim: "Çok kabasın! Bir kadına şişman demek hiç hoş değil! Ben şişman değilim." Kolundaki saatine bakıp gülümsedi: "Biliyorum! Konuşmayı bırakıp yukarı çıksan iyi olur çünkü dört dakikan kaldı." "Geri sayım devam mı ediyor?" Diye sordum. Soruma cevap vermeyip üzerimdekilere göz gezdirdi: "Bu kıyafetlerle koşmaya kararlısın sanki!" "Hemen geliyorum." Koşarak yukarı çıktım. Bir şeye takılıp yere düştüm. Aşağıdan Araf'ın kahkahalarını duyduğumda çıldırmak üzereydim. "İyi misin?" Diye sorunca sesimi duyurmak için bağırdım: "Sanırım ayağım koptu!" Koşmamak için güzel bir bahane sayılırdı. Sinirden gülmeye başladım. "Tamam on dakika sonra bahçede ol." Bahçeye çıkacağını haber verince yerden kalkarak odaya gidip söylenmeye başladım: "Ayağım koptu diyorum, on dakika sonra bahçeye gel diyor! İnsanlıktan nasibini almamış iguana seni!" Son söylediğim cümleyi biraz kısık sesle haykırmıştım. Duymasından korkuyordum. Hatta arkama bakıp kimsenin olmadığını görünce gülmeme engel olmadım: "Şizofren oldum bunun yüzünden!" Dolabın kapağını açıp çeşit çeşit kıyafet arasından uygun bir eşofmanı elime aldım. Kıyafetlerimi değiştirdikten sonra hızla aşağı indim. Bahçe koltuklarına oturmuş güneş gözlüklerini takarak uzaklara bakıyordu. Önüne geçip "Ben hazırım!" Derken başını eğip gelenin ben olduğuna kanaat getirdikten sonra gözlükleri çıkardı: "En fazla ne kadar koşabilirsin?" Maratona mı katılacağız bu nasıl soru diyemedim. Canımızı çıkaracağı bugünden belli olmuştu. Hadi bakalım sen misin buraya koşarak geri gelen! Hayalimde canlandırdığım dizlerimi dövüyordum. "Alisa! Ne kadar koşabilirsin diyorum beni duymuyor musun?" Adımı duymamla düşüncelerime bir son verdim. Başım ağrıyorken bir de koşacağımız için keyifsizdim: "Kovalanmadığım sürece koşmayı tercih etmiyorum." Geceyi hırsız yüzünden uykusuz geçirmemiz onu hiç rahatsız etmiyordu. Bilmiş bilmiş başını salladı. “Koşarsın koşar... İki km koşabilir misin?" Ne spor yapmak ne de sağlıklı yaşamak için o kadar yolu asla koşmazdım. Bunu ona da söylemeye çalıştığımda umursamayarak sordu: "Yani?" "Onca yolu koşamaya kalksam yere düşüp kalırım. Sende merhamet de yok, bırakır gidersin beni!" Bahanelerimi dinlemiyordu. Ayağa kalkıp mutlaka ona yetişmeye çalışmamı söylerken geri de kalırsam ormandaki hayvanların ana yemeği olacağımı şaka yollu anlatmaya çalışmıştı. İyi ki o gece köpeklerden kaçtığımı ona söylememiştim. Yoksa dilinden zor kurtulacaktım. "Beni takip et, ormanın sonuna kadar koşup geri geleceğiz!" Ormanın uç kısımlarına göz gezdirdim. Yol düzdü ama koşacak mecalim yoktu. Araf'a dönüp "Niye deli miyiz?" Diyerek bu işe çok da hevesli olmadığımı ona göstermek istiyordum. Koşmaya hazırlanmadan önce ısınma hareketlerini yapıyordu. Aynı hareketleri yapmamı istedi. Öylece durup ona bakarken koştuğumuz zaman asla ara vermeyeceğimizi söyledi. Sabah esen soğuk rüzgar içime işliyordu. Titreyerek, "Dondum. Bizim bunu bu saatte yapmamız şart mı?" Diye sordum. "Günün en verimli saatlerinde koşmaya alışmadığın için sana tuhaf geliyor olabilir ama sağlıklı yaşam budur." Hareketlerini aksatmayıp ısınmaya devam ediyordu. "Bence uyku daha önemli! Gözlerimin içi yanıyor. Başımın ağrısından gözümün önünü göremiyorum. Vazgeçelim hem sen de hiç uyumadın." Kaşlarını çatarak bahanelerimi dinliyordu. Dün gece Masal'la olan konuşmalarımız yüzünden yarım kalan işlerini yapamadığından şikayet ederken susup onu dinliyordum. |
0% |