@madrabazbiryazar
|
Uzun bir şikayet konuşması üzerine, hiçbir şey olmamış gibi koşmaya hazırlanırken telefon çaldı. Bu saatte onu arayanın kim olduğunu merak ettim. Ona bunu soramayacağım için unutmaya çalışıyordum. Araf, yanımdan uzaklaşıp aramayı cevapladı. Etrafıma göz gezdirirken bir yandan da onu izliyordum. Gökyüzü ağaç dallarının arasında kaybolmuştu; havada hafif bir serinlik vardı. Bir umut, belki koşmaktan vazgeçiririm diye düşünürken telefonunu kapatıp yanıma geldi. Dinlenmek için biraz daha zaman kazanmak istiyordum: "Dünkü sözlerimde haklı çıktım. Dışarıda korumalar varken içeri hırsız girebiliyor. Bu da hiçbirimizin güvende olmadığını gösterir." "Haklısın." Bu sözü ondan duymak beni şaşırttı. Oysa böyle bir tepki beklemiyordum, ama bu durum kısa sürdü: "İçeri girmeye çalışan düşmanım değildi; sadece basit bir hırsızlık olayı." "Basit bir hırsız içeri girebiliyorsa, Erdal elini kolunu sallayarak hepimizi öldürmeye gelmesi ân meselesi. Senin bu rahatlığın kimsede yok!" Yine kayıtsız bir tavırla gülümsedi: “Sen böyle şeyleri düşünme...” O bu kadar rahatsa, ben neden bu kadar gergindim? Sonuçta bir şey olacaksa da fatura ona kesilecekti, ama içimde hâlâ bir huzursuzluk vardı. Onun bir suçu yoktu ama anlamadığım bir şey vardı; madem Erdal tekrar güçlendi, neden hiç harekete geçmiyordu? Planı neydi? Bu kadar sessiz olması hiç hayra alamet değildi. "Hava çok soğuk değil, üşüyor musun?" Diye soran Araf'ın sesiyle kendime geldiğimde hava giderek aydınlanıyordu. Sanki kötü bir şey olacakmış gibi hissettim. Dün eve hırsız girmişti. Ondaki bu rahatlık varken, bugün ormanda öldürülmeyeceğimizin garantisini kimse veremezdi. Göz göre göre ölmek istemiyordum. Ayşe’yle konuşurken onun her sabah koşuya gittiğini söylediğinde içimdeki umutsuzluk büyüyordu. Yine de şansımı denemeyi düşündüm: “Her sabah koşuya gidiyorsan, Erdal’ın bir gün seni pusuya düşüreceğini akıl edemiyor musun?” diye sordum. “Sen bu yüzden mi gelmemekte ısrar ediyorsun?” Bu gerçeği bilmek vazgeçmem için yeterli bir sebepti. Ailesini mahveden adama karşı böylesine kayıtsız kalabilmesine anlam veremiyordum: “Ölmeyi bayılmak mı zannediyorsun? Ben kendi canımı geçtim ama sen canını zerre düşünmüyorsun. Yaşamaya hiç kıymet vermez misin?” Sözlerim ona ulaşmamış gibiydi. Hâlâ aynı kayıtsız tavırla cevapladı: “Mutlu yaşamak istemem. Başım ne zaman beladaysa, o zaman hayatta olduğumu hissederim...” “Çok tuhaf birisin. Ne demek mutlu olmak istemiyorum? İnsanlar mutlu olmak için neler yapıyor ama sen neredeyse mutluluğu reddediyorsun. Bana öyle geliyor ki, bu durumdan oldukça memnunsun. Peki ama neden?” “Bilmem, sabahtan beri konuşuyorsun. Bul bir şeyler.. hatta dur, ben senin yerine bir neden bulayım. Mutlu bir günümde aldığım kötü bir haber psikolojimi bozdu ve ben o yüzden böyleyim. Nasıl, beğendin mi?” Diye sorunca dün söylediklerini düşünmeye başlamıştım. Neredeyse tartışacaktık sinirlenince dikkati dağılıyordu. Galiba ona koşmayı unutturdum. Bu işin zannettiğim kadar zor olmadığını anlayınca başka şeyler sordum: "Peki dün eve giren hırsızın sözlerine neden kızdın?" "Tamam Alisa korumaları arttıracağım sus artık.." "Konuyu değiştirme lütfen. Hırsızın sözlerini duyduktan sonra dün neden sustun?" Canından bezmiş bir halde başını iki yana salladı: "Hırsızın yanında tartışmak istemedim. Hepsi bu!" Açıklaması ikna edici gelmemişti ama en azından tenezzül edip bir cevap vermişti. "Peki ben senden ne zaman kurtulacağım?" diye sordum, yakamı bırakacağı günün ne zaman olduğunu öğrenmek istiyordum. Kaşını kaldırıp sözlerimi alay ederek tekrar etti: “Kurtulmak mı? Dün, kurtulmak istemediğini tekrar evime dönerek ispatladın.” “Bir kere bu eve geri dönmemin nedeni…” dedim ama susmak zorunda kaldım. Yüzüme, devam et der gibi baktı. Olayın gerçek yüzünü anlatmadan bir yalan uydurdum: “Kolyemi düşürmüştüm, o yüzden geri dönmek zorunda kaldım.” Birkaç adım atıp elini boynumdaki zincire doğru götürdü ve kolyeyi parmaklarının ucuyla gösterdi: “Ama bu kolye, geri döndüğün zaman boynundaydı. Kolyeni tutuyordun. Bunu konuşurken sık sık yapıyorsun.” Doğruyu söylemek gerekirse, bu kadar dikkatli biri olacağını düşünmemiştim. Yalan söylediğimi hemen yakaladı. “Kolyenin boynumda olduğunu nasıl hatırlıyorsun? Yanlış görmüşsün; kolyemi bu sabah sehpanın yanında buldum.” Bataklıkta çırpınmaya devam ediyordum sanki. Kendinden emin bir şekilde o günü tekrar hatırlamak için gözlerini yumdu. Açtığında ise bakışlarını yüzüme çevirdi: “O kolye tüm gün boynundaydı. Bence başka bir bahane bulmalısın.” “Bu önemsiz ayrıntıyı hafızanda tutmayı nasıl başardın? Evet, kolyem boynumdaydı, yalan söyledim! Peki, sen bu gereksiz ayrıntıyı neden hatırlıyorsun?” O, uzaklara dalarak bir süre sessiz kaldıktan sonra cevap verdi: “Bu kolyeyi boynundan hiç çıkarmıyorsun da ondan. Sürekli parlıyor ve dikkatimi dağıtıyor.” Kolyeyi hiç çıkarmadığımı biliyordu. Boynumdaki zincirin parlayıp parlamadığına baktım ama bu kolye bir parıltı bile vermiyordu. Onu tişörtümün içine koydum. “Başlayalım artık.” dediği an, işaret parmağıyla uzakta bir yeri işaret etti: “Şu ilerideki ağaçlıklardan daha uzağa gideceğiz.” Çaresizce sordum: “Hangi ağaçtan bahsediyorsun? Her yer ağaç zaten, Araf. Ormanın içindeyiz...” "Biliyorum, sen gösterdiğim yere bak!" Gösterdiği yeri bir türlü anlayamadım; tekrar anlatmasını istersem sinirlenecekti. Biraz alaycı bir tonla konuşarak hiç bozuntuya vermedim: "Aa, evet, tamam gördüm ya..." "Bir iki.. üç!" Dediği ân da hızla koşmaya başladı. Ardından bakmayı bırakıp, gittiği yere doğru koştum. Arada hayli mesafe olmasına rağmen sesimi duyurmak için yüksek sesle sordum, “Araf, yarın için izin alabilir miyim?” Yavaşlayıp yetişmemi bekledi. Yarın ne işimin olduğunu sorunca, “Bir işim yok; sadece dinlenmek istiyorum.” diye cevap verdim. Kabul etmemişti ama pes etmek niyetinde değildim. Israr ettim: “Bir yere kaybolmayacağım. Sadece bir gün.” "Olmaz, yarın benimle şirkete geleceksin!" dedikten sonra tekrar koşmaya başladı. Huysuz bir çocuk gibi mırıldandım. "Peki." Ben bir eve gideyim; üç gün geri dönmeyecektim. Tabii bu planımdan Araf'ın haberi yoktu. O yüzden susup kabul ediyormuş gibi yaptım. Var gücümle koşsam bile ona yetişemiyordum. Durması için seslendim ama duymadı. Derin bir nefes alıp hızlanarak ona yetişmeye çalıştım. Aradaki mesafe azalınca nefes nefese kaldım: "Kalbim duracak!" Göğsüme inanılmaz bir ağrı girmeye başladı. Araf beni bırakmış ve hızla koşmaya devam ediyordu. Pes etmedim; hızımı biraz daha artırarak koşmaya devam ettim. Adımlarımı giderek onunla uyumlu hale getirip "Ayşe nerede, ayrıca Ferda neden sana yardım etmiyor?" diye sorduğumda yavaşlamak yerine daha da hızlı koşarak cevap verdi: "Ayşe izinli. Ferda da yardım edemez çünkü kovuldu." Koşmayı bırakıp, "Ne zaman oldu bu? Ferda'yı neden kovdun?" diye sordum ama durmama aldırış etmedi: "Soru sormayı bırak da hızlan; çok geridesin!" O, farkında değildi ama zaten tüm gücümü kullanarak koşuyordum. Nefes almakta zorlanıyorken birazdan düşecekmişim gibi dengemi kaybetmeye başladım. Arkasını dönünce koşmadığımı fark etti ve durdu. Beni bir ağaca yaslanmış dinlenirken görünce koşarak yanıma geldi. Soluklanıp etrafa bakındım, sonra dayanamayıp boş çuval gibi yere düştüm. Neyse ki canım çok yanmıyordu. Düştüğüm yeri umursamayıp rahatça nefes almaya çalışıyordum. Yerde yatan halimi görüp, yüzüme bakarak durumumu yokladı: "İyi misin? Hemen yoruldun, daha koşalı on dakika olmadı." Sinirli bir tonla "Ben dedim koşamıyorum diye, değil mi? Neden beni koşuya getirdin?" Dedim. “Kimse yokken sana önemli bir şey söylemem gerekiyor ama henüz evden çok uzaklaşmamış sayılıyoruz.” "Yanımızda kimse yok ki, ormandayız! Her yer birbirine benziyor; biraz daha koşmaya devam edersek burada kaybolacağız. Ben gelmiyorum, sen istediğin kadar koş!" "Olmaz, hiçbir yere gidemezsin!" Yorgun olduğumu vurgulayıp artık koşmak istemediğimi anlatmaya çalıştım: "Adım atacak mecalim kalmadı. Sende hiç merhamet yok mu?" Umursamayıp koşmamız gerektiğini söylerken onunla tartışmak istemiyordum: "Tamam hadi nereye kadar koşacaksak koşalım. Yardım eder misin?" Diye sordum yerden kalkmaya çalışarak. Oturduğum yerden kalkmam için elini uzatacağını düşündüm ama kılını kıpırdatmadı. Ondan bir hayır gelmeyeceği belli olurken ellerimle yerden aldığım gücü kullanarak ayağı kalktım ve arkamı dönüp birkaç adım gittim. Onu beklemediğim için ardımdan bağırıyordu: "Ne yapıyorsun?" Ellerimdeki tozu silkip cevap verdim: “Nasıl olsa gelip beni geçeceksin. O yüzden önden gidiyorum." "İyi de yanlış yöne gidiyorsun.." Sesi hayli azaldı. Ondan uzaklaşmıştım. İleride o gün gördüğüm köpekleri fark ettiğimde, yere çivilenmişim gibi kalakaldım. Onun da gelmesine fırsat vermeden geri koşarak yanına gittim. Kolumdan tutarak engel olmaya çalışıp sordu: "Nereye gidiyorsun?" "Eve dönelim." dedim ama yüz ifademden ne olduğunu anlayamadı: "Ne gördün orada?" Sorusuyla kafamı olumsuzca sallayıp, "Hiçbir şey görmedim, lütfen eve gidelim." diye cevap verdim. Kaşlarını çatarak geldiğim yöne bakıyordu: "Sen bir şeyler karıştırıyorsun. Gidip bakacağım." deyince bu sefer ben gitmesine engel olarak kolunu tuttum, ama bunda çok başarılı olamadım. Ayakkabım, bileğimi acıtıp yakmaya başlayınca diken üstünde yürüyor gibiydim. Araf çoktan köpeklerin olduğu yere gitmişti. Yavaşça ilerlerken nihayet ona yetiştim ama köpekler olduğu için uzakta kalmayı tercih ettim. Sabah gözüyle köpeklere bakınca o kadar da korkunç görünmüyorlardı. Aksine bizi görünce kulaklarını dikmiş, dillerini dışarıda bırakarak sık nefes alıyorlardı. Uzakta kaldığımı görünce köpekleri işaret ederek sordu: "Bu muydu yani? Sanırım o gün neden geri döndüğünü şimdi anladım, köpeklerden korktuğun için..." Devam etmesine izin vermedim: “Bravo! Artık eve geri dönmeliyiz." Beni dinlemeyip köpeklere doğru yürüyerek onları sevmeye başladı. Ayak bileğim kanarken burada daha fazla kalmak istemiyordum. Köpeklere olan ilgisini arttırıp beni yanına çağırdı: "Gel buraya, korkup kaçtığın bu hayvanların ne kadar uysal olduklarını gör." Oraya kadar yürümek istemediğim için kabul etmedim: "Sağ ol, ben böyle iyiyim." Biraz daha ormanda oyalandıktan sonra, köpekler kendi yollarına gitti. Onlar gidince Araf tekrar koşmaya devam etti. Ama ben, bugün yeterince koşmuş ve dinlenmeye ihtiyacım olduğunu hissetmiştim. Kanayan bileğime daha fazla acı çektirmemek için ayakkabımın üstüne basarak yavaşça yürümeye karar verdim. Onun ters istikametine doğru gittiğimi görünce söyledi: "Evin güvenli bir yer değil eğer benimle kalmazsan ne olacağını çok iyi biliyorsun!" "Evet biliyorum sürekli hatırlatmana gerek yok." Arkamı dönüp ondan uzaklaştım. Eve varınca bahçe kapısından girdim ve yukarı çıktım. Spor kıyafetlerini değiştirip makineye attım. Son olarak telefonumu aldıktan sonra aşağı inip bahçe kapısından dışarı çıktım. Araf benimle ne konuşacaktı, söylemek istediği şey neydi? Bütün bunları merak ediyordum ama yorgun ve uykusuz olduğum için çok da umursamadım. Eve gidip dinlenmek için yola çıktım. Apartmanın önüne geldiğim zaman gözlerim kapanmak üzereydi. Güçlükle merdivenleri çıktım. Kapının önüne geldiğimde eve girip yatağıma uzandım. Aradan saatler geçmiş olmalıydı ki gözlerimi açtığımda oda karanlıktı. Yorgunluğumdan eser kalmamıştı. Telefonumdan saatin kaç olduğuna bakmak istedim fakat ekran açılmadı. Şarjım bitmiş olduğu için yatağımdan kalkıp telefonumu şarj ettim. O sırada güç düğmesine basarak açılmasını bekliyordum. Telefon ekranı açılınca hiç şarj olmadığını gördüm. Çok geçmeden tekrar kapandı. Prizden şarj aletini çıkartıp elektrikleri kontrol etmek için duvardaki anahtarı açıp kapattım. Karanlık odada hiçbir değişiklik olmadı. Dışarıda sokak lambaları, evi azda olsa aydınlatıyordu. Pencereden diğer binaların camlarına bakıyordum. Uzaktaki bir iki evde ışık yanıyordu. Saat geç olduğu için diğer evlerde ışık yoktu. Odanın ortasına geldim. Bu saatte uyumadığını kesin bildiğim arkadaşıma seslenip sordum: "Masal elektrikler mi gitti?" Hiç ses çıkmıyordu. Tekrar seslendim: "Masal.." bu sefer durup cevap vermesini bekledim fakat evde benden başka kimse yok gibiydi. Belki de Masal uyuyakalmıştı ya da kulaklıkla müzik dinlediği için duymuyordu. Odamdan çıkıp koridorda Masal'ın odasına doğru gittim. Kapısını açıp içeriye girdiğimde yatağı düzensizdi. Odasında yoktu. Seslenmeye devam ettim: "Masal.." Evin her köşesini arayıp bir iz bulamayınca içime bir korku girdi. Kapının yanındaki sigortaların olduğu yere gittim ve düğmelere dokundum. Parlak ışığı görünce korkum geçmişti. Buzdolabı, çalışmaya devam ettiğini belirterek ses çıkarmaya başladı. Telefonum biraz şarj olunca Masal'ı arayıp nerede olduğunu soracaktım ama saatlerdir aç olduğumu fark ettim. Mutfağa gidip kendime yiyecek bir şeyler hazırlamayı düşündüm. İlk açlığımı giderince odaya gittim ve telefonumu şarjdan çıkarıp mutfağa geri döndüm. Rehberde numarasının üzerine tıkladıktan sonra açılmasını bekledim. Kapanana kadar çalıyordu. Daha önce hiç böyle bir şey yapmadığı için tekrar aradım. Çalmaya devam ediyordu. Korku tüm bedenimi ele geçirmişken ne yapsam diye düşündüm. Birden Araf'la konuştuklarımızı hatırlayınca, başına bir şey geldiğini zannederek çalmakta olan telefonumu kapatıp hemen onu aradım. Birkaç saniye sonra telefonumu açtı. Daha ben "alo" demeden o uykulu sesiyle konuştu: "Seni dinliyorum." Bu ses tonu, "Ne söyleyeceksen kısa kes" der gibiydi. Zaten onunla uğraşacak değildim. Uzatmadan hemen konuya girdim: "Masal evde yok." Söylediklerim bir etki etmedi. Bu saatte aradığım için muhtemelen uyuyordu. "Araf, orada mısın?" Ne dediğini tam anlamadım ama evet der gibi mırıldandı. Kısa bir sessizlik oldu. Sözlerim şu ân etkisini gösterdi. "Arkadaşının evde olmadığına emin misin?" Sesi artık net bir şekilde duyuluyordu: "Saat üç olmuş... Bu saatte nereye gidebilir? Tanıdığı biri falan var mı?" "Ailesi burada yaşamıyor. Tanıdığı biri yok. Yani tam olarak bilmiyorum. Gece vakti bir yere gitmiş olamaz. O öyle biri değil." Araf sorunu halledeceğini söyleyince polise gitmeyi teklif etmiştim ama buna itiraz etti: "Hayır, sakın polise gitmeyi düşünme. Arkadaşının kayıp olduğuna dair bir iz bulamayıp seni eve göndereceklerdir. Şu an dışarı çıkmak senin için güvenli değil." Perdeyi yarıdan açıp pencereden aşağı baktım: "Apartmanın önünde bir araba var. İçindeki iki adam, geldiğimden beri orada." "Onları oraya ben gönderdim. Ne olduğunu öğrendikten sonra seni tekrar arayacağım." dedi ve telefonu kapattı. Elimde ekran açık bir şekilde kalakalmıştım. Çok geçmeden geri aradı. "Dışarıdaki adamlar, Masal'ın çıktığını görmemişler." "Gözlerinden kaçırmış olabilirler mi?" Dediğimde eve hırsız girdiği günü hatırlamış olmalıydı ki sessiz kaldı. Erdal, Seher’i direkt öldürmüştü. Eğer Masal da o adamın elindeyse, kurtulma şansı çok düşüktü: "Onu kaçırmamışlardır, değil mi?" diye sordum, endişeyle. "Üzülme arkadaşını mutlaka bulacağız. Sen şimdi sakin ol ve dışarı çıkma. Ben de birazdan çıkıyorum." Telefonum kapanmıştı. Cam kenarında Araf'ın gelmesini bekliyordum. Bir saat sonra sokağın girişinde bir araba belirdi. Apartmanın önüne gelince durunca dikkat kesildim. Başını kaldırıp apartmana bakınca beni görmüş hızla içeri girmişti. Kapı açıktı, onu karşıladım. Birlikte içeri geçerken odanın içinde dönüp durmaya başladım: "Kesin Erdal kaçırdı. Allah'ım, şimdi ben ne yapacağım? Kötü bir şey olduysa bunu ailesine nasıl söylerim?" Araf dönüp durmamdan yorulmuştu. Yine de sakin olmaya çalışarak sordu: "Arkadaşının odasına baktın mı?" "Baktım, odasında yok. Geldiğimde okulda olduğunu düşünüp uyudum. Ne zamandır kayıp, bilmiyorum. Yatağını da dağınık bırakıp asla bir yere gitmez." Telefonunu çıkarıp birkaç kişiyi aradı. Ben de Masal'ı aramaya devam ediyordum. Aradığı kişilerden olumlu bir gelişme alamadı. Konuşması bitince telefonu sehpaya bıraktı. Onun için daha çok endişelendiğimi görünce sakinleşmemi bekle: "Tamam hemen kötü düşünme. Belki okula geç kalmış ve toplamaya vakit bulamadan çıkmak zorunda kalmıştır." "O her zaman erken kalkıyor. Geç gelecekse mutlaka beni arardı. Kesin kötü bir şey oldu. Yoksa arkadaşım birden bire ortadan neden kaybolsun! O manyağın derdi benim, neden arkadaşımı kaçırıyor?" "Amacı şantaj yapmaktır belki." diye ihtimallerden birini söylemek istedi. Bu gece Masal'ı bulmam gerekiyordu. Zil çalınca Masal geldi zannedip kapıyı açtım. Gelenin o olmasını beklerken aşağıdaki adamlardan birini görünce hayal kırıklığına uğramıştım. Belki önemli bir şey söyleyebilir diye içeri davet ettim. Salona gelince sessizliği bozup sakince "Bir şey mi oldu?" Diye sordu. “Abi, sen apartmana yabancı biri girdi mi diye sormuştun ya hani, o ân aklıma gelmedi ama şimdi hatırladım. Akşam vakti apartmana bir kadın girdi.” "E, ne olmuş yani içeri kadın girdiyse?" diye sorarak bu konuyu boş verdiğini belli etti. Adam, önemli bir şeymiş gibi anlatmaya başladıkça giderek daha çok kızarıyordu: "Yani biraz tuhaftı, nasıl desem... içeri giren kadın gibi değildi. Kocaman ayakları, upuzun boyu vardı. Yüzünü kapatmış, yere kadar sürünen bir etek giymişti. Yürüyüşü de bir tuhaftı. Tıpkı bir erkek gibi yürüyordu. Başta ondan şüphelendik ama şüpheli biri değilse hiçten bir şey için başımızı belaya sokabilir diye çekindim." Araf, gülmemek için kendini zor tutuyordu. Dalga geçer gibi sordu: "Yani içeri giren kadın kılığında biriydi, öyle mi? Peki, dışarı çıktığını gördün mü?" Adam, söylediklerine gülecekti fakat çekiniyordu: “Çıktı ama tek başınaydı. Yani yanında kız yoktu." Açıklamasından sonra köşeye geçip ayakta durdu. Araf'a dönerek kaşlarımı çattım: "Hiçbir şey olmamış gibi ne rahat konuşuyorsunuz? Ben burada ne haldeyim, siz gülüyorsunuz?" Gülmeyi bırakıp ciddileşti: "Arkadaşının nereye gittiğini öğrenmek için birilerini aradım. Bir şey öğrenirlerse haber verecekler. Ayrıca aşağıdakilerle konuştum." Adamına bakarak söyledi. O da bu sözleri başıyla onayladı. Beni ikna ederek "Onlar tüm gün apartmanın önündelermiş. Arkadaşının eve girdiğini gördükten sonra bir daha çıkmamış. Buhar olup uçmadı ya, elbet çıkar bir yerlerden... Sen de dönüp durma artık, gel otur! Ayakta durunca arkadaşın geri gelecek mi sanki?" Deyince dolaşmayı bıraktım. Onun için endişeleniyordum ama Araf, hiçbir şey umrunda değilmiş gibi davranıyordu. Kendini benim yerime koymasını isteyerek, "Senin arkadaşın kaçırılsa bu kadar rahat davranır mıydın?" diye sorunca, ayakta duran adam lafa karıştı: "Kimse Gökay Bey'i kaçırmak istemez. O, kimseye kolay yem olmaz. Diyelim ki oldu, alan da geri getirir; öyle bir beladır kendisi." Araf, adama bakarak susması gerektiğini işaret etti. Alayla söylenen sözleri duymayacak kadar stresliydim. Telefonumu alıp Masal'ı aramaya devam ederken gece ilerliyordu fakat hâlâ bir sonuç alamamıştık. Sabaha karşı gözlerim kapanmaya başladığında uyumamak için direniyordum. Araf ise sessizce karşı koltukta oturmuş, bir haber gelmesini bekliyordu. Anahtarla kapının açılma sesini duyduğumda hızla yerimden kalktım. Sağ salim içeri girdiğini görünce şaşırdı: "Ne oluyor burada?" "Nereye gittin Masal? Beni çok korkuttun. Niye telefonlarıma cevap vermiyorsun? Öldüm meraktan." "Beni torunu zanneden yaşlı bir teyze var ya hani. Akşam tansiyonu yükselince yanına gitmek zorunda kaldım. Yazık kimi kimsesi yokmuş. Baktım uyuyorsun, rahatsız etmek istemedim. Hemen anahtarları alıp Halide Teyze'nin yanına gittim, sonra da orada uyuyakalmışım. Telefonum sessizde kalmış duymamışım." Derin bir nefes alıp rahatladım. "Neyse, seni buldum ya, gerisi önemli değil. Bir daha bir yere gideceksen mutlaka beni de haberdar et." "Sen bu yüzden mi bu kadar telaşlandın?" Deyince başımı sallayıp sarıldım. Birbirimizden ayrılırken okula geç kaldığını söyledikten sonra acele ederek odasına gitti. Sabaha kadar Masal'ı beklediğimiz için yorgun düşmüştük. Ona dönüp teşekkür ettim. Gülümseyerek karşılık verdi. Odadaki telefonunu eline aldıktan sonra yanıma geldi. "Arkadaşın geldiğine göre artık gidebiliriz, öyle değil mi?" Yapılacak işlerimin olduğunu söyledim. Bitirmem gereken çevirilerim varken bugün onunla uğraşamazdım. Yüzüne bakınca mutsuz olmuştu. Onun aksine ben mutluydum. Canı en çok da buna sıkıldı: "Dün bana yardım edeceğine söz vermiştin. Bugün de çeviri yapacağını söylüyorsun. Hani bana yardım edecektin?" Şikayet etmeye başlamışken cevap vermeyip mutfağa gittim; peşimden geldi. Demliğe suyu doldurup onu umursamadığımı anlayınca sinirlenip suyu kapattı. Cevabını bekliyormuş gibi yüzüme bakıyordu. Ondan kaçışımın olmadığını anlayıp kaşlarımı çattım: "Sen benimle yalnız kalmak için bahane mi arıyorsun? Ferda senin asistanın değil mi? Kızı kovmasaydın, seve seve yardım ederdi." Ferda lafını eder etmez Araf donup kaldı. Kolundan tutup hafifçe sarsarak kendine gelmesini bekleyip sordum: "Ne oluyor Araf, dün de pek bir tuhaftın! Kötü bir şey mi oldu? Neden böyle davranıyorsun?" Normal hâline dönmeye çalışıp boğazını temizledi: "Önemli bir şey yok." Gözleri, benden bir şeyler sakladığını belli etmişti ama onunla tartışmak istemiyordum. Beni kendi hâlime bırakınca çayı demleyip odamdaki çevirilerimi mutfağa taşıdım. Kağıtlardan bir tanesini eline alıp incelerken ona da kahve yaptım. Sayfalara bakıp dudaklarını büzdü: "Yazın çok çirkin ve dağınık." Hızlı yazdığım için öyle göründüğünü söyledim. Kağıtları bırakıp kahve içmek üzereyken alay ederek üzülüyormuş gibi yaptı: "Sana yardım etmek isterdim ama maalesef Fransızca bilmiyorum." Kalemi elime alıp kaşlarımı çattım: "Bilsen bile bana yardım etmezsin." Hiçbir lafın altında kalamadığı gibi hemen savunmaya geçti: "Sen de bana yardımcı olmuyorsun." "Sana yardım etmeyeceğim demedim ki. Şu an görüyorsun ki bitirmem gereken işlerim var. Başka zaman yardım edeceğim, söz!" Ciddileşerek surat astı: "Sen söz verme çünkü tutmuyorsun." Kalemi kağıtlara sertçe masaya bıraktım: "Ben verdiğim sözü mutlaka tutarım!" İnanmıyormuş gibi başını sallayınca kendimi ispat etmek istedim. Onu öylece mutfakta bırakıp hızla odama gittim. Çok geçmeden geri döndüğümde kıyafetlerimin değiştiğini fark etti. "Hadi kalk, gidiyoruz!" diyerek masadaki kağıtları topladım. Şaşkınlıktan elindeki fincanı bile indirmeyi unutmuştu. Odaya bıraktığım çevirilerden sonra mutfağa geldiğimde hâlâ eski yerinde oturuyordu. "Hadi, şirketteki işlerini halletmeye gidiyoruz. Kalk!" diyerek fincanı elinden aldım. Bu habere o kadar mutlu olmuştu ki hemen ayağa kalktı. Evden çıkmadan önce her yeri kontrol ettim. O da aşağıda bekliyordu. Yanına gidip arabaya bindim. Şirkete gitmeden önce eve uğraması gerektiğini söyledi. Vardığımızda onu içerde beklememi istemişti itiraz etmedim. Araf yukarı çıkıp kıyafetlerini değiştirirken ben de aşağıda onu bekliyordum. Gelene kadar oturduğum yerde uyumamaya çalışıyordum ama verdiğim savaşı kaybetmek üzereydim. Dayanamayıp gözlerimi kapattım. Araf aşağı indiğinde seslere uyanmam imkansızdı. Yorgunluktan göz kapaklarımı tekrar kapatıp her şeyi unutarak uyumak istiyordum ama bunu yapamazdım. Az önce gürültüyle aşağı inerken sesler kesildi. Galiba rahatsız etmemek için yavaş adımlarla yürüyordu. Kapı çalınca gözlerim tamamen açıldı. Yanıma gelmeyi bırakıp kapıyı açmaya gitti. Gökay neşeyle kollarını iki yana açıp "Ben geldim kardeşim! Yine ben geldim! Ulan, hep ben geliyorum vefasız. Bir gün olsun gelip soruyor musun, bu adam o evde tek başına ne yapıyor diye!" dedi. "Bir sen eksiktin. Sessiz ol, kızı uyandıracaksın şimdi!" Gökay'ın gözleri açıldı. Duyduğu şeyi tam olarak anlamadı: "Ne?" "Bağır, az daha bağır ki uyansın! Sana sus dedikçe niye bağırıyorsun!" "Kimmiş lan bu prenses? Hemen gidip bakmak istiyorum." Oturduğum yerden kalkıp gelenin kim olduğunu merak etmiştim. Araf, içeri Gökay'la birlikte geri döndü. Gökay beni görünce çok da şaşırmamış gibi, yine de sözlerine heyecanla devam etti: "Aa Alisa.." Arkadaşını kendine doğru çekip kısık sesle "Uyuyor dediğin kız Alisa mıydı?" diye sorduğunda ne dediğini duymuştum. Gözlerini açıp Gökay'ı kesin bir dille uyardığında "Anlamadım, şimdi ben ne dedim ki?" diye sordu kurnazca. Parmaklarını oynattı: "Yanlış bir zamanda mı geldim siz bir yere mi gideceksiniz?" "Siz derken, sen de geliyorsun. Çıkıyoruz, hadi!" "Beni nereye götürüyorsunuz?" "İşimiz var. Yürü, gidiyoruz." Üçümüz birlikte arabaya binip yola çıktık. Gökay ön koltukta onunla sohbet ederken ben ise arka koltuğa geçmiş, yola bakıyordum. "Seninki birkaç güne buraya geliyor. Arayıp kara haberi vermeden de yapamıyor sinsi yılan! Sesi pek mutluydu, yoksa benden habersiz barıştınız mı?" "Barışmadım. Nereden çıkarıyorsun bu saçmalıkları? Neden böyle bir şey yapayım? O mesele yıllar önce kapandı, gitti!" Hangi meseleden bahsettiklerini tam olarak anlamıyordum. Gökay'ın telefonu çalmaya başlayınca, ceketinin cebinden çıkarıp arayanın kim olduğuna baktıktan sonra hemen kulağına götürdü. "Ne var?" diyerek karşı tarafı tersledi. Kısa bir sessizliğin ardından sinirle tekrar konuştu: "Bundan bana ne! Hayır, vaktim yok... Sana da!" Direkt telefonu yüzüne kapattı. Konuştuğu kişiye oldukça sinirlendi. Kim olduğunu biliyormuş gibi "Arayan o muydu?" diye sordu Araf. "Evet! Boş boş konuşuyor işte, neymiş yarın ilk uçakla buraya geliyormuş. Onu havaalanından alacakmışım!" Aniden arabayı durdurunca az kalsın kafamı çarpıyordum. "Niye geliyormuş, söyledi mi?" diye sorunca Gökay öfke kustu: "Şeytanlığa geliyor, başka neye olacak! Aranızı tekrar düzeltmeye geleceğini söyledi. Her şeyin eskisi gibi güzel olacağına söz veriyormuş, artık neyi düzeltecekse!" Araf, arkadaşının sözlerini çok da umursamadı. Arabanın içi bir anda sessizleşti. Arkasını dönmeden aynadan bana ve Gökay'a baktı: "Bugün şirkete gitmeyeceğiz. Alisa'yı eve bıraktıktan sonra seninle bir yere gitmemiz gerekiyor." Gökay başını olumlu anlamda salladı. İkisinin de buraya gelmek isteyen misafirden pek hoşlanmadıkları belliydi. "Ben eve taksiyle dönerim, zahmet etmeyin. Siz gideceğiniz yere daha fazla gecikmeyin." Gökay ve Araf, teklifimi kabul edince bir taksiyle eve geri döndüm. ... İki dost, Gökay'ın odasına varınca tartışmanın alevleri hızla yükselmeye başladı. Odanın duvarları, Gökay'ın yükselen sesiyle yankılanırken, içindeki gergin havayı hissetmemek mümkün değildi. "Yok, gelmez bence yalan söylüyor." Dedi Gökay. Araf düşünceli bir şekilde mırıldanıp sordu: "Bir şeyler karıştırıyor olmalı yoksa buraya neden geri gelsin ki?" Arkadaşının mırıldanmalarını duyduğunu belli etti: "Yaptıklarını unutup evinde misafir etmeyi aklından bile geçirme. Ne kadar sinsi biri olduğuna birlikte şahit olduk. Hayatına böyle biri hiç girmemiş gibi unut gitsin!" "Unuttum zaten sürekli karşıma çıkıp rahatsız etmemesi için uğraşıyorum." Arkadaşını ihtiyatla uyardı: "Geri dönmek istediğine göre rahat durmayacak. Bir açığını bulup onu geldiği yere geri göndereceğim sonra hayatımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz. Buraya gelip evinde misafir etmeni isterse kabul etme diyeceğim ama sen yine bildiğini okuyacaksın." "Yıllar önce çok doğru bir karar verdin. Carly'ye yol vererek büyük bir dertten kurtuldun." "Çok konuşuyorsun Gökay. Senin yüzünden düşüncelerimi toplayamıyorum." "Aklıma bir fikir geldi. Neden biraz eğlenmiyoruz ki.." diyerek Araf'a da planını anlatmaya başladı. ... Eve geldiğimde sessizde kalan telefonumu açıp apartmandaki merdivenlere yöneldim. İlk katı çıkmak üzereydim ki gelen bildirimle birlikte elimi cebime attım. Araf: Yarın erkenden burada ol! Kaşlarımı çatarak mesajı okudum. Kendini ne zannediyor bu! Rehberden numarasını bulup aradım. Çalıyor... Çalıyor.. kapattı. Tekrar denedim. O sırada sinirle merdivenleri çıkarken son kata geldiğimde bile hâlâ açmadı. Yarın oraya gidince attığı mesajın hesabını fena soracaktım. ... Ertesi gün, saat 5.00 Erkenden kalkmış bir taksiyle o eve gittim. Kapıyı çalıp açılmasını beklerken Ayşe yerine tanımadığım bir kadın, patronun spora gittiğini söyledi. Hızla yürüyerek ormanın içinde ilerlerken her yerde Araf'ı aradım. Etrafıma baktıkça yeşil ve uzun ağaçlardan başka bir şey göremiyordum. Bağırmayı düşündüm. Dolaşmaya devam ederken sesleniyordum ama hiç karşılık verilmiyordu. Kabusa benzer bir olayın içinde gibiydim. Çalıların arasından gelen sesle birlikte gözlerimi o tarafa doğru yönelttim. Kalbim müthiş derecede atıyordu. |
0% |