@madrabazbiryazar
|
Güne erken başlamanın huzuruyla kahvaltımı yaparken, kafamda planladığım şeylerin heyecanı vardı. Bugün Kubilay'la dersten önce havuz kursuna gidecektik. Düşündükçe içimi bir burukluk kaplıyordu. Kubilay’ın ailesinin hiç de göründüğü gibi olmadıklarını biliyordum. Onlar, çocuklarının en iyi şekilde büyümesi için var güçleriyle uğraşıyorlardı; ama ne yazık ki bu çabalar, oğullarıyla geçirilecek zamanın önüne geçiyordu. Kubilay, gündüz kendisiyle takılacak aile bireylerinin yokluğunda, her gün ders yapmak ve oyun oynamakla vakit geçirmek zorundaydı. Gün boyunca bir sürü etkinlik arasında kaybolurken, ilgiye en çok ihtiyaç duyduğu zamanlarda yanında kimseyi bulamıyordu. Bu düşünceler içimde bir sızı yaratmıştı; ama ailesine gidip bu durumun hesabını sormaya cesaret edemiyordum. Kahvaltımı bitirip hızlıca hazırlandım, ruh halimi toparlamaya çalışarak yola çıktım. Sis, hafif bir örtü gibi yer yüzünü kaplamış, her şeyi yumuşak ve belirsiz bir gölgeye bürümüş gibiydi. Eve vardığımda, Kubilay da en az benim kadar heyecanlı görünüyordu. Havuz kursu için gerekli olan malzemelerimizi alarak yola koyulduk. Kalbimdeki heyecanı dağıtmak için onunla sohbet etmeye karar verdim ama Kubilay, dur durak bilmeksizin sorular sormaya başladı. Her bir cümlesi bir başka bir soru içinde devam ederken, ben de sabırla yanıt vermeye çalıştım. O an, bu çocuğun dünyasının ne kadar geniş olduğunu bir kez daha fark ettim. "Alisa, bu yukardakiler ne?" diye sordu, gökyüzünü işaret ederek. Kafamı kaldırıp gösterdiği yere baktım. Bembeyaz bulutlar, gökyüzünde özgürce süzülüyordu. "Bulut." dedim gülümseyerek. Kubilay, hemen ardından merakla sordu: "Ne işe yarıyorlar? Bulutlar olmasa ne olur?" Hadi şimdi işin işinden çık çıkabilirsen! Kubilay'ın merak ettiği şeyler benim hiç dikkatimi çekmemişti. Zaman kazanmaya çalışıyordum. "Bulutlar ne işe mi yarıyor? Yavrucum, sana ne yediriyorlar bu nasıl bir öğrenme şevki?" Deyince başka bir soru daha yöneltmesi kısa sürdü: "Şevk ne demek?" Anlaşıldı küçük çocuklar bilmediği her şeyi merak ediyorlar ve sormaktan çekinmiyorlar. En kötüsü de cevabını almadan susmuyorlar. Kubilay’ın merak dolu soruları her zaman beni şaşırtıyordu. Sabırla yanıt vermeye devam ettim. “Şevk, bir şeyi öğrenmek veya yapmak için duyulan istek ve heves demektir. Yani senin her şeyi merak edip öğrenmek istemen, şevkli olduğunun bir göstergesi.” dedim gülümseyerek. Kubilay düşündü ve az önce yanıtsız bıraktığım soruyu tekrarladı: "Peki, bulutlar ne işe yarıyor?" Bu soruları eğlenceli bir şekilde yanıtlamak istiyordum. "Bulutlar, su buharını taşırlar." diye başladım. "Yağmur yağdığında, bulutlar yere su bırakır. Ayrıca gökyüzünü süslerler ve bazen gölgeler de oluştururlar." Kubilay, cevabımı beğenmişti. “Çok ilginç!” diye gülümserken gözlerindeki merak henüz dinmemişti. Birkaç saniye düşündükten sonra, “Peki, bulutlar nasıl oluşuyor?” diye sordu. Gülümsememi gizleyemeyerek, “Bulutlar, su buharının havaya yükselmesi ve soğuması sonucu oluşur. ” şeklinde yanıtladım. Kubilay derin bir sessizliğe gömülmüştü. Sanırım düşünüyordu. “Peki, ya bulutlar olmasaydı ne olurdu?” diye sorunca uygun bir cevap vermek için düşündüm. “Eğer bulutlar olmasaydı, yağmur, kar veya dolu gibi yağışlar oluşmazdı. Her şey susuz kalırdı. Ayrıca, güneşin zararlı ışınları dünyamızın iklimi değişebilirdi.” dedim. Cevabımın ardından gökyüzüne bakıp teşekkür eder gibi gülümsedi. "Bulutlar gerçekten de çok önemliymiş." Doğa sevgisini iliklerimize kadar işlerken cevap verdim: "Evet. Bulutlar doğanın dengesini korumakta önemli bir parça." Havuzun bulunduğu tesise vardığımızda, eğitmenimiz sıcak bir gülümsemeyle bizi karşıladı. “Merhaba Alisa Hanım, bugün Kubilay'la yalnız mı geldiniz?” diye sordu. “Evet, yalnız ikimiz geldik. Handan Hanım'ın işleri vardı. Kubilay'la ben ilgileniyorum.” diye yanıtladım. Eğitmen, anladığını belirttikten sonra Kubilay'ı oradakilerle tanıştırdı. Sakin bir köşeye geçip onu görebileceğim bir yere oturdum. Kubilay ilk derse başladığında, eğitmen yüzme teknikleri hakkında bilgi vererek çocukları suya alıştırmak için egzersizler yaptırmaya başladı. Havuzun karşı tarafında duran o adamı sanki bir yerlerde görmüş gibiydim. Gözü kapalı biraz düşündüm, onun dün piknik alanında sol köşedeki çimenlere oturup etrafı seyreden kişiye benzediğini fark ettim. Bir şekilde bugün burada karşımıza çıkması tuhaftı. Ona doğru baktığımı görünce, adam birden telaşa kapıldı; önündeki engele takılmaktan son anda kurtulup yüzünü diğer tarafa çevirdi ve hızla uzaklaştı. Sanki telefonla biriyle konuşuyormuş izlenimi vermeye çalışıyordu. Ara sıra başını hafifçe sallayıp bu tarafa bakıyordu. İçimden bir ses, bu adamın bizi her an takip ettiğini fısıldıyordu. O sırada Kubilay, “Alisa!” diye seslenince, bakışlarımı suyun içinde rahatça hareket eden çocuğa çevirdim. O, benden uzaklaştıkça, gözlerini Kubilay'a diken adamın ona zarar verebileceği düşüncesi içimi kemiriyordu. Kubilay daha fazla uzaklaşmadan buradan gitmemiz gerektiğine kendimi ikna etmem gerekiyordu. Fakat Kubilay o kadar mutluydu ki, gitmek istemeyeceğinden emindim. Birkaç dakika boyunca hiçbir şey olmadı, derken adama bir telefon geldi ve hızla havuz kenarından uzaklaştı. Tamamen havuzdan çıkıp gittiğinde, bir nebze olsun rahatladım. Şimdilik korkulacak bir şey yok gibi görünüyordu. Kursun sonuna geldiğimizde, Kubilay’ın yüzme yeteneklerini görmek benim için gerçekten gurur vericiydi. Yanıma gülerek geldi, elimden tutup arkadaşlarının yanına doğru sürükledi. Ama, burada daha fazla kalmanın tehlikeli olacağını düşündüm ve bunu ona belli etmeden söylemek istediğimde yüzü düştü. Onu üzmek, hayatta isteyeceğim en son şeydi. Dışarıda o adamı yine görebilir miyim endişesiyle etrafa bakındım ama kaybolmuş gibiydi. Kubilay’ın elini sıkıca tuttum. "Artık eve gidebiliriz. Bugün harika bir gün geçirdik!" diyerek onu neşelendirmeye çalıştım. Kubilay, "Bütün gün burada kalabilirdik!" dedi, ama onun sevinci benim kaygılarımı geçiştiremiyordu. En kısa yoldan evimize dönecektik. Zihnimde hâlâ o adamın gölgesi dolaşırken, Kubilay mutlu bir şekilde yanımda koşarak evin yolunu tuttu. Mutfağa giden Kubilay eliyle midesini göstererek çok aç olduğunu söylemeye çalıştı. Nezaket Hanım yemeğin henüz hazır olmadığını söyledi. Çantaları odasına götürmek için yukarı çıktım. Döndüğümde Kubilay salonda yoktu. Bahçeye gidişini hatırladım. Kadınlardan biri, Kubilay'ın dağıttıklarını toparlıyordu. Biraz önce kırmış olduğu vazonun parçalarını kaşlarını çatarak süpürüyordu. Dersten önce bir şeyler atıştırmak istiyordu ama Nezaket Hanım buna izin vermemişti. Bahçede oyun oynarken yanına gittim. Biraz sonra Nezaket Hanım elinde tepsiyle geldi. Aradan beş dakika geçtikten sonra Kubilay, sandviçini bitirip çimlere uzandı. Yanına oturup onunla sohbet etmeye başladık. "Alisa sence bir daha kurabiye canavarı gelir mi buraya?" "Sanmıyorum, çünkü senden çekiniyor." Başını yan tarafa çevirip masumca "Kurabiye canavarı bile buraya uğramazsa o zaman ben kimi kurtaracağım?" Deyince içimdeki burukluğa rağmen gülümsedim. "Önemli olan birini kurtarmak değil önemli olan kimseyi zor durumda bırakmamaktır." Diyerek mırıldandım. Kubilay, söylediklerimi duymamış gibi görünüyordu. Derse başlamadan önce aniden ayağa kalkıp hızla salona doğru yöneldi. Ben de, oturduğum çimlerin üzerine nasıl kalktığımı hatırlamıyorum; saniyeler içinde yanına ulaştığımda, duvardaki bir fotoğrafa gözlerini sabitlemişti. Fotoğrafta, genç ve yakışıklı bir adam, yanında sevimli bir yaşlı ile gülümseyerek poz vermişti."Onun burada ne işi var?" Dedi üzüntüyle. Fotoğrafı duvardan indirince avucumun içindeki serinliği hissettim. Sanki buz tutuyor gibiydim. Kubilay'in üzüldüğünü görünce nedense fotoğraftakilerin ölmüş olabileceğini düşünmüştüm. Bir çocuğa bir de fotoğrafa bakarken kapı çalmıştı. Burada çok oyalandığımızı fark edince Kubilay'la yukarı çıkıp ders yapmaya hazırlandık. Oturduğu sandalyede kıpırdanmaya başlayan Kubilay, öğrenme isteğiyle doluydu. Ders anlatmaya başlayacağım sırada açık kapıdan içeri girmekte olan adamı odanın içinde belirdiğini görünce elimdeki çerçeve hızla kayıp yere düştü. O ana kadar fotoğrafın elimde olduğunu bile unutmuştum. Adam dağılmış cam parçalarına kısa bir bakış attıktan sonra tuhaf bir ifadeyle yüzüme bakmıştı. O an her şey birbirine girmişti. Üzerimdeki şoku atlatmaya çalışıyordum çünkü bu kişi, fotoğraftaki genç ve yakışıklı adamdı. Kubilay ayağa kalkıp neşeyle "Aa Araf abi gelmiş!" Diyerek ona doğru koştu. Kaşlarımı çatıp bir anda gelen bu adamın kim olduğunu merak etmeye başladım. Yerdeki cam parçalarını toplayıp masanın yanındaki çöpe atarken bile onlardan gözümü ayırmamıştım. Adamın yüzünde bir gülümsemeyle açıklama yapma ihtiyacı duydu. "Sizi korkutup dersinizi bölmek istemezdim ama sürpriz yapmak için haber verilmez öyle değil mi?" Kubilay, Araf'la ilgilenirken, içimde bir karışıklık hissetmeye başladım. Bu adam, yüzündeki gülümseme ile birlikte, Kubilay’ın dünyasında önemli bir yere sahip gibi görünüyordu. Ama ben onu tanımıyordum. "Sürpriz yapmak için haber verilmez" dediğinde, sesindeki sıcaklık beni biraz rahatlatmıştı ama, içimdeki soru işaretleri kaybolmadı. Tarif edemediğim bir sis perdesi içimde dolaşırken, Kubilay dersi tamamen unutarak "Araf abi de geldiğine göre beraber daha çok oyun oynayabiliriz!" deyince adam, gülümsemişti. Ellerinden tutarak çocuğu ikna etmeye çalışıyordu. "Önce dersini bitir sonra seninle istediğin kadar oyun oynarız!" Son sözlerinden sonra bakışlarını bana yöneltmişti. Kubilay'dan uzaklaşıp ciddi bir ifadeyle yanıma yaklaşırken yerdeki kırık camlar arasındaki fotoğrafını eline alıp ayakkabılarıyla camlara basıyordu. Çıkan sesi umursamadan önce çerçeveye, sonra dikkatle bana bakmayı sürdürdü. "Bu fotoğrafın sizde ne işi var ve neden bu hâle geldi?" Adamın sorusu içimde soğuk bir rüzgar gibi dolaşırken, ne cevap vereceğimi düşündüm. Bakışlarımı yerdeki cam kırıklarından ayırıp karşımdakine yönelterek "Önce, siz odaya izinsiz girdiğiniz için bizden özür dilemelisiniz." Deyince adam, söylediğim cümle karşısında bir an donakaldı. Gözleri, garip bir karışıklık içinde parıldarken, bakışlarımı Kubilay'a çevirdim. Aramızdaki gerilimi hissetmediği için gülümseyerek bize bakmayı sürdürüyordu. Üstünlüğünü kaybetmek istemeyen adam, özür dileyecek gibi durmuyordu. "Buraya özür dilemeye değil sadece Kubilay’a sürpriz yapmak istemiştim." derken sesinde sabırlı bir ton vardı ama, böyle yaparak benimle alay ediyormuş hissini vermekle kalmayıp aynı zamanda elindeki fotoğrafı küstahça tutmaya devam ederek lütfeder gibi birkaç şey eklemeyi ihmal etmedi: "Yine de, izniniz olmadan içeri girmem doğru değildi." Samimiyetten uzak bir gülümsemeyle sözlerine yanıt verdim: "Anlayışınıza çok sevindik.." Sözlerimi daha fazla devam ettirmek istemedim. Buraya sadece kendisi konuşmaya gelmiş gibi, hiçbir şeye fırsat vermiyordu. Adam, elindeki kırık cam parçaları içinde kalmış çerçeveyi hafifçe kaldırdı. "Kırıldı ama her şeyin bir kolayı var öyle değil mi?" Sessiz oda içinde soğuk ses tonu yankılandı. Bu, hayatımda duyduğum en garip cümlelerden biri gibi geldi. Çalan telefon sesi dikkatimizi dağıtarak bizi kendimize getirince düşüncelerimi toparlayabilmiştim. Adam ekrandaki yazıya bakıp odadan uzaklaştığında Kubilay yanıma gelip elimi tutmuştu. "Canın acımıyor mu?" Diye soran çocuğa anlamsız bakış attıktan sonra gözlerim ellerimdeki kana takılmıştı. Kubilay'a masadan kalmamasını söyleyip elimi yıkamaya gittim. Musluğu açıp soğuk suyla ellerimi ovuşturduğumda yara temizlenmişti. İnce bir sızı vermeye devam eden parmağımı, kuruladıktan sonra yarabandıyla sarıp odaya döndüm. Birkaç dakika sonra cam kırıklarını temizlemeye gelen kadını görünce adamın gitmiş olduğunu düşündüm ve derin bir nefes alıp dersimize kaldığı yerden devam ettik. .. Bir saat sonra ara verdiğimizde aşağı inip Nezaket Hanım'a gelen adamın nereye gittiğini sordum. İşi çıktığını ve gitmesi gerektiğini söyleyince içimde tuhaf bir his oluşmuştu. Akşam yemeği için hazırlıklar tamamlanmıştı. Kubilay koşarak sandalyelerden birine oturdu. Özenle çatal bıçağı inceledi ve sonra eline aldı. Gülümseyerek bana, en sevdiği yemeğin köfte patates olduğunu söylerken sanki büyümüşte küçülmüş gibiydi. Handan Hanım ve eşini beklemeyecektik çünkü yine geç geleceklerini Nezaket Hanım'a haber vermişlerdi. Ben daha yemeğe başlamadan Kubilay çoktan karnını doyurmuş masadan kalkmıştı. Gözlerim onu ararken masanın sallandığını hissedince deprem oluyor zannettim ve refleksle ayağa fırladım. Kalbim hızla atarken elimi göğsüme koyduğum an, arkamdaki bir ses "Çok korkaksın Alisa" deyince ellerini sandalyeme koymuş tatlı yüzüyle gülümseyen Kubilay'ı gördüm. Sakin olmaya çalışarak uyardım: "Çok korkuttun beni. Bir daha yapma lütfen." "Ben.. seni korkuttuysam özür dilerim. Bir daha yapmayacağım söz veriyorum." Başını eğmiş koltuğa oturunca kendimi suçlu gibi hissettim. Bir şeyler yapmalıydım. Ama Ne? Bir türlü gelemeyen ilham kaynaklarıma teşekkürlerimi sunduktan sonra aklıma gelen ilk şeyi söyledim. "Hadi bakalım uyuma zamanın geldi." Başı hâlâ önünde oturuyordu. Sesimi duyunca heyecanla başını kaldırmıştı: "Uyumadan önce bana masal okur musun?" Diye sordu. "Okurum tabi." İşte onu mutlu etmemin bir yolunu bulmuştum. Beraber odasına gidip pijamalarını giymesine yardım ederken, Kubilay da yatağına uzanıp masal anlatmamı bekliyordu. Şimdi babaannemin zamanında bana anlattığı masalı hatırlama zamanıydı. "Bir varmış bir yokmuş... Zamanın birinde bir yaşlı nine ve bir keçi yaşarmış. Bu nine keçisini sağıp sütü satar ve onunla geçimini sağlarmış. Bir gün, oradan bir tilki geçmekteyken bakmış ki nine keçiyi sağıyor, sütünü alıp bir tahta kaba koyuyor. Tahta kabın da bir kenarı kırık imiş. Sonra, tilki gelmiş görmüş ki gerçekten de, nine sütünü sağmış oraya koymuş. Tilki derhal sütü içmiş ve gitmiş. Sonra, nine gelmiş, görmüş ki; gerçekten de, sütü yok olmuş. Ertesi gece de geldiğinde de yok olmuş. Öbür gece yine gelmiş, bakmış ki gerçekten de sütü tilki içiyormuş. Fakat nine kurnaz imiş. Kara zifti getirmiş tahta kabın dört kenarına sıvamış. Tilki gelip sütü içmiş ve gideceği zaman kuyruğu kopmuş, sonra tilkilerin içine gider ve diğer tilkiler onunla dalga geçince tilki “Gideyim rica edeyim, belki kuyruğumu geri alırım.” diye düşünür. Sonra ninenin yanına gitmiş ve demiş ki: “Nine gel, yapma böyle, kuyruğumu bana geri ver.” Bunun üzerine nine şöyle demiş: “Peki, sen benim sütümü ver, ben de senin kuyruğunu geri vereyim” Tilki, keçinin yanına gitmiş ve demiş ki:“Ey keçi, sen bana süt ver, sütü götürüp nineye vereyim, o da kuyruğumu bana geri versin.” demiş. Sonra keçi; “Sen bana bir ağaçtan yaprak alıp ver ki onu yiyip sana süt vereyim. Sen de sütü götürüp nineye veresin ve ondan kuyruğunu geri alasın.” Sonra tilki, ağaca gitmiş. Ağaç şöyle demiş: “Sen git suya, su getir, bana ver, içeyim ki sana yaprak vereyim. Onu keçiye götür, keçi sana süt versin; sütü götür, nineye ver; o da kuyruğunu sana geri versin.” Tilki suya gider ve su der ki: “Çiftçiye söyle, gelsin suyu tutsun, götürsün ağaca versin; ağaç da sana yaprak versin; sen yaprağı keçiye ver; keçi sana süt versin; sütü götür, nineye ver o da kuyruğunu sana geri versin.” Sonra tilki çiftçiye gider ve çiftçi der ki: “Git bana yemek için yumurta pişir getir, ben de bu suyu senin için tutayım. Onu al, ağaca götür,ağaç sana yaprak versin. Yaprağı keçiye ver, keçi sana süt versin. Sütü nineye ver, o da sana kuyruğunu versin.” Der. Sonra tilki, tavuğun yanına gider, tavuğa der: “Ey tavuk, bana yumurta ver ki, onu götürüp çiftçiye vereyim, yesin. O da bana su versin; suyu götürüp ağaca vereyim, ağaç bana yaprak versin; onu keçiye vereyim, o da bana süt versin; sütü götürüp nineye vereyim, o da bana kuyruğumu versin.” Tavuk tilkiden buğday ister. Tilki bakkala gider ondan buğday ister. Sonra bakkal der ki: “Pekala, ben sana buğday vereyim, götür tavuğa ver.” Tilki, buğdayı götürür, tavuğa verir; tavuk ona yumurta verir; tilki yumurtayı çiftçiye verir; çiftçi onu yer, doyar; gider ağaca su tutar; ağaç ona yaprak verir ve onu götürür keçiye verir; keçi ona süt verir; sütü götürüp nineye verir; nine de ona kuyruğunu geri verir." ¹ Uyuduğunu görünce üstünü örtüp sessizce odadan dışarı çıktım. Handan Hanım gelince ben de eve döndüm. İş günü sonunda, yorgun ama mutlu bir şekilde eve döndüm. Masal günümün nasıl geçtiğini sorduğunda ona gün boyunca yaptığımız aktiviteleri anlattım ve ben de onun gününü nasıl geçirdiğini dinlerken heyecanla anlatmaya başlamıştı: "Şimdi bizim okulda bi oğlan var. Daha doğrusu varmış da ben görmemişim! Yeni bugün gelmiş okula.. görsen taş, taşş! Ama çocuk kimseye yüz vermiyor, kimseyle konuşmuyor, böyle bi küçük dağları ben yarattım havalarında..." Arada duraksayıp konuşmasının devamını merak etmemi istiyor. Susup kalınca sormadan edemedim: "Anladım Masal, çocuk çok yakışıklı ve kimseyle muhatap olmuyor. E sonra ne oldu?" İstekli olduğumu görünce aynı tavırla devam etti: "Neyse biz dersteyiz tamam mı?" Araya gidip konuşmasını bölerek "Dersiniz neydi?" Diye sorduğumda kaşlarını çatarak cevap verdi: "Allah cezanı vermesin, ben ne anlatıyorum, sen neyi merak ediyorsun? Anlattığım şeyler içinde gerçekten bunu mu merak ediyorsun?!" "Tamam kızma, anlat." "Nerede kaldığımı unuttum?" Ciddi bir ifadeyle birkaç saniye düşündü. Hatırlamayınca ben söyledim: "En son çocuk derse giriyordu." "Tamam, dur hatırladım.. Biz ders işliyoruz bu geldi.. dersin ortasında kapıyı çalmadan yerine gidip oturdu. O ân sınıfta çıt çıkmadı. Herkes çocuğa bakıyor. Bizim akademisyen buna bir sinir oldu tabi!" "Niye sinir oldu?" "Vay efendim, sen hem geç gelip hem de kapıyı çalmadan içeri girmişsin diye buna bir konuştu bir konuştu! Bizim taş gibi oğlan da lafın altında kalmadı tabii, başladılar birbirlerine karşı laf yetiştirmeye.." "Bu taşın aman çocuğun adı yok mu sürekli taş diyorsun?" Kaşlarını kaldırıp düşündükten sonra "Adını bilmiyorum." Demişti ama en yakın zamanda tanışacaklarına adım gibi emindim. Alay ederek "Bak şimdi beni şaşırttın işte, nasıl oldu da sen, o çocuğun şeceresini çıkartmadın?" Diyerek onu kızdırmak istedim. Alayla gülümsedi. "Yarın gelirse öğrenirim." "Hiç kuşkum yok." "Yorgun görünüyorsun başını şişirdim galiba... Neyse ben gideyim sen biraz dinlen. İyi geceler." Bugünü de bitirmiştim. Masal'a iyi geceler dileyip uyumaya gittim. ¹ Kuyruğu Kesik Tilki Hikayesi |
0% |