Yeni Üyelik
19.
Bölüm

19. Bölüm

@madrabazbiryazar

Araf'ın işte olduğunu düşünüp çalışma odasına gittiğimde kapının kilitlenmediğini fark ettim. Kimse var mı diye etrafı hızla kolaçan ederken hızla içeri girip kapıyı kapattım. Sözleşmeyi kasaya koyduğunu hissederek masaya yaklaştım. Sol taraftaki dolabın kapağını açtım. Tahmin ettiğim gibi şifre girmemi istiyordu. Araf hakkında pek bir şey bilmediğim için kasayı açmam zor olacaktı. Bildiğim tüm futbol takımlarının kuruluş tarihlerini girdim. Hiçbiri işe yaramamıştı. Ne olabilir diye düşünmeye başladım. O sırada odadaki kamerayla karşılaşınca karşımda Araf varmış gibi gülümsedim. İntikam almak için iyi bir fırsattı. Odadan çıkmak yerine onu sinir edecek şeyler yapmayı düşündüm. Kamera kayıtlarını izlediği vakit ekran başında yaptıklarımı görerek delirmesini istiyordum.

Kitaplıktan rastgele seçtiğim bir tanesini elime alıp sandalyeye oturdum. Odada tam bir patron havası estirmek için ayaklarımı masanın üzerine koydum. Rahatlığım Araf'a cinnet bile geçirttirebilirdi. Birden odaya girip şu anki rahatlığımı görseydi tımarhanelik olurdu herhalde. Kameraya el sallayıp sinir edici bir gülüş attım.

Yan tarafımda duran kitabın ilk sayfasını açıp okumaya başladım. Satırlar gözlerimin önünde akıp gitmeye başladı. Elli sayfa okuduğum romanda geçen zamanı yeterli bulup mutfağa gittim. İçecek bir şeyler hazırlayıp tekrar çalışma odasının yolunu tuttum. Dolu ellerimle kapıyı açarken meşrubatı masanın üstüne koyup romana kaldığım yerden devam ettim. Berbat bir çeviri romanıydı. Araf'ın bu kitabı rastegele aldığını düşünerek kaldırıp fırlattım. Daha zevkli bir roman arayışı içerisinde elimi kitaplığa daldırdım. Gözüme çarpan bir şiir kitabıyla kaşlarım çatıldı. Araf'ın Tevfik Fikret'le ne işi olurdu ki? Koridordan bir ses gelince korkuyla irkildim. Kitap pat diye elimden düşmüştü. Hemen kitabı da alıp bir köşeye saklandım. Memduh kapıyı açıp içeri girdiğinde odaya bir göz atıp geri çıktı. Masanın altından çıkıp elimdeki kitabı açtım. Araf'ın kitabın arasına koyduğu notu okudum. Sanat sepet işlerinde de bayağı iyiydi. Tevfik Bey'in yazdığı şiire, hayattan soğutan misaller eklemişti. Araf gibi bir adam da zaten olsa olsa Tevfik'i okurdu. Bereket versin rahmetlinin hiçbir dediğinden anlamıyordum.

Açılmaz ne bir yüz, ne bir pencere;
Bakıldıkça vahşet çöker yerlere.

Yüzümü buruşturup kitabı kapattım. Zevklerimiz hiç uyuşmuyordu. Ekonomi üzerine, savaş üzerine bir yığın kitabın arasından güzel bir klasik buldum: Notre Dame'nin Kamburu. Geçip koltuğa oturdum. Yaklaşık otuz sayfa boyunca ne anlattığını anlamadan okuyordum. Bir ara içim geçmiş, uyuyakalmıştım. Gözlerimi araladığımda Araf'ın hayaletini görüyordum.

“Sen o hareketleri bana mı yapıyordun yoksa ben mi yanlış anladım?” diyordu. Uyku sersemliğiyle neyi kastettiğini anlamamıştım. Etrafıma bakınca çalışma odasında kitap okurken uyuyakaldığımı hatırladım.

"Evet bir açıklama yapmanı bekliyorum, hemen!"

Geri vites yapmak yerine freni boşa almış araba gibi yokuş aşağı gitmeyi düşündüm:

“Ne var yani biraz kitap okumak için de izin almam mı gerekiyor... Tamam çıkıyoruz işte!" Ve bir an evvel odayı terk etmek üzereyken arkamdan seslendi: "Yere attığın kitabımı da yerine koyar mısın lütfen?"

Mübarek sanki rica etmiyor da emrediyor!

Eğilip kitabı yerden alarak arkası dönük Araf'a doğru kaldırdığımda arkası dönük bir şekilde söyledi: "Onu kafama atmayı düşünmüyorsundur umarım, yerine!.."

Kitabı yerine koyup yaptığım "kepazeliği" açıklamamı istedi.

"Ben bu evde hiçbir şey yapamayacak mıyım? Ne var yani iki tane kitap karıştırdıysak kötü bir şey mi yapıyorum?" Araf kıvama gelmişti. Bu işten sıyrılmak kolay olacak, diye düşünürken bana dönüp tersler gibi "İyi bir şey mi yapıyorsun!"

Kendimi savunmam gerekliydi. "Sen işini gücünü bırakıp benimle ne uğraşıyorsun?" dedim. Bunu beklememişti. Ha gayret!" Daha şurdaki plaketten Hayatım Dram Oldu Şarkısını açacaktım. Bak sen geldin bütün planlarım suya düştü."

Başını eğip gülümsediğini göstermeden boğazını temizledi. Ciddi olmaya çalışarak alay etti: “Hayatın dram oldu demek. Tam senlik bir seçim olmuş tebrikler. Ne yapalım senin de dünyan böyle kurulmuş, severken ağlıyorsun.” Şarkının sözlerini biliyordu. Carly’i kastederek alay ettim: “Seni severken ağlayan alışverişe gitti anca akşam döner. Bu arada şarkıdaki sözleri üzerine almazsan sevinirim.”

“Tamam nasıl istersen öyle olsun.” deyip gülümsedi. Keyfi yerindeyken gıcıklık yapmıyordu. Kötü bir gün geçirmiş olsaydı odasına girdiğim için bile tonlarca laf sayabilirdi. Niye mutluydu bilmek istemedim.

“Allah neşeni arttırsın bugün pek müreffehsin.” Dediğimde kitaplığa bir bakış attıktan sonra güldü: “Okumalarına biraz ara ver, seni tamamen kaybetmek istemiyorum.” Gözlerim, duymuş olduğum sözle açılırken yüzüne baktığımda hemen kendini toparlamak ister gibi bir açıklama yaptı: “Yani romandaki kelimeleri kullanınca anlaşılmaz olduğunu söylemek istedim.” Tedirgin olarak konuşurken "tabi kesinlikle öyledir" der gibi baktım.

“Gördüğün gibi odanda kötü bir şey yapmıyorum. Kitap okuyorum, izin verirsen devam etmek istiyorum.” Açıkça beni rahat bırak mesajı verirken hiç istifini bozmadı: “Üzgünüm ama çalışmam gerekiyor.”

Ev onunken burada kalmak için inat etmemin bir anlamı yoktu. Pekala başka yerde de kitabıma devam edebilirdim. Gitmek üzereydim ki engel oldu: “Yarın da seni burada görecek miyim?” Kötü bir şey söyleyecek zannederken tam tersinin gerçekleşmiş olması dengelerimi alt üst etti. Elimde olmadan gülümsediğimde kendime gelmem gerektiğini söyleyen intikamcı tarafıma hak verip ciddileştim: “Sen şimdi bana sinir olmadın mı yani? E o zaman niye işini gücünü bırakıp da iki saat erken geldin?”

“Hareketlerin beni taklit ediyormuş gibi gelince merak edip yanına gelmek istedim.” Onu sinir etme hayalini kurarken iyice eğlendirmiştim. Gözlerini üzerimde dolaştırdı: “Eve geliş saatlerimi mi bekliyorsun? Nerden biliyorsun iki saat erken çıktığımı?” Doğruyu söylersem vereceğim cevaba ne tepki verir bilmediğimden bir bahane buldum: “Carly sen olmayınca daha bir cesaretleniyor. Onunla uzlaşmamı istediğin için hanımefendinin gönlünü hoş tutmaya çalışıyorum. Yoksa yollarını gözlemiyorum.”

Gözlerini alayla süzdü: “Onunla anlaşmaya çalışırken çok zorlanıyorsun değil mi?”

Bu da soru mu?

Elimde olmadan başımı sallayarak “Aramızdaki anlaşma olmasa ben ikinize de yapacağımı biliyorum ama işte Rabbim de bunu bildiği için bir türlü izin vermiyor.” dedim. Alayla yüzünü buruşturdu: “Peki diyelim ki Carly’le iyi geçinme mevzusunu bir günlüğüne erteledim. Ne yapardın?” Soruyu sorma şekli içime bir şüphe düşürdü.

“İzin vermediğin bir şey için intikam planlarımı neden anlatayım ki?”

“İzin veririm belki. Olmaz mı?” diye sordu. Bu soru bir tuzak olabilirdi: “İstemez.” dedim. Ciddi olduğumu görünce şaşırdı: “Gerçekten mi? Yani Carly’nin sinir bozucu isteklerini yerine getirmek istiyor musun?”

“Benim derdim Carly değil sensin! Onunla iyi geçinmemi isteyen de sensin... Aşçı olduğumu söyleyen de!” Dediğim an kapı açıldı. Kaşlarını çatarak bize bakan Carly, adeta odaya baskın yapar gibi girince Araf başını çevirdi ama yerinden kıpırdamadı.

Bir hışımla odanın ortasına gelip masaya yaklaştı: “Ne oluyor burada? Ne yapıyorsunuz siz?”

Az önceki sözlerimi duymuş olacağını düşünürken soğuk soğuk terlemeye başladım. Gözlerim karşımdakine bakarken öfkeden kızaran yüzünde tahammülsüz bir kıskançlık hissediyordum. Araf susmuştu. Onun bir şeyler söylemesini bekledim ama konuşmayacağını gösterir gibi umursamaz bir bakış attı. Carly bu sessizliğe daha çok sinirlendi. Hırsını benden çıkarmaya niyetlenerek alışveriş poşetlerini yere bıraktı: “Seni bir daha Araf’ın yanında görmeyeceğim. İn aşağı akşam yemeğini hazırla!”

Yamacımdaki Araf'a dişlerimin arasından konuşarak “O izin gününü bugüne alalım. Ne istersen yapacağım söz!” Dedim. Sesini çıkarmayıp yine sessizliğini sürdürdü. Carly odadan çıkmamı beklemeden bizzat kendisi gelerek beni odadan dışarı atmak ister gibi hızla bir iki adım atınca bu sefer Araf’ın kravatını tutup kendime doğru çektim: “Bu gece sevgilinin saçlarını başında görmek istiyorsan çabuk kararını ver. Yoksa ben ona gerçeği söyleyeceğim.”

Ellerimden kravatını kurtarmaya uğraşırken mırıldandı: “Bırak şunu nefes alamıyorum."

“Siz orda fısır fısır ne konuşuyorsunuz? Diyerek araya girdi.

Kravatını bırakmam için yüzüme bakan Araf, uyarıcı bir bakış atınca parmaklarımı gevşettim. Carly durup durup aynı şeyleri hatırlatarak akşam yemeği bahanesiyle hizmetçisiymişim gibi emirler verdi: "Git ve hemen yemeği hazırla, ayak altında dolaşıp durma!"

Tam gerçeği söyleyip Carly'e kim olduğumu söyleyecektim ki Araf, sesini yükseltti: “Yemeği dışardan söyleyelim. Bugün Alisa yemek yapmaya vakit bulamamış.” Kaşlarım çatıldı. Niçin gerçeği ona da söylemiyorduk ki? Kesin bir karara varamadan düşünmeyi bırakıp Carly'nin nefretle kızaran yüzüne baktım. Dişlerini sıkmaktan neredeyse ağzına dökülecek gibiydi. Kapıyı çarpıp odadan çıktı.

Pencere tarafından Araf’ın sesi duyuldu: “Ben sözümde durdum şimdi sıra sende.”

“Söyle ne istiyorsun?”

“Şimdilik bir şey istemiyorum. Zamanı gelince beni kırmayacağını umarım!” İhtimaller arasında adam öldürmek, cinayete yardım ve yataklık etmek, yolsuzluk ve bunun gibi daha bir sürü suç beynimde liste hâlinde sıralanırken ciddi bir tavırla, “Kırmızı çizgilerimin hududunu zorlamaya çalışırsan o zaman gösteririm sana itiraz etmek neymiş!” Sözlerime alayla gülümsedi: “Kırmızı çizgilerinin arasında neler var merak ettim?”

“Tek tek sayamam... Ceza kanununda yazan her suç, kırmızı çizgimdir. Olağan şeyler iste ki görmek istemeyeceğin manzaralara şahit olma.”

Kravatını çözüp yanıma geldi: “Al bakalım. Boğmaya çalıştığın kravatım artık işe yaramaz bir bez parçası hâline geldi. Aynısını bulup almanı istiyorum. Üç günün var. Bulursan ne âlâ. Ama bulamazsan... Büyük bir ceza seni bekliyor olacak.” Öyle bir tavırla söylüyordu ki cezadan çok bir eğlenceymiş gibi bahsediyordu.

“Etiketi falan yok mu bunun? Hangi mağazadan aldın?”

“Bilmiyorum aylar önce almıştım daha yeni takmaya fırsatım oldu. Unutma tıpatıp aynısı olacak.”

Sanki kravat değil de bulunmaz Hint kumaşından bahsediyordu. Hemen tersledim: “Bulurum ne var ki? Alt tarafı bir kravat. Elbette bunu da bir mağaza üretmiştir. Biraz zor ama imkansız değil. Ben de kötü bir şey isteyeceksin zannettim.”

“Asıl istediğim şeyi henüz söylemedim. Bu sadece hatanı telafi etmek içindi...” Ben de neden bu kadar basit bir şey istedi diye soracakken ağzından baklayı çıkarmasını bekleyemedim: “Yapma ya! Ben yaptığım her şey telafi edeyim ama sen kendini hiç hesaba katma! Sen de bir hata yaptın şimdi telafi et. Ben kravatının yenisini alacağım sen de Carly’e gerçeği söyleyeceksin.”

Başını salladı. Bugün benimle uzlaşmaya çalışmasına inanamıyordum. “Kravatın aynısını bulursan gerçeği söyleyeceğim.”

“Söz ver. Yok, sen en iyisi büyük bir yemin et. Şöyle büyük bir yemin olsun. Olur da sözünde durmazsan çarpılman garanti olsun.” Ben böyle söyleyince alayla “Her gün seni göreyim ki.. eğer kravatın aynısını bulup getirirsen Carly’e gerçeği söyleyeceğim.” dedi. Henüz tahammül seviyemin sınırlarını aşmamışken gülümsemekle yetindim. Elimde kalan kravatı görünce bir ân evvel gerçeğin ortaya çıkması için gerekirse bu kravatı Kör Necmi amcaya diktirecektim. O, çok iyi bir terzidir!

Parmaklarımın arasında sıkı sıkı tuttuğum önemsiz parçayı düşünürken söylemeden edemedim: “Allah’ım ben nasıl bir nasipsizim ya? Neden olmuyor? Vallahi çok uğraşıyorum! Sorun onda. Ben elimden gelenin en iyisi yapıyorum.” Gülerek koltuğuna geçince odadan çıktım. Aşağı kata indim, Carly mutfakta kahve içiyordu. Yüzüne bakınca istemeden göz göze gelmiş olduk. Elindeki kupayı masaya bıraktı. Hızla yanıma kadar gelip küçümser bir ses tonuyla, sordu: "Bugün yemek yapmana engel olacak kadar ne işle meşguldün ki Araf, seni mazeretli gördü?"

"Bilmem neden ona sormuyorsun?" Diyerek masaya bırakmış olduğum telefonumu alıp gitmek üzereydim. Akşam yemeğini hazırlamayacağıma göre eve gidebilirdim. Ellerini yumruk yaparak mutfaktan çıkıp gidince ben de peşinden çıktım. Salona göz gezdirdiğinde koltuğun sol tarafına geçti: "Burada çok değerli bir vazo vardı. Nereye gitti?"

Eliyle işaret ettiği yere baktım: "Ne vazosu? Bilmem belki yerini değiştirmişlerdir."

Başını olumsuz anlamda salladı. Huzursuz olmuş gibi söyledi: "O vazo hep bu köşede dururdu. Sevgililer gününde armağan ettiğim vazo yok." Deyince o gün eve gitmeme izin vermeyen Araf'ın vazoyu göstererek kırmamı işaret ettiğini hatırladım. Onun kırılmasına ben sebep olmuştum ama Carly bunu bilmiyordu. O sıra Araf aşağı indi. Bir şeyler konuşmakta olduğumuzu görünce yanımıza geldi. Kadın sakin olmaya çalışıp adam döndü:

"Sana aldığım vazo nerede Araf?" dedi Carly. Öyle kötü bakıyordu ki eğer Araf vazoya ne olduğuna dair bir açıklama yapmazsa canına okuyacaktı. Onu nasıl ikna edeceğini merak ettiğim için hemen gitmek istemedim. Carly gözlerini Araf'a dikmişti.

Tereddüt etmeden "Kırıldı." Deyince adama baktım. Ne yapmaya çalıştığını anlamazken hemen araya girdim: "Ama Araf Bey, o vazo sevgililer gününe özel olarak almıştı. Kırılmasına neden müsaade ettiniz? Ortalık yerde duran vazo elbet ki kırılır. Onu daha iyi korumalıydınız."

Carly hak verir gibi başını sallayarak Araf'a baktı. Bakalım şimdi ne yalan söyleyecekti? Şüphe çekmeden vazoya ne olduğunu açıklamaya çalışıyordu. Onu iyice zor duruma soktum. Neden vazoyu benim kırdığımı söylemiyor diye düşünürken milyonluk vazoya sadece elinin çarptığını söyleyip işin içinden sıyrıldı.

Kadın bu yalana inanır gibi olunca sözlerimin üstüne tüy diktim: "Sizin gibi dikkat sahibi biri nasıl olur da bir vazoya sahip çıkamaz. Pes doğrusu."

Araf gözlerini yüzüme dikti: "Sen eve gitmeyecek misin? Bugün pek yoruldun sanki ha?" Güya beni susturmaya çalışıyordu ama burada kalmaya niyetli değildim. Çıkmadan önce her ikisine de iyi akşamlar dilerken Araf sözümü kesti: "Kapıdakilere söyle seni eve kadar bıraksınlar."

Gerek olmadığını söylesem de dinlemedi. İki dakika sonra kendimi Memduh ve Kemal'in arabasında buldum. Yol boyunca suspus olup oturmaktansa Araf hakkında merak ettiğim şeyleri sormayı düşündüm: "Siz beni bıraktıktan sonra apartmanın önündeki park yerinde nöbet tutmayın. Erdal beni öldürmek istese hepinizi harcar. Boşuna canınızı tehlikeye atmayın."

"Aman Alisa Hanım. Siz bize babamızın emanetisiniz hiç öyle şey olur mu?"

Baba mı? Memduh ve Kemal'in Araf'a baba demesine şaşırırken bu işte bir yanlışlığın olduğunu düşündüm: "Kimmiş sizin babanız?"

Adeta direksiyon hakimiyetini kaybeder gibi coşkuyla söyledi: "Öz olmasa da özden ötedir. Hamdi Baba."

Kimden bahsediyorlardı bilmiyorum. Bu isimin tanıdık gelmesi zihnimde belirsiz hatırayı canlandırdı: "Sadece Araf'a çalışıyorsunuz diye biliyordum. O da başka biri mi?"

Kemal saflığıma güldü. Arkasını döndü: "Hay Allah müstehâkını versin! Ne başka birisi yenge hanım. O da bizim abinin dedesi oluyor. Hamdi babayı nasıl tanımazsın?"

"Siz tanıyor musunuz Hamdi dedeyi?"

"Tanımak ne kelime. Biz onun adamlarıyız. Hamdi baba torununu o şerefsizden korumak için bizi görevlendirdi. Araf abi de iyidir ama biz Hamdi babaya alışığız." İşte tam istediğim konuya gelmiştik. Dayanamayıp sordum: "Araf'ı Erdal'dan korumak için mi Hamdi Bey sizi gönderdi?"

"Valla biraz öyle oldu hanım yenge. Araf abi başında koruma falan istemez. Babayı kırmamak için bize katlanıyor. Küfür etmemize bile kızar. O varken hepimiz İstanbul beyefendisi gibiyiz. Erdal itinin de bir şey yapacağı yok hani.. burada boşuna vakit kaybetiyoruz." İçerlenmiş gibi konuşunca az çok bir şeyler zihnimde yer edindi.

Eve geldiğimde Memduh ve Kemal'in sözleri zihnimde tekrar yankılanıyordu. Uyumadan önce kravatı çekmeceme koydum. Yarın beni uzun bir gün bekliyor olacaktı.

... 

Bugün işe geç geleceğimi haber verince gayet efendi bir tavırla kabul etti. Aramızdaki buzdağının erimeye başladığını hissediyordum. Vakit kaybetmeden mağazaları gezdim. Kravatı gösterip benzer bir ürünün satılıp satılmadığını sorarken saatler hızla geçmişti. Yirmi dört mağaza gezdikten sonra tesadüf eseri kasada karşılaşmış olduğum adam, kravatın özel üretilmiş olduğunu söylediğinde ilk başta inanmak istememiştim. Sırf bana iş olsun diye böyle bir şey yapmış olabileceği düşüncesi, adamın sözlerini kabul etmemi sağladı. Geçen saatlerimi telafi etmek ister gibi hızla oradan ayrıldım.

Eve vardığımda gözüm Araf'ı arıyordu. Üç saatimi boşuna harcayan o adamı bulmak için direkt odasına gittim. Kapıyı tıklatmadan içeri girdiğim anda, yüzünde dikkatli bir bakış belirdi. Çantamdan çıkardığım kravatı elime alıp masanın önüne yaklaştım.

"Buldun mu? Hayret! Bu kadar çabuk bulunacak bir kravat değildi."

"Özel dikim olduğunu niye söylemedin? Ben sabahtan beri bunu bulmaya çalıştım!"

"Bahaneler ardına saklanma Alisa. Kaybettin işte."

"Sen hile yaptın! Bu sayılmaz."

"Olabilir, sonuç olarak ben kazandım. "

"Henüz bir şey kazanmadın. Vermiş olduğun süre bitmedi. Bunun birebir aynısını yaptıracağım."

"Olmaz."

Alayla başımı salladım: "Olur olur... Gerçeği söylemekten bu kadar korkuyorsan ben gider söylerim." Sözlerim onu oldukça sinirlendirdi. Yanıma gelip karşıma geçti. Beni bu fikirden vazgeçirmek için söyleyecek söz arıyor gibi düşünceli bir hâle büründü. Ellerimi göğsümde birleştirdim:

"Carly'e gerçeği söyleyecek misin yoksa ben mi söyleceğim?"

"Kimse hiçbir şeyi bilmeyecek. Sen de Carly'i şüphelendirecek herhangi bir harekette bulunmayacaksın. O kravatı iki günde yaptıramayacağını ikimizde iyi biliyoruz. Eğer ısrarından vazgeçersen ben de vazgeçerim. Ama illa deneyeceğim diyorsan dene. Sonuç olarak bir mağlubiyetin ötesine geçemeyeceksin."

Kendinden emin olarak konuşması özgüvenimi yerle bir etti ama pes etmedim: "Kazandığım vakit yüz ifadeni görmek istiyorum çünkü bu senin için bayağı acı verici bir deneyim olacak."

Bir şey söylemesine fırsat vermeden odadan çıktım. Mutfağa geldiğimde geniş pencereden vuran gün ışığı, üzerindeki beyaz masa örtüsüne yumuşak bir parıltı yayarak ortamı canlandırıyordu. O an gözlerim Carly'nin yüzündeki ifadeye takıldı. Acı bir alaycı tavırla yerinden kalkıp yanıma geldi:

"Sen beni öldürmek mi istiyorsun? O gün az kalsın yaptığın kreplerden zehirleniyordum. Her şeyi eline yüzüne bulaştırdığın gibi krep yapmasını da beceremedin!" Yalan söylediğini biliyordum. Memduh tahlil sonuçlarını öğrenip Carly'nin zehirlenmiş numarası yaptığını kanıtlamak için doktordan çıktı almıştı. Elimde tahlil sonuçlarının olduğundan birhaber olan Carly suçlar gibi konuşmaya devam ediyordu. Mide bulantılarının sebebi başka bir hastalığının olduğunu gösteriyordu.

Sesimi yükseltmeden, ona gerçekleri anlatmanın yolunu aradım. Çareyi tahlil sonuçlarını göstermekte buldum. Elimdeki kağıtlara bakarken gözleri aniden büyüdü. Bir süre sessiz kaldı. Gözleri hâlâ öfkeliydi. Kağıtları yüzünden çekip gözlerime baktı. Bozuntuya vermedim: "Elimdeki kanıtlardan da anlaşılacağı üzere yalan söylediğin ortaya çıktı."

Araf şu anda odasında olduğu için doğruları söylemekte sakınca görmeyen Carly, gerçeği itiraf etti: "Elindeki sonuçlarla beni korkutabileceğini mi düşünüyorsun? Yazık sana... Ama unuttuğun bir şey var. Araf bana inanıyor. Benim hakkımda ne söylersen söyle emin ol ağzını açmana bile müsade etmez."

Bir konuda haklıydı. Araf açıklama yapmama bile izin vermeyecekti çünkü Carly'e inanıyordu. Birbirlerine ne kadar aşık olduklarını geçmişte kalan çeşitli örneklerle anlatırken ne yaparsa yapsın Araf'ın her daim onu sevmeye devam edeceğini belirtti. Kendini böyle avutuyor olmasını tuhaf karşılamıştım. Sözlerine karşılık onu sinirlendirecek bir şeyler söyledim: "Sevdiğin adam daha hediye ettiğin bir vazoya sahip çıkamamışken bunlar çok iddialı sözler... Hâlâ seni sevdiğini mi düşünüyorsun? Bence her ân ellerinden kayıp gidecek gibi duruyor." Ağzımdan çıkan sözlerin etkisiyle izzetinefisi incinen Carly, kendini toplamak ister gibi kaşlarını çattı: "Bu evden gideceksin. Gelişini görmedim ama gidişine tanık olacağım!"

Tepkisiz kalarak onu daha çok sinirlendirdim. Kendi silahıyla vurmayı denemek varken başka bir şey yapmaya lüzum görmedim: "Araf yakında gerçek yüzünü öğrenecek, işte o zaman gelişini görmedim ama gidişini zevkle izliyor olacağım."

Ağzını açıp cevap vermek üzereyken birden susunca ne olduğunu anlamak ister gibi yüzüne baktım. Bakışları arkamda bir şey olduğunu gösteriyordu. Başımı çevirdiğimde niye sustuğunu anlamış gibi karşımdakine baktım. Cevap vermeyi bırakıp Araf'a sarılmaya giden kadın, nispet yaparcasına sevgi sözcüklerini sıralayınca Araf, ilgiden sıkılmış gibi kollarını boynundan yavaşça çekip sordu: "Noluyor burada, ben geldiğimde konuşmayı kestiniz, ne konuşuyordunuz?"

İkimiz de anlaşmış gibi aynı anda "Hiçbir şey!" diye cevap verince Araf iyice şüphelendi. Carly, neden mutfağa geldiğini sormaya çalışıyordu. Mutfaktan çıkıp onları yalnız bırakmak istedim ama içimdeki bir şey beni burada kalmaya zorluyordu. Kadın, Araf’a bir şeyler anlatıyordu ama dinlenmediğinin o da farkındaydı. Her şeye rağmen yüzünde gülümseme eksik olmayıp içindeki öfkeyi örtbas etmek için bir maskeydi.

Yanındaki kadından uzaklaştığında Carly'nin yüzü asıldı. Aralarındaki soğukluğu fark etmemi istemeyen kadın, gülümseyerek her şey normalmiş havası vermeye çalıştı.

Onları seyretmek yerine üzerimdeki ceketi çıkarıp kahvaltı için hazırlanırken saçlarımı gelişi güzel bağladım. Ardından ellerimi yıkayıp kuruladım. Araf bana bakıyordu. Bakışlarımız karşılaşınca sordum: "Ne oldu niye öyle bakıyorsun?" Carly'nin gözleri büyüdü. Muhtemelen patronumla bu şekilde konuştuğum için bendeki bu rahatlığa şaşırıyordu. Araf uyarıcı bir bakış atıp gözleriyle Carly'i işaret edince umursamadım. Olay büyümesin diye sahte bir gülümsemeyle karşılık verip sustum.

"Kahvaltı hazırlamakla uğraşma. Bugün benimle şirkete geleceksin." Deyince itiraz etmeye hazırlanan Carly biraz öne çıkıp tezgaha yaklaştı: "Ama Araf... Bugün Alisa benimle alışverişe gelecekti. Bana yardım edecek bugün olmaz!"

Bahaneyi kabul etmedi: "Alışveriş işinden daha önemli bir işimiz var. Yanına illâ biri gerekiyorsa arkadaşlarından birini al. Alisa şu an bana lazım." Carly'nin hayalleri suya düşmüştü. Trip atarak yanımızdan ayrıldı.

Kahvaltı derdinden kurtulmuştum. Dünden razıymış gibi hızla saçlarımdaki tokayı serbest bırakıp ceketimi giydim. Çantamı da aldıktan sonra şirkete gitmeye hazırdık. Olaylar irademin dışında gerçekleşirken Araf ve Carly'i ayırmam için fazla bir çaba sarf etmeme gerek yoktu. Evde Carly'i görmektense başka bir yerde çalışmak daha kolayıma geldi. Arabanın olduğu yere kadar yürüdük. Hava güneşliydi.

Araf araba anahtarını hızla atınca reflekslerimi harekete geçirip anahtarı yakaladım: "Ben mi kullanacağım?"

Güneş gözlüklerini takarken cevap verdi: "Evet sen kullanacaksın. Sakın ehliyetim yok deme."

"Ehliyetim var ama..."

"Tamam o zaman ne duruyoruz hadi gidelim!" Diyerek arabaya binmek için hareketlendi. İtiraz eder gibi mırıldanınca gözlükleri çıkarıp arabanın açık kapısını tuttu: "Alisa, geç kalmak istemiyorum. Hadi güzelim biraz çabuk ol."

Mecburen sürücü koltuğuna geçtim. Arabayı çalıştırdım ve şirkete doğru yol almaya başladık. Uzun zamandır kullanmayınca araba sürmeyi unuttum zannediyordum. Yanımda Araf varken istemsizce heyecanlandım. Koltuğa yaslanmış yola bakıyordu. Aklım, sabah Carly'le konuşmalarımıza gitti.

Araf yoldan başını çevirerek önce direksiyondaki titreyen ellerime sonra yüzüme baktı: "Niye gerginsin?" Acaba çok mu belli etmiştim kendimi? Gözlerimi yoldan ayırmadan inkâr ettiğimde direksiyona baktı: "Biraz hızlan elliyle gidiyorsun." Gerçekten de arabayı yavaş sürüyordum.

"Böyle iyi. Hızlı gitmek tehlikeli olabilir." Diyerek tekrar düşüncelere daldım. Gökay'la olan anlaşmamızı düşünmekten gözüm yolu görmez oldu. Kendimi kontrol edemeyeceğimi anlayıp arabayı durdurdum. Gözlüklerini hızla çıkarıp yüzüme baktı: "Ne yapıyorsun Alisa, az yavaş sür de sabah ezanında orada olalım olur mu?" Alaylarını bile ciddiye alıp cevap vermek yerine emniyet kemerini çözdüm.

"Lütfen direksiyonun başına siz geçer misiniz?" Araf'ın kararını beklemeden kapıyı açıp arabadan indim. Anlamamış gibi yüzüme bakıyordu. Yer değiştirme işi bitince emniyet kemerini takıp arabayı çalıştırdı. Kaybettiği zamanı telafi etmek ister gibi gaza basıp hızlandı.

Arada bakışlarını yüzüme çevirip tekrar yola bakan Araf, ne olduğunu merak etti. Camı açıp temiz havayı içime çektim. Şimdi kendimi daha iyi hissediyordum. Yanımda ki adama bakınca tekrar düşüncelere daldım. Beni Carly'den kurtarmıştı ama şirkette yapacağım işi merak ediyordum.

"Ben orada ne yapacağım?"

"Gidince görürsün, şimdi sus ve gidene kadar tek kelime etme." Bu sözlere şimdilik susuyordum ama zamanı gelince hepsinin hesabını görecektim. Önce bu ukala, kendini beğenmiş bencillik abidesine özür diletmeyi öğretmeliydim.

Yol boyunca susup camdan dışarıyı seyrettim ve ona hiç bakmadım. Geldiğimizde aracı park ettikten sonra arabadan indik. Ayaklarımın bağı çözülmüş gibi hissizleşmeye başlarken Araf'ın yanımda olmadığını fark ettim. Adımlarımı sıklaştırıp içeri girdiğimde insanların birçoğu işiyle ilgileniyordu.

Ona yetişmek mümkün değildi beni bırakıp çoktan asansöre yöneldiğini gördüm. Adımlarımı hızlandırıp asansöre son anda yetiştim. Beni buraya getiren o değilmiş gibi davranmasına sinirlenirken ters bir bakış atıp önüme döndüm.

Yukarı çıkmaya başladığımızı hissederek kaçıncı katta olduğumuza bakarken aynalardan çaktırmadan ona baktım. Üzerindekiler çok yakışmıştı ama karakteri on para etmezdi. İçimdeki eleştirel ses bir an için duraksadı ve gözlerimi kapatıp düşüncelere daldım. Sessizliğime yanıt olarak, "Ne o, bugün hasta mısın?" diye sordu. Sorduğu soruyu anlamamış olmamın verdiği hissizlikle söyledim: "Hayır neden sordun?"

“Hiç konuşmadan onca yolu tartışmadan geldiğimize şaşırdım. Hatta senin şu an bana laf yetiştirmen gerekiyordu.” dedi, alaycı bir gülümsemeyle. Onun bu kışkırtması geçersizdi, artık bu oyunlara katılmaktan vazgeçmiştim: “Bugün hiçbir şeyle uğraşmak istemiyorum. Her şeyde sen haklısın. Boş yere çabalayıp kendimi yormak istemiyorum.” dedim. Kendimi onun dediklerine kaptırmaya niyetim yoktu. Yanımda bu kadar soğuk ve mesafeli bir varlık olunca, sinirlerim alt üst oluyordu.

Araf, ciddiyetsiz tavırlarıyla yüzündeki gülümsemeyi kaybetmedi: “Bilmiyorum, ben seni yalnızca çabalarına dayalı olarak sevdim. Mücadeleci tarafın çok daha cezbediciydi." Sözleri beynimde yankılandı. Biz birbirimizi harcamaktan başka bir şey yapmıyorduk.

“Gerçekten beni tanıdığına inanıyor musun?” dedim aniden, gözlerimi ona dikerek. O an, gözlerinin derinliklerinde aradığım şeye ulaşmaya çalışıyordum. Cevap vermeden önce bir an tereddüt etti, gözlerinde beliren kararsızlık dikkatimi çekmişti.

"Seni tanıyıp ne yapacağım ki? Hayatımda olup umursamadığım diğer insanlardan ne farkın var?" Bu acımasız sözlerin üzerine içimdeki öfke kabardı: "Hayatına girmeye değil çıkmaya çalışıyorum fark ettiysen.. ama beni bu bataklığa çekmiş olan sensin, ben değil."

İlk söylediklerim hoşuna gitse bile son sözlere kaşlarını çattı: "Yeni seni hiç sevmedim. Eski çok bilmiş hâline geri dön hemen!"

Asansör yedinci katta durunca indik. Onun peşinde sürünmek istemiyordum. Yetişip yetişme telaşını bir kenara bıraktım. Çalışanların yanından yavaşça geçerken göz ucuyla ona baktığımda bir odaya girdiğini gördüm. Beni beklemeden gittiği için ben de olduğunca burada oyalanıp yanına geç gidecektim.

Yokluğumu fark etmiş olacak ki odadan çıkıp yanıma geldi. Şirketteki çalışanlarına sahte bir gülücük gönderip kolumdan tutarak odaya kadar götürdü. Dikkat çekmemek için ters bir hareket yapmadım ama odaya girdiğimizde kolumu ellerinden kurtardım.

Hızla değişen duygularımı hesaba çeker gibi azarladı: "Ne oluyor sana? Seni buraya niye getirdiğimi unuttun galiba. Buraya bana yardım et diye getirdim. Etrafındakilerle ilgilenmeyi bırak."

Hiç oralı bile olmadığımı zannettiği için yine sakin cevap vereceğimi düşündü. Aksine azarlar gibi konuşmasının etkisiyle sinirle cevap verdim: "Ben buraya neden geldim? Peşinden koşturmaya mı?"

Koltuğuna oturmadan önce keskin bir bakış attı. Arkasına yaslanıp gözlerini yumdu: "Bir daha bana sesini yükseltme Alisa!"

Sadece sesini yükselten ben değildim. Yapılan haksızlığa karşı çıktım: "Asıl sen sesinin tonuna dikkat et. Sabahtan beri emirlerini dinliyorum. Sus, konuşma, buraya gel! Ben senin evcil hayvanın değilim! Emir vermek yerine rica etmeyi dene."

"Neden rahatsız mı oldun?"

"Memnun mu olmak gerekiyor? Bana böyle davranmak zorunda değilsin!" Sözlerimi umursamadan sanki hiçbir şey söylememişim gibi önündeki kağıtlarla ilgilendi. Oturduğu koltukta arkasına yaslayıp rahatlamaya çalıştı. Onunla tartışmayacağımı söylemiştim ama o böyle davrandıkça sözümde durmam imkansızdı. Ağzını açmış tam konuşacaktım ki Gökay içeri girdi.

Gökay'ın bir ân da odada belirmesiyle dikkatim dağılmıştı. Ona söyleyeceklerimden vazgeçtim. Gökay, odadaki tansiyonu hissederek sessizce ne olduğunu sordu. Cevap vermeyip hazır fırsatını bulmuşken onları yalnız bıraktım.

Gökay tam zamanında gelmişti. Onunla tartışmak istemiyordum. Boş bir yer bulunca oturup düşünmeye başladım.

Teklifi kabul etmekle iyi mi yapmıştım bilmiyordum ama Araf'ın elimden çekeceği belliydi. Emirler yağdırarak bana söz geçirebileceğini zannediyordu. En nefret ettiğim şeylerden birini sürekli yapıyorken buna tahammül edemeyecektim.

İçimdeki intikam hırsı tekrar alevlenmeye başladı. Ona hayatında bir ilki yaşatacaktım, hiç beklemediği bir ânda öyle bir şey yapacağım ki kendi bile neye uğradığına şaşıracaktı. Beni aptal yerine koymazdı. Daldığım düşüncelerden Araf'ın sesiyle ayrıldım. Yine beni çağırıyordu. Odaya gittiğimde Gökay da oradaydı.

"Nereye gittin?" Gökay'la konuşacakları vardır diye odadan çıkmıştım ama o böyle sorunca tersledim: "Kapının önündeydim nerede olabilirim ki?" Yüz ifadesine bakılırsa verdiğim cevaba sinirlendiği belli oluyordu. Kravatını düzelterek "Ben sana çık dedim mi?" diye azarladı.

Gökay'a baktığımda oldukça mutlu görünüyordu, odaya girdiğinde dikkat etmemiştim ama onu takım elbiseyle görünce şaşırdım. Üzerindeki lacivert kıyafetler ona çok yakışmıştı. En azından Araf gibi insanlara somurtmuyordu. Gökay gülümseyerek yüzüme baktı. Araf'a sinirlenmeme rağmen sakin kalmaya gayret gösterdim. Gökay sadece baş parmağını ve işaret parmağını açıp yüzüne doğru tutarak gülümsememi söylüyordu.

Ona bakmayı bırakınca Araf, kendisini dinlemediğini anladı. Tekrar yüksek sesle dikkayi üzerine çekmek istedi: "Kime diyorum duyuyor musun beni? Bir daha ben demeden dışarı çıkmayacaksın Alisa." Tartışmamak için başımı onaylar gibi salladım.

Arkadaşı, Araf'ın neden sinirli olduğunu merak ediyordu. Önündeki kağıtlarla ilgilenmeye başladığında, Gökay yüzüme bakarak ne olduğunu anlatmamı istiyordu.

İçimdeki öfkeyi saklamaya çalışıp gülümsedim. Muhtemelen deli olduğumu düşünüyordu, ama umrumda bile değildi. Oda kapısının açılmasıyla birlikte bakışlarımızı asistan kıza çevirdik.

"Araf Bey, toplantı için hazırız.“ deyince Gökay da sessizce onayladı. Araf, asistan kızın sözleriyle birlikte önündeki kağıtları bıraktı. Yanında beraber götüreceği kağıtları topladıktan sonra oturduğu koltuktan kalktı. Birlikte toplantı odasına doğru ilerlerken Gökay ve ben birkaç adım geride kaldık.

İçeri girdiğimizde diğerleri toplantı odasında hazır bekliyordu. Araf gelince hepsi sustu. Ait olmadığım yerde olmaktan huzursuzdum. Yine can sıkıntısı baş gösterdi.

Toplantıyı yönetmek için hazırlıklarını tamamladıktan sonra Araf konuya odaklandı ve işle ilgili detayları diğerleriyle paylaştı.

Gökay sessizce dinliyor gibi görünse de, her ân gülecekmiş gibiydi. Aklım çok başka yerlere gitmişken Araf'ın söylediklerini anlamadım. Konuşmasını aksatmadan anlatmaya devam ediyordu. Gökay gülmekten vazgeçmiş gibi kaşlarını çatıp ciddi olmaya çalıştı. Diğer çalışanlar da aktif bir şekilde toplantıya katılım gösterip fikirlerini paylaşırken çok sıkılmıştım.

Ne anlatıyor bilmiyorum ama ikna edici konuştuğuna eminimdim. Acaba bu adam dünyaya sırf bunun için gelmiş olabilir mi?

Gökay'ın kol saatine gözüm takıldı. Toplantının bitmesine ne kadar kaldığını hesaplamaya çalıştım ama konuşmanın ne kadar süreceğini bilmiyordum. Yaklaşık bir saattir buradaydık.

Toplantı sona erdiğinde, çalışanlar dağılmaya başladı. Gökay ve Araf odada yalnız kaldı. "Tebrikler kardeşim. Çok iyi iş çıkardın." Araf ise pencereden dışarı dalmış, gri bulutlara bakıyordu. Bu sözlere cevap vermedi. Çıkmak üzereyken arkadaşı merak edip sordu: "Odaya girdiğimde yine niye sinirlenmiştin?"

Gitmekten vazgeçip "Her zamanki şeyler işte." Dedi, can sıkıntısıyla.

Gökay oturduğu koltuktan rahat bir ses tonuyla arkadaşına baktı: "Alisa hiçbir şey yapmadı. Sevdiğini söylemeyip böyle davranmaya devam edersen onu sonsuza kadar kaybedeceksin."

Ayakta durmaya devam ederek tersledi: "Sanki ondan hoşlanıyormuşum gibi konuşma. Yok öyle bir şey. Kendi kendine gelin güvey olma Gökay."

Koltuğunda hafifçe dönerek onu umursamadığını gösterir gibi söyledi: "Hiç değilse biraz güler yüz göster. Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Neredeyse sana aşkını itiraf edecek." Kızmak bir işe yaramıyordu çünkü istediği cevabı duymadan susmayacaktı.

Araf onu çok iyi tanıdığı için gözlerini çevirmeden cevap vermeye çalıştı: “Biliyorsun, aşk benim için bir muamma. Alisa'nın ne düşündüğü beni o kadar ilgilendirmiyor."

"Sen istemediğin hiç kimseyi yanında barındırmazsın. Bunun içinde Carly gibi istisnalar mevcut olabilir fakat Alisa senin için çok başka biri öyle değil mi?"

"Sen bir şey mi alıyorsun? Yok ulan öyle bir şey. Sırf dedem istedi diye bu işe giriştim. O kızın benden hoşlanması için hiçbir sebep yok."

"Lan bu kız istese anında yurt dışına kaçar ama yapmıyor. Niye biliyor musun? Çünkü sana aşık."

Alay ederek söyledi: "Aynen sırf bana aşık olduğu için burada kalmayı tercih etti. Ama üzülme suç sende değil. Suç dedemde... Erdal'ın yaptığı pisliğin cezasını çektiğim yetmiyormuş gibi bir de seninle uğraşıyorum."

"Kardeşim gözünü seveyim yapma. Alisa her şeyi anlayıp kaçarsa bir çuval incir mahvetmiş olursun! Bak sonra dedenle sen papaz olma diye söylüyorum. İyiliğin için..."

Araf, karşısındaki arkadaşının alaycı gülümsemesine bakarak içten içe sinirleniyordu. Alisa’nın gerçekten ona aşık olabileceğini düşünmek istemedi: "Carly ile biraz uzak kalsınlar diye onu buraya getirdim. Her dakika tartışıyorlar. Onu sevdiğim için göz önümde tutmuyorum, sadece buna mecburum. Sen de boşuna bekleme çünkü o kıza asla yakınlık göstermeyeceğim! "

"Tamam, ne istiyorsan onu yap artık sana karışmayacağım. İnşallah kaçar gider de deden seni mahveder."

Gökay odadan çıkıp hiçbir şey olmamış gibi kendi odasına gitti. Araf biraz odada kaldıktan sonra işine devam etti.

....

 

 

 

 

Ertesi gün

Zilin sesiyle çevirilerime ara verip kapıyı açmaya gittiğimde Memduh benden önce davrandı ve sen işine git der gibi bir bakışla beni geri gönderdi. Mutfağa dönüp çevirilerime devam etmek üzereyken ansızın gelen bu misafire aldırmadan yerime oturdum. Salonda yankılanan ayak sesleri durulduğunda Araf'ın sesi duyuldu.

"Hoş geldin dede, keşke gelmeden önce haber etseydin de senin için birkaç hazırlık yapsaydık, değil mi Memduh?"

Araf'ın "dede" diye bahsettiği adamı merak ederek yerimden doğruldum. Çaktırmadan mutfak kapısından onları gözlemliyordum.

Hayal meyal hatırladığım bu adam yıllar sonra beyazlar içerisinde karşımda duruyor ve benim onu izlediğimi görmüyordu.

Memduh, dedenin karşısında ezilip büzülerek Araf'a katılıyor, habersiz geldiği için gücenik tavırlarla konuşmaya dahil oluyordu. Muhabbetin ilerleyen kısımlarında, yaptığımın yanlış olduğunu düşünerek geri çekilirken Araf beni görmüş ve onları izlediğimi adeta haykırarak yanlarına çağırmıştı: "Alisa, durma orada, gel ve dedemle tanış!"

O böyle söyleyince bütün başlar bana dönmüştü. Uzanıp da yüzünü göremediğim ihtiyar, hiç de hayalimde tasarladığım Hamdi Dede gibi değildi. Uzun boylu, heybetli, astığı astık kestiği kestik bir adam beklerken; orta boylu, nur yüzlü, mafyadan daha çok bir ermişe benzeyen bir tiple göz göze gelmiştim. Başımı ağır başlılıkla sallayarak selamımı verdim.

Dede de uzun bir selam ile karşılık verince oturmam için eliyle karşısındaki koltuğu işaret etti. Manasız bir mahcubiyet tebessümüyle yerime oturup az önce kapıyı dinleyen ben değilmişim gibi, ellerimi kucağımda birleştirerek uslu uslu konuşmalarını bekledim.

Hamdi dede bana dönüp "Nasılsın kızım, halin vaktin yerinde mi?" diye sorunca Araf, Carly'i şikayet edeceğimi düşünerek kaygılı gözlerle bana bakmıştı.

Cevabı geciktirmeden "Yerinde, çok şükür!" diyince dede, Araf'ı tebrik etti. "Aferin emanetine iyi bak!" dedi ve bana dönerek sözlerine devam etti: "Eğer elimden gelseydi seni ben korurdum kızım ama bizim için yol göründü. Yarın bir gün ne olacağımız meçhul.. Seni, evvel Allah'a sonra da sonra da torunuma emanet ediyorum. Başında Erdal gibi bir bela varken seni tek başına bırakmak doğru olmaz... İnşallah, canını sıkacak bir harekette bulunmamışızdır zira insanlar değişti. Ben seni torunuma emanet ediyorum, derken yanlış anlamanı istemem. Biz, seni güçsüz olduğun için değil bilakis, muhtaç olduğumuz için korumak isteriz. Gücümüzün yetmediği yerde kadın olsun erkek olsun, birbirimize kol kanat germeliyiz zira biz, hepimiz beşeriz ve aciziz... Babanın yaptığı iyilik maalesef hepimizi sevindirmedi. Erdal denen o mel'un senin peşini bırakmayacak gibi. Sana bir şey yapmasından korkarım..."

Aynı korku bende de vardı zira bu Erdal'ın yapmayacağı pislik yoktu. "Ne demek istediğinizi gayet iyi anlıyorum. Siz benim için kaygılanmayın, sağ olsun Memduh beni bir dakika olsun bırakmıyor!" diyince Memduh, az önceki ezilip büzülen adam kılığından çıkarak göğsünü kabarttı.

Araf, dedeye dönüp "Gördüğün gibi Alisa gayet iyi dedecim, sen merak etme. Alisa burada güvende!" diyerek hadi artık git dercesine araya girmişti. O sırada merdivenlerden inmekte olan Carly'i görünce bu acelesinin niye olduğunu anlayamadım. Carly'i, dedesinden mi saklıyordu yoksa benim muhabbetim mi onu sıkıyordu? Çok geçmeden bunun da nedenini anlamıştım çünkü Hamdi dede, Carly'i görünce hiç sevinmemişti.

Carly de -sanırım- salonda oturan Hamdi dedeyi fark etmeden aşağı doğru gelirken dedeyi görmüş ve korkuyla bir inilti ağzından kaçırmıştı.

Hızla oradan kayboldu. Hamdi dede, bize dönüp "Ne oluyor?" diye sorduğunda herkes dut yemiş bülbül gibi sustu. Aklımda dönüp duran tek soru şuydu: Araf, niçin eski sevgilisini dedesine göstermiyordu?

Dedenin nur yüzüne bir karanlık çöktü. Bunun üzerine Araf hepimizi salondan çıkardı ve dedeyle tartışmaya başladı. Memduh, Araf'ın emri üzerine bahçeye çıkardı ve elime bir kulaklık uzattı.

En merak ettiğim soruların cevabını duyma şansım varken Memduh'un bu yaptığıyla hepsi hayal olmuştu. Kendimi Hüseyin Rahmi'nin romanlarındaki dedikoducu kadınlar gibi hissetsem de kulaklığı alıp müzik dinliyormuş gibi yaptım. Memduh zeki adamdı. Telefonu elimden alıp kulakları sağır eden bir şarkı açınca ürperdim.

"Kıs şunun sesini be, sağır olacağım." diye bağırdığımda Memduh müziğin sesini kısıp elini dudaklarına götürerek susmamı işaret ettiğinde kaderime razı olmuş, manasını anlamadığım acıklı Hintçe şarkının etkisiyle uzaklara dalmıştım.

Tartışma ne kadar sürdü bilmiyorum şarkı bittiğinde iğrenç şarkılarla Araf Bey'in engin, parlak zekasından çıkan yeni işkence yöntemden, ne konuştukları duymuyordum.

Sitemle araya girip "Gözünü seveyim değiştir şunu!" dedim. "Adam gibi bir şeyler aç!"

Bakışlarımı olabildiğince masumlaştırarak bu manasız şarkılara bir son vermesini isterken Memduh insafa gelip bilmeden, sevdiğim bir şarkıyı açtı.

Al o yandan, al bu yandan

Vallah usandım bu candan

Gir hicazdan, çık hüzzamdan

Adam gibi bir şeyler çal

Memduh, benim kendimi şarkıya kaptırdığımı görünce birkaç dakikalığına yanımdan ayrıldı. Şarkıyı kapattım ve bahçe kapısından dedenin benim hakkımda söylediği övgü dolu sözleri duydum: "Alisa çok akıllı bir kız, terbiyeli, çalışkan, becerikli... Bırak şu kızın yakasını! Nikahsız bir kadınla aynı evde nasıl kalırsın, kimden öğrendin sen bunları?"

Araf karşısındaki kişinin kim olduğunu unutmuş gibi bağırarak "Peki Alisa benim nikahlı karım mıydı da sen onu tutup bu eve getirdin! İkisi de aynı şey..." dedi ve devam etti: "Alisa senin zannettiğin gibi akıllı, becerikli, çalışkan değil; o kız her işi yüzüne gözüne bulaştıracak kadar ahmak ve tembel..."

Kulaklık, duyduğum sözlerle elimden çimenlere düşmüştü. Kendimi çok kötü hissediyordum. Gözlerim buğulanıyordu.

Dede beni savunsa da Araf hırsını alamıyormuş gibi kırıcı sözlerini savurup durdu: "İnatçı, kindar, kıskanç..."

Bir başkası benim hakkımda şunları dese ağzını kulaklarına kadar yırtardım ama konu sevdiklerim olunca, bana karşı kullandıkları en küçük söz bile yüreğime işliyordu.

Bir de beni burada tutarak bangır bangır müzik dinletip bu sözlerini duymayacağımı planlıyordu ya, şeytan diyor ki çık karşısına "Alçak!" diye bağır tâ ki hırsımı alana kadar ama yapmadım. Bir korkak gibi belki de bir kırgın gibi eğilip kulaklığı yerden aldım. Bahçe kapısından uzaklaşarak hiçbir şey duymamış gibi bir parça açtım.

Ne kadar aldırmasam da sarf ettiği sözler kulaklarımda yankılıyordu: "Alisa senin zannettiğin gibi akıllı, becerikli, çalışkan değil; o kız her işi yüzüne gözüne bulaştıracak kadar ahmak ve tembel..."

Neredeyse ağlayacaktım. Acaba Araf haklı mıydı? İçimde bir yerlerde cılız bir ses "Evet, haklıydı." diyordu. "Çünkü, sen bu sözleri ona yutturmak yerine ağlayacak kadar aptalsın!"

Ötekisi ise "Hayır, aptal değilsin, korkak değilsin; kırgınsın. Çünkü sen bunu beklemiyordun. Seni sevdiğini düşünüyordun..." Düşünürken elimin tersiyle gözyaşlarımı silip oturdum. Memduh geldiğinde benim hiç yerimden bile kıpırdamadığını zannediyordu. Kendimi şarkıya öyle bir kaptırmıştım ki sessiz sedasız oturup çimenleri seyrediyordum.

Memduh sevdiğim şarkılardan bana bir liste oluşturmuştu. Hani insan canı sıkılır da bir şarkı açar da kendini bulur ya, bu da aynı öyle olmuştu.

Seçil Heper her "Kalbim" deyişinde neredeyse ağlayacaktım. Yazık, Memduh'ta benim şarkıya ağladığımı zannediyordu.

Gelip müziği kapattığında "Şarkı çok dokunaklı geldiyse yarın da devam edebiliriz!" dedi. Hiçbir şey demeden gözlerimi usulca kırparak kulaklığı verdim. İnsan kalbi kırılınca konuşmaya bile mecâl bulamıyormuş...

Eve gidene kadar suratsız bir şekilde boş boş yolları seyrettim. Apartmana girip merdivenleri çıkarak içeri girdim. Kendimi boşluk da gibi hissediyordum. Ne zamandır tuttuğum gözyaşlarım ansızın boşalmaya başladı. Masal evde yoktu. Uzun bir süre dizlerimi göğsümde birleştirip doyasıya ağladım. Ne kadar kaldım bilmiyorum birden "ben ne yapıyorum" diyen iç sesim saçma bahaneler yüzünden ağlamama kızdı. Araf'ın canı cehnneme, sanki o çok mu akıllıydı!

Kurumuş olduğunu fark ettiğim gözyaşlarımı silerek yüzümü yıkadım. Uzun süre ağlayıp da sonra niçin ağladığımı sorgulayarak kendime kızmak en sık yaptığım şeylerden biriydi. Ben bu gözyaşlarının hesabını Araf'tan fitil fitil çıkaracaktım. O bana kurban olsundu. Cehennem odunu!!

Araf'a saydırırken bana söylediği o "kindar" sözü aklıma gelince gülmeye başladım. Mutfağa gidip keyifle bir çay koydum. Masal birden mutfak kapısında belirip ödümü koparmıştı.

"Alisa kendi kendine mi gülüyorsun, deli derler kız adama... Korkutuyorsun beni canım arkadaşım!" dedi ve alayla devam etti.

"Ama ben seni anlıyorum. Bir insan kendi kendine gülüyorsa bu şizofren olduğunu göstermez ya çok yalnızdır ya da anlatmaya üşeniyordur!"

Ben de alayla "Yahutta karşısındaki neye güldüğümü anlamayacak kadar kıttır!" Dedim.

"Aşk olsun ben kıt mıyım? Bana niye laf vurdun şimdi!"

Masal'ın bu sahte alınganlığına karşılık yine de gönlünü almak için "Ortaya söyledim işte..." deyip sustum.

"Peki, bende ortaya bir çay alabilir miyim?"

Ocağın üstünde depreşip duran çaydanlığın altını söndürerek çayı demledim. Masal'la karşılıklı çay içmeye başladığımızda şakayı bir kenara bırakıp ciddileşen ses tonuyla sordu: "Canın bir şeye mi sıkıldı? Neden bu kadar keyifsizsin?"

"Araf..." Üzgün olmamın sebebiydi. Araf deyip susmamı yanlış anladı. Aklına gelen ihtimalle gözlerini kocaman açtı: "Sana bir şey yapmadı değil mi, eğer yaptıysa gider onu orada boğarım, leşini akbabalara yem ederim! Ulan onu var ya Serengeti düzlüklerinde süründürürüm!"

Bürünmüş olduğum ruh hâlini bir kenara bırakıp Masal'a döndüm. O, her şeye çabuk yükseliyordu, olayı anlatmadan kafasında senaryolar kurar hayalinde canlandırdığı sahneyi yaşardı.

Konuşmama izin verse öyle olmadığını anlatacağım ama Araf'a sövmekten beni dinlemiyordu bile, sustuğu o kısacık ânı kolladım: "Masal lütfen önce beni bir dinle. Sakin ol lütfen! Bana hiçbir şey yapmadı. Hem Araf Bey öyle biri değil sadece her şeyin mükemmel olması için çaba harcıyor, hepsi bu inan bana." Resmen o adamı arkadaşıma savunmak zorunda kalmıştım yoksa Masal hayatta inanmazdı.

Nihayet kızgınlığı geçmiş sesi yumuşattı: "Yapmadı mı, e, niye söylemiyorsun iki saattir adama sövüyorum? Bak suçsuz adamın yok yere günahına girdim hep senin yüzünden.."

"Konuşmama izin verseydin öyle olmadığını anlatacaktım ama hemen yükseliyorsun. Hem nereden öğreniyorsun böyle laflar etmeyi kuzum? Hiç yakışıyor mu sana?"

"Alisa o gerçekten iyi biri mi? Ona güveniyor musun?" Bu sorunun cevabı hem evet hem hayırdı. Ama Masal'a evet demek zorunda kalmıştım. Çaylarımızı içtikten sonra odalarımıza dağıldık. Aklımda hâlâ aynı sözler dönüp duruyordu.

....

Bugün de şirkete gelmemi istemiş, aramak yerine sadece mesaj atmıştı. O sırda uyuduğum için mesajı görmemiştim. Kemal ve Memduh'u gönderip hazırlanmamı söylediğinde bu emrivaki karşısında oraya gitmek zorundaydım. Uygun bir kıyafet seçip giyinirken Araf'ı aradım. Yine açmıyordu.

Hızla hazırlanıp yola çıktık. Dedesine hiçbir işi başaramadığımı söyledikten sonra ona yardım etmemi istemesine deli oluyordum. Varınca ilk işim odasına gidip neden böyle davrandığını sormak olacaktı. Kapıyı çalıp içeri girdim. Masaya biraz yaklaştığımda benimle konuşmak istediğini belirtti. Merakla ne söyleyeceğini duymak için onu dinlemeye karar verdim: "Seni dinliyorum."

"Birbirimizi anlamaya ve desteklemeye çalışalım." Deyince sözlerini bitirmesini bekledim.

"Bu şirkette benimle çalışmak ister misin?" Diye sordu. Ona doğru bir adım attım. Bana yaptıklarını burnundan getirmek istedim: "Tabii... Ferda'yı kovduğun gibi beni de kovacaksan neden olmasın. Kabul ediyorum."

"Ferda konusu kapat artık onun yerine sen bana yardım edeceksin." Deyince başımı olumsuz anlamda sallayıp itiraz ettim: "Ben asistanlıktan anlamam. Tercümanlık yapmamı istersen olur. İngilizcem, Fransızcam kadar iyidir." İğneler gibi olan sözlerime ters cevap vermeyip alttan aldı: "Peki madem öyle istiyorsun öyle olsun bakalım."

"Yalnız bir şartım var. Ferda'yı işe geri almanı istiyorum."

"Bu mümkün değil. O kovuldu."

"Gidip özür dilersin ve o da işine geri döner. Bu kadar basit."

"Bunu asla yapmayacağımı ikimiz de biliyoruz."

"Bu kadar önemsiz bir şey için onu kovduğuna hâlâ inanamıyorum. Telefonlarıma bile cevap vermiyor."

"Sen Ferda'yı mı aradın?" Diye sorunca şüphelendim: "Birkaç kez aradım açmadı." Benden bir şeyler sakladığını hissettim. Rahatlar gibi olduğunu görüp sordum: "Ferda'nın evini biliyor musun? Onu ziyaret etmek istiyorum."

"Sakın öyle bir şey yapayım deme. Ferda'yı teselli etmeyi unutsan iyi olur. Çünkü o bir daha buraya geri gelmeyecek."

"Nedenmiş?"

Soruma cevap vermeyip konuyu değiştirdi: "Artık sadece burada çalışacaksın. Carly'i bir daha görmeyeceksin."

Masadaki kağıdı eline alıp göstererek "İş sözleşmesi işte burada.." dedi. O gün kasayı açmayı başarmış olsaydım bile sözleşmeyi bulamayacaktım. Çünkü zorla imzalattıkları iş sözleşmesini şu an elimde tutuyordum. Altta duran imzama baktıktan sonra aklımdan geçen düşünceyle birlikte kağıdı önce ikiye sonra dörde yırttım. Bakışlarından sinirlendiğini anlıyordum ama sakin kalarak hiçbir şey olmamış gibi sordu: "Sözleşmeyi yırttığına göre anlaştık değil mi?"

Mutluymuşum gibi başımı salladım. Carly'den sonsuza kadar kurtulmuştum. Kravatın aynısını bulacağıma o da inanmıştı yoksa Carly'e gerçeği söylemek istemediği için mi bu teklifi sunmuş olmasına içten içe şüphe duymaya başladım. Gökay içeri girdi. Beni görünce gülümseyerek günaydın deyince gülümsedim.

"Adamlar öğleden önce geleceklermiş. Yarım saate toplantı yapılacağını daha yeni öğrendim. Neyse ki geç kalmadan yetişebildim. Hadi burada durmayın, gidelim."

Odadan çıkınca biz de peşinden gittik. Hazırlıklar tamamlanırken yarım saat, çok hızlı geçmiş, beş adam içeri girmişti. Hepsiyle el tokuşturup selamlaşıldıktan sonra birden başlar bana dönmüştü. Ne olduğunu bilmediğim için Araf'a baktım.

"Ben konuşacağım sen söylediklerimi tercüme edeceksin."

Adamlara dönüp gülümseyerek hoşgeldiniz anlamında "Accueillir!" dedikten sonra Araf'a baktım.

O konuşurken sözlerini dikkatle dinleyip adamlara Fransızca aktarıyordum. Gökay manalı bir bakışla Araf'a bakınca bir anlık dikkatim dağılmıştı. Özür dileyip sözlerini tekrar etmelerini istedim. Adamların yalnız ikisi konuşuyor, üçüncüsü sadece dinliyordu. Dostça inşa etmek üzere olduğumuz işin en zor kısımlarını hâlledilmişti.

Dördüncü adam önündeki dosyayı kapatıp Araf'a döndü. İki gün sonra yapılacak olan önemli bir konferansın olduğunu söyledi. Bu konferansta şirketin üst düzey yöneticilerinin de bulunacağını ve Araf’ın da orada olması gerektiğini söylediler. Bir anlık akılla, ona sormadan konferansa katılacağını söyledim. O an, kendimden geçmiş gibiydim.

Araf, boş gözlerle adama bakınca bana ne döndü. O sırada ikinci adam başka bir şey söyleyince Araf'ı geçiştirmek adına "Konferans ile ilgili bir şeymiş." Dedim. İkinci adam, bu konferansın öneminden bahsedince gözlerim fal taşı gibi açıldı. Bozuntuya vermeyip toplantının bitişine kadar söylenenleri çevirdim.

Nihayet toplantı bitince tekrar görüşüp, iş yapmak için bir araya geleceklerini söylediler. Vedalaşmaya hazırlanıyorlardı. Adamlar tamamen gidince odadaki çoğu kişi işine kaldığı yerden devam etti. Masadaki suylardan birini alıp içecekken Araf ve Gökay bir şeyler konuşarak dışarı çıktılar.

Odadaki diğer çalışanlara kolay gelsin dedikten sonra toplantı odasından çıkmak üzereydim ki Araf, ona doğru gelmemi işaret etti.

Gökay ise kapının arkasında durarak Araf'ın odadan çıkma sebebini anlamaya çalışırken merakla yanına gittim ve ne olduğunu sorunca bir şey söylemeden odaya girdi.

Pencere önündeki yerini alınca koltuğuna oturdu: "Bugün çok iyi iş çıkardın. Galiba senin bir beceriksiz olduğun konusunda yanılmışım." Dedesine benim hakkımda söylediği lafları şimdi yüzüme söylemesine şaşırırken kaşlarımı çattım: "Sadece beceriksiz değil aynı zamanda ahmak ve tembelim!"

Gökay hayretler içerisinde Araf'a bakıyordu. Olayın büyüyeceğini hissederek araya girmek istedi fakat Araf ondan önce davranmıştı: "Sen bizi mi dinledin?"

Uygun fırsatı bulup söyledi: "Konu bu mu şimdi lan!" Bana dönüp "İyi ki de dinlenmişsin. Bak, hakkında neler düşünüyormuş öğrendin." Deyince Gökay'a susmasını söyledi.

"Her neyse... Sen konferans hakkında bir şey söyleyecektin." İşte şimdi bitmiştim. İki gün sonra konferansa katılması gerektiğini ve daha da kötüsü ona sormadan onayladığımı nasıl söyleyecektim? Kesin çok kızacaktı.

Kelimeleri güçlükle boğazımdan çıkarak "Seni Fransa'daki bir konferansa devam ettiler. Konferans iki gün sonra olacak. Senin de orada olmanı istiyorlar ve ben bir anlık kabul etmiş bulundum." Dedim.

Susunca bağırmaya hazırlanacağını hissettim. Gülümseyerek "Çok iyi yapmışsın." deyince boşluğa düşmüştüm. Kızmamıştı. Bugün şanslı günümdeydim. Gökay bile bu tavrına şaşırdı. Araf, arkadaşına göz kırptıktan sonra bana döndü: "Benim yerime sen gideceksin. Hazırlığını tamamla iki gün sonra Fransa'ya gidiyorsun." Şaka yapıyor olmalıydı ama yüzünde ciddi bir ifade vardı. Çok heyecanlandım. O kadar çok sevinmiştim ki gidip boynuna sarıldım. Gözlerindeki ciddiyetin yerini bir gülümseme alırken, yaptığım şeyin farkında olup hızla geri çekildim. Gökay, odanın köşesinde sessizce durarak gözlerini bize dikmişti.

Ceza vereceği yerde yapmış olduğu iyiliğin benim için ne anlama geldiğini henüz anlamamış olan Araf, canımı sıkacak bir şeyler bulmakta zorlanıyordu: "Alt tarafı benim yerime konferansa gideceksin bunun nesine sevindin? Fransa'ya giderek benden kurtulacağını düşünüyorsan üzgünüm. Memduh da seninle gelecek."

"Hiç sorun değil." Deyince Araf'ın morali yerle bir olmuştu. Her hâlde üzüleceğimi falan düşünüyordu ama tekrar Fransa'ya gitmek benim için ödül sayılırdı.

"Konferans biter bitmez ilk uçakla buraya geri döneceksin Alisa. Tatile gitmiyorsun." diye uyardı ama ben bu uyarıyı duymuyordum bile. Tek düşündüğüm Fransa’ya gidecek olmanın verdiği tarifsiz mutluluktu.

Odadan Gökay'la beraber çıktığımızda beni eve bırakmayı teklif etti. Samimiyetine güvenip kabul ettim. Çok geçmeden yola çıkmıştık. Arabaya bindiğimde susup önüme dönmüştüm. Dalgın gözlerle yola bakarken sordu: "Araf'la nasıl gidiyor?"

Şirkette beni azarladığa şahit olmasına rağmen bu soruyu sormasına anlam veremedim. Dalga geçerek güya üzülmediğimi ona göstermeye çalıştım: "Harika gidiyor Gökay! Yarın evleniyoruz!" Söylediklerime güldü.

Sıkıntıyla nefes aldım: "Adam bana kızmak için sürekli açığımı arıyor. O gün sen de gördün."

Gökay hak verir gibi başını salladı: "Farkındayım lütfen bu ara hata yapma ve biraz daha dikkatli ol." Neden böyle söyledi şimdi? Biriyle konuşup derdimi anlatmak istiyordum. Burada Araf olmadığına göre rahatça içimi dökebilirim diye düşündüm: "Bana nasıl davrandığını sen de biliyorsun. Onu görünce elim ayağım birbirine giriyor."

"Onu seviyorsun çünkü..." Kısa bir bakış atıp yola baktım: "O beni sevmiyor ama..."

Yola bakmaya devam ederek söyledi: "Sevmesi için uğraşmıyorsun."

İtiraz eder gibi bir ses tonuyla "Bence o dünya üzerinde hiçbir şeyi sevmiyor. Her şeye öfkeli her şeyden nefret ediyor." Dedim. Gerçekten böyle düşünüyordum. Gökay haksızlık ettiğimi söyledi: "Yanılıyorsun. Araf'ın da sevdiği şeyler var. Mesela arabalar..." Vermiş olduğu örneğe alayla güldüm: "Benim ona araba alacak param mı var?"

Gözlerini yüzüme dikerek ciddi bir ses tonuyla şüphe eder gibi konuşunca alayla cevap verdim: "Dalga mı geçiyorsun onun bindiği arabayı hayatım boyunca çalışsam alamam. Oturduğum evin kirasını zor ödüyorum."

"Biliyorum. Bu yüzden yarın sana birazcık avans vermeyi düşünüyorum."

Para istemediğimi söyleyip reddettim.Tatsız şeyler konuşmaya başladığını sezince konuyu değiştirdi: "Carly'e onu öldüreceğim için dikkatli olmasını söylemişsin." Gözlerim büyüdü.

"Bunu sana Carly mi söyledi?"

"Evet ama bu iyiliği ona neden yapıyorsun Alisa?"

Nedeni çok basitti."Çünkü kimsenin ölmesini istemiyorum."

Gökay başını sallayıp sustu ama içinden şunları geçirdi: "Sen onu koruyorsun ama o senin ölmeni dört gözle bekliyor. Carly, öldürüleceğini bilmesine rağmen kimseye hiçbir şey söylemiyor. Farkında olmadan düşmanına bile iyilik yapıyor. Şu kızın biraz olsun gözünü açması gerek!"

"O kadın senin dostun değil Alisa. Carly'i koruma çünkü o arkandan kuyunu kazmaya devam ediyor." Sözlerine cevap vermedim. Evin önüne geldiğimizde emniyet kemerini çözüp arabadan inmeden hemen önce bir şey söyleyecekmiş gibi yüzüme baktı: "Yarın birlikte dışarı çıkacağız. Akşam için hazır ol."

Merak edip sordum: "Neden?"

"Carly ve Araf'la birlikte güzel bir mekana davete gideceğiz ve sen de orada olmalısın. Yalnız gelmek zorunda değilsin istersen arkadaşını da getirebilirsin."

Yorgun gözlerle bakarak "Tamam sen adresi atarsın. Biz de yarın akşam orada oluruz." Dedim. Gitmeden önce sözlerine bir şeyler ekledi: "Ben alacağım sizi."

İtiraz edince ısrarcı olmadan hemen kabul etti: "Peki, sen bilirsin. Yarın sakın geç kalma. İyi akşamlar."

Ben de ona gülümseyerek iyi akşamlar dedikten sonra arabadan indim. Apartmana girene kadar o buradan gitmeyecekti. İçeri adım attım. Apartmandaki pencereden Gökay gitmiş mi diye baktım. Evin önüne geldiğimde anahtarı çıkarıp kapıyı açtığımda. Salona gelmiştim. Karşımda Masal'ı ağlarken görünce kötü bir şey olduğunu hissederek ona yaklaştım.

Loading...
0%