20. Bölüm

20. Bölüm

madrabazbiryazar
madrabazbiryazar

Sabah, Masal'ın odasından gelen alarmlarla uyandım. Hanımefendi bu alarmları aslında benim için kuruyormuş gibi hiç üzerine alınmayarak uyumaya devam ediyordu. Güç bela yataktan kalkıp güzelim uykumu yarıda bırakarak ayaklandım. Odama geri döndüğümde telefonuma gelen bildirimlere baktım.

Dolandırıcılarım ve Araf'ın mesajlarını okuyup geri uyudum. Beyefendi aramak lüzumunda bulunmayıp kısa bir emir cümlesiyle herhalde, direkt oraya ışınlanacağımı zannederek şöyle yazmıştı.

Alisa yarın sabah erkenden şirkette ol.

Uykuya geçeceğim sıra, kapının sesiyle gözlerimi tekrar açmak zorunda kaldım. Dürbünden gelene bakınca sabah sabah yalı kazığı gibi dimdik ayakta bekleyen Memduh'a kapıyı açmayı unutmuş ve ne yapacağımı şaşırmıştım.

Kapıyı açıp ona "neden hâlâ hazırlanmadığımı" açıklamaya başladım: "Şey uyuyakalmışım da... Hemen geliyorum.." Bir şey söylemesine fırsat vermeden kapıyı olduğu gibi suratına kapatıp hızla odaya gittim ve yüzümü yıkayıp dolaptan elime geçen ilk kıyafeti giydim.

Memduh'un tuhaf bakışlarıyla yüzüme bakıyordu:"Ne oldu?" dedim. Şaşkın hâlini bir kenara bırakarak konuştu: "Hiç...Sadece bu kadar kısa sürede hazırlanmana şaşırdım." Geç kalma endişesiyle çabucak giyinmiştim.

Yola çıktık. Yolda uzun uzun sohbete dalmış, sanki yıllardır dostmuşuz gibi gülüp söylüyorduk. Sanırım, artık aramızdaki buzlar erimişti. Muhabbeti sona erdirip aşağı indim.

Daha şirkete girer girmez asistan yanıma gelip "Araf Bey'in beni odasında beklediğini" söyledi. Yukarı çıkıp kapısını tıklattım. Gel sesiyle, kendisine kırgın olduğumdan haberi olmayan yüzüne soğuk bir tavırla bakıp konuşmasını bekledim.

Önündeki dosyalardan başını kaldırdı: "Hah sen mi geldin? Otur Alisa, seninle konuşmak istediğim bir şeyler var." Eliyle karşısındaki koltuğu gösterdi.

Usulca yerime geçip oturdum. Sessizliğim dikkatini çekmişti. Yüzüme tuhaf bakıyordu. Sanki niye böyle davranıyorsun, der gibiydi. Anlamıştı tabii. Neden sonra düşüncelerimi saçma bularak Araf'ın her zamanki gibi davrandığını fark etmiştim. O, çoktan konuşmaya başlamıştı ve ne söylediğini dinlememiştim.

Araf'ı dinlemem gerektiğini söyleyen zihnim hâlâ daha söylenenlerden hiçbir şey anlamıyordu. Düşüncelerimi susturamadığım için Araf'ı susturup "Bir saniye ne söylediğini anlamadım." diyince yüzüme bir aptalmışım gibi baktı ya da bana öyle gelmişti. İyi ki de öyle söylediğini duymuştum. Artık her bakışında kötü ima sezermiş gibi oluyordum.

Araf onu dinlemediğimi fark edince kaşlarını çatıp sesini yükseltti: "Sen beni dinliyor musun? Duvara mı konuşuyorum iki saattir. Belli ki kafan başka bir yerde, sen en iyisi git bir gez dolaş, sonra konuşalım." O böyle söyleyince bir tavırla ayaklandım: "Senin de sinirlerin pek iyi değil galiba, ben bu ses tonuyla hiçbir şey konuşamam. Sana iyi günler." Son noktayı koyup odadan çıktım.

Uzun koridorda, Araf'ın haklı olduğunu söyleyen iç sesimle, ne olursa olsun daima beni haklı çıkaran sert tarafım birbirine girmişti.

İkisinin arasında, hatta koridorun tam ortasında kalakaldım. Arkamı dönüp Araf'ın ne söyleyeceğini duymak isterken kendimi dışarıda bulmuştum.

Şimdi gidip ne konuşacaktım ki onunla? Asıl mesele kapıyı çarpıp gittikten sonra geri dönüp hiçbir şey olmamış gibi davranmaktı, ama ben onu da yapmıştım. Tekrar konuşmak üzere kapısına doğru gittiğimde Araf'ın sesi koridorda yankılanıyordu. Söylediği sözlerle kapıyı çalmaktan vazgeçtim. Elim havada kalmıştı.

"Ya bırak Gökay, sabah iş görüşmesi için çağırdım. Hanımefendinin aklı bir karış havada. Bu kızdan tercüman falan olmaz kardeşim. Bırakalım kız kendi işini yapsın. Onu şirkete getirip başıma bela açmak istemiyorum. Dedeme söyle Alisa şirkette falan çalışmak istemiyormuş."

Konuşma bitince buraya niye geldiğimi çok iyi öğrenmiştim. Beyefendi bana şirkette iş teklif edecekmiş.

Kapıyı çalmadan içeri girip karşısına dikilerek dün ve bugünkü sözlerini bir de yüzüme söylemesini beklerken, açık pencereden cereyan eden kapı çat diye kapanmış ve içeri girişim korkunç olmuştu.

Araf, patavatsız Alisa'yla karşılaşmasına çok da şaşırmamıştı. Beni görüp "Bre gafil, sen kim oluyorsun da benim mekânıma destursuz girebiliyorsun, adab-ı muaşaret nedir bilmez misin? Nöbetçiler!" demesini beklerken elindeki telefonu masaya bırakıp arkasına yaslandı.

"İyi insan lafın üstüne gelirmiş." Gayet şakacı bir tavırla, "Kapıyı kırsaydın Alisa.." diye ekledi.

Yine bir şeyler ima ediyor zannıyla hemen tavrımı aldım: "Kusura bakmayın. Benim önceden rüzgarı hesap edip kapının çarpacağını hesap etmem gerekiyordu değil mi?"

Nihayet beyefendi beklediğim soruyu sormuş ve yanıma gelerek omuzlarımdan tutup koltuğa oturtmuştu.

"Sana bugün bir hâller olmuş. Bilmediğim bir ikizin falan mı var, nedir bu sendeki buhran?"

Araf cevap vermediğimi görünce sorusunu tekrarladı: "Alisa? Ne olduğunu anlatacak mısın?"

Ona, seni duydum desem. "Sen kapı mı dinliyorsun?" diyecekti. Bu yüzden niçin ona böyle davrandığımı anlatmadım: "Yok bir şeyim. Sadece biraz gerginim o kadar. Sen bana bir şey mi diyecektin?"

Konuyu değiştirdiğimi fark ediyordu. Tavrımı da. Yine de üstünde çok durmadı. "Onu şirkete getirip başıma bela açmak istemiyorum." Diyen Araf bana -galiba- dedesinin zoruyla iş teklifinde bulunacaktı.

"Diyecektim ki evde oturup çeviri yapacağına benimle şirkette çalışmak ister misin?"

"Ne iş yapacağım ki ben burada?"

"Tercümanlık."

"Fransızca mı? Ne işinize yaracak Fransızca benim bile yaramadı." diyecektim ki Araf devam etti: "Annen çok iyi bir Fransızca hocasıymış diye duydum."

"Duymuş muydun? E tabii ebeme kadar her şeyi araştırırsan duyman çok doğal..."

İnceden inceye iğnelediğimi fark etmişti: "Senin eben yoktu Alisa. Annen seni evde tek başına dünyaya getirdi. Yazık bir de tüp bebekmişsin."

Güya ben onu iğnelemiştim. Hemen itiraz ettim: "Kim çıkarıyor bu dedikoduları be! Bir de sen üvey evlatsın diyin de tam olsun bari."

"Annen ve babanın uzun süre çocuk sahibi olmamasına bakılırsa üvey evlat olma olasılığın yüksek ya da..."

"Ya da ne?"

"Ya da tüp bebeksin." Araf kötü adamlar gibi bir kahkaha attı. Neredeyse ağlayacaktım: "Neden benim bebekliğim hakkında konuşuyoruz? İş konuşalım." diyince gülmeyi bırakıp kendini toparladı: "Sen ne ara bu kadar alıngan oldun ya? Şaka yapıyorum, gül diye. Ben bu somurtkan kızı hiç sevmedim."

"Ne biçim şaka bu? Seni çöpten aldık diyen abi gibi... Ben üvey evlat falan değilim."

"Tamam değilsin."

Ayağa kalkıp "Tüp de değilim!" dedim, omuzlarımdan tutunca yerime oturdum. İmayla, "Tamam tüp de değilsin. Zaten o zamanlar tüp mü vardı?" diyerek bana çok eskiymişim gibi davranıyordu. "Ben daha yirmi beşime yeni girdim. Sen bana kötü davranıyorsun. Ben gidiyorum." Hemen çantamı alıp ayaklandım.

Araf'ın bütün çabaları boşa gidince oturduğu yerden "Gitmeye ne meraklısın Alisa? Kal işte..." demekle yetindi.

"Kalmamı isteyen sen misin yoksa deden mi?" Bunu öğrenmek istememin iki sebebi vardı. Araf'ın seçimiyle ikisinin de cevabı değişecekti.

"Ne fark eder ki?" dedi. İşte, bunu beklemiyordum ama ona da bir cevap bulmak zor olmamıştı: "İstenmediğim yerde durmak istemem." Bu cevabıma göre "Kalmanı ben istiyorum. İş teklifini de ben yapıyorum. Kabul ediyor musun?" diyerek yalan söylemeye devam etti. Gerçeklerden haberimin olduğunu ne bilecekti ki?

Ona doğru bir adım attım. Bana yaptıklarını burnundan getirmek istedim: "Tabii... Ferda'yı kovduğun gibi beni de kovacaksan neden olmasın. Kabul ediyorum."

"Ferda konusu kapat artık onun yerine birini çoktan buldum." Kadını kovduğu yetmiyormuş gibi hemen yerine başka birini bulmuştu. Bu adam bir şeyler karıştırıyor.

"Önemsiz bir şey için Ferda'yı kovduğuna hâlâ inanamıyorum. Telefonlarıma bile cevap vermiyor." Dedim.

Koltuğundan doğrulup aniden ciddileşerek sordu: "Sen Ferda'yı mı aradın?"

"Birkaç kez aradım ama açmadı." Rahatlar gibi oldu. O ân benden bir şeyler sakladığını hissettim.

Araf konuyu değiştirip "Artık sadece burada çalışacaksın. Carly'i evde görmeyeceksin." dedi ve çekmeceden iş sözleşmesini bulup bana verdi.

Altta duran imzama baktıktan sonra aklımdan geçen düşünceyle birlikte kağıdı önce ikiye sonra dörde yırttım. Bakışlarından sinirlendiğini anlıyordum ama sakin kalarak hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu: "Sözleşmeyi yırttığına göre anlaştık değil mi?"

Mutluymuşum gibi başımı salladım. Carly'den sonsuza kadar kurtulmuştum. Kravatın aynısını bulacağıma o da inanmıştı yoksa Carly'e gerçeği söylemek istemediği için mi bu teklifi sunmuştu? Korkak Herif!

Düşüncelerimi bir kenara bırakıp şimdi ne yapacağımı sorduğumda, "Şimdilik eve gidebilirsin ya da burada kal odanı düzenle. Sen bilirsin." dedi ve benimle birlikte aşağı katta güzelce bir odanın kapısını açarak eliyle içeri geçmem için yol verdi.

"Burası senin odan. Şurası da Olcay Hanım'ın masasıdır. Kendisi çalışırken biraz dağıtır." diye konuşmaya başlayınca oda arkadaşımla tanışmak istedim: "Olcay Hanım nerede kendisiyle bir tanışsaydım..."

"Sen zahmet etme.. o gelir seni bulur... Sen zahmet etme derken, onu biraz zor bulursun demek istiyorum. Koridorlarda kızıl saçlı, kırk elli yaşlarında, gözlüklü, minyon bir kadın görürsen hiç çekinme hemen tanış." dedi.

Ben bu sözlerin altında bir ima seziyordum. Sanki kadın çok ters biriymiş de gidip onunla tanışırsam bana günümü gösterecekmiş gibi konuşuyordu.

Bunu sormak istedim ama ondan önce başka bir şey sormam gerekiyordu: "Yanlış anlamazsan eğer canı isteyince işe gelen birini niye burada tutuyorsun?"

"Tutuyorum çünkü Olcay iyi bir tercüman. Ondan daha iyisini bulamam. Tamam biraz sorumsuz falan ama... Liyakat bazıları için sadece işini iyi yapabilmektir. Disiplin değildir."

Hem böyle söyleyip hem de çıkmadan önce "Elif, sana bildirmedikçe erken gelmene gerek yok." dedi sonrada çıkıp gitti. Böyle diyince de "Sen tembelsin. Erken kalkmayı sevmezsin. Aman diyim sen otur!" diye anlamıştım ama dışa vurmadım. Sonuçta bir tercümana ne gibi bir aciliyeti olabilirdi.

Masamda hiçbir şey yoktu. Kendimi patrona yakalanmış Kemal Sunal gibi boş boş otururken buldum. Derken kapı tıklatıldı ve hemen içeriye Gökay girdi.

"Naber canım? Duyduk ki torpille işe girmişsin?" Alaycı sözlerine gülerken sinsi bir ima seziyor gibiydim. Bu sinsi esprisine karşılık sadece şöyle diyebildim: "Torpil mi? Benim daha önce bu işte bir tecrübem var. Kusura bakma ama söylediğin söz güldürmekten ziyade incitiyor."

Normalde şakaya şakayla karşılık verirdim ama bu söz benim kanına dokunuyordu. Ne demek torpille işe girmek! Gökay esprisine ciddi yanıt verince "Burada sana ihtiyaçları olduklarını hiç sanmıyorum. Olcay vardı zaten, sana ne gerek vardı bilmiyorum." dedi. Yüzüme karşı bu kadar acımasızca konuşması canımı yaktı. Gökay kırıcı sözlerinin ardından çıkıp gittiğinde kendimi berbat hissetmeye başlamıştım.

Madem bana ihtiyaçları yoktu o zaman ne demeye beni buraya almışlardı? Aklıma bir tek neden geliyor: Hepsi Hamdi Dede'nin Araf'a baskısı...

Gerçekten de bir hafta boyunca, Gökay'ın dediği gibi bana ihtiyaçları olmadığını anlamıştım. Sadece bir haftada okuduğum kitapların sayısı tanıştığım insan sayısından daha fazlaydı. Kimse gelip gitmiyordu. Boş yere vaktimi kaybediyordum. Belki dışarıda çok da verimli saatler geçirmeyecektim ama hiç değilse canım sıkılmayacak, evde her istediğimi yapacak kadar özgür olacaktım. Bu masa başında uyunmuyordu bile!

İstifa dilekçemi yazıp Araf'a götürmek üzere ayaklanırken bu aralar çok sık şirkete uğrayan Gökay'ı koridorda Araf'ın odasına girdiğini görmüştüm. Bende peşinden gidip dilekçemi sunacaktım ama Gökay lafı uzatıyor, bir türlü konuşmama izin vermiyordu.

Araf’ın karşısındaki konumundan yararlanarak, Fransızlarla iş birliği yapmanın gereksiz olduğunu savunmaya çalışıyor, belki de kendi önyargılarını dillendiriyordu. Sakin ama kararlı bir sesle yanıt vermeye başladı. "Gökay cahil cahil konuşma! Bu iş, bizim hem varlığımızı sürdürmemiz hem de büyümemiz için çok önemli."

Gökay tüm bunlara rağmen umursamaz ve "aman ne işe yarayacak" tavırlarına devam etti: "Anlaşma manlaşma yok. Fransızlarla ne işimiz var bizim?" deyince Araf sinirlendi.

"Sen bu işlerden hiç anlamıyorsun. O yüzden sen karışmazsan iyi edersin." Arada kaynayıp gidiyordum. Gökay hiç susmuyordu. İkisi de beni görmüyor, boyuna konuşuyordu. Yalandan bir iki öksürüp dikkatlerini üzerime çekmek yerine istifa dilekçemi masaya bırakıp kaçmak daha mantıklı gelmişti. Bunlarda, burada birbirlerini mi öldürüyorlar hiç umrumda değildi. Hemen bir iki adım öne atılıp hızlıca dilekçemi masaya bırakarak kapıyı açtım. Tam çıkacaktım ki Araf seslendi: "Bir dakika bu ne?" Kağıdı okuduktan sonra tepkisini beklemeden odadan çıktım. Araf istifa dilekçemi görünce hemen ardından yanıma geldi.

Elindeki kağıdı "Bu ne Alisa?" diyerek salladı ve dilekçemi önce ikiye daha sonra dörde yırttı: "İstifan kabul edilmedi. Tam da sana en ihtiyacımız olduğu ânda öyle çıkıp gidemezsin. Yarın için hazır ol çünkü Fransızlarla ilk toplantımızı yapacağız." Bu işi yapmamızdaki öneminden bahsederek beni gönderdi.

Odama döndüğümde içeride Araf'ın tarif ettiği Olcay Hanım'ı görmüş ve hiç de düşündüğüm gibi ters bir kadın olmadığını fark etmiştim. İşimiz olmayınca beni şirketteki çalışanların yanına götürüp tanıştırdı.

Çalışanların çoğu Araf gibi çalışkan, işinde gücündeydiler. Ortada boş boş dönen bir ben bir de Olcay Hanım'dı. Çok göze batıyorduk.

Bir bahane bulup yanlarından ayrılarak odama geri döndüm. Ertesi gün hazırlıklar tamamlanırken gözüme bir damla uyku girmemişti. Kahvaltı yapmaya da iştahım gelmeyince berbat bir şekilde işe gitmiştim. Araf'ın "hazırlan" demesine rağmen içimde fena hâlde zıtlaşan biri vardı. Elif uykusuz hâlimi görüp "Korkunç görünüyorsun!" dedi. Kahvaltı yapmadığımı söyleyince zorla bir şeyler yedirdi. Yetmemiş gibi uçmuş benzimi renklendirmek istedi.

Kız, elinden gelse yanağıma iki tokatla görünüşümü güzelleştirmeye çalışacaktı. Stres altındayken hiçbir şeye odaklanamıyordum. Elindeki fırçalardan kaçıp toplantıdan önce hazırlıklarımı yaptım.

Uzun zaman sonra tekrardan tercümanlık yapmak beni korkutmuyor, heyecanlandırmıyor, sevindirmiyordu. Kendimi boşlukta gibi hissettim. Gökay, toplantı odasına gelip beni görünce "O kadar da mühim adamlar değiller lan. Araf da uyuyamamış tüm gün. Manyak mısın kardeşim siz? Ne bu Fransız merakı ben anlamış değilim? Bu kadar heyecan fazla ama!" dedi. Hiç gülesim yoktu. Bunaltıcı hava Gökay'ın söylediğiyle dağılmış ve sinirlerim bozulmuştu. Gülmeye başladım.

"Asıl sendeki bu Fransız düşmanlığı neden?" diye sorduğumda, kendimi toparlamıştım: "Ne güzel iş yapacaklar işte, sevinsene."

O bu işi neden istemediğini anlatırken asıl sorununun Fransızlarla değil Araf'ın olduğunu söylüyordu: "Bu şirkette bende söz sahibiyim ama kimse beni tınlamıyor. Araf Bey bana sormadan çoktan kararını vermiş. İki gün şirkete gelmedik diye böyle de olmaz canım!"

Gökay'ın küçülmeye çalıştığı "iki gün" ile Araf'ın içeri girip "Altı ay Gökay, altı aydır bütün işleri ben yapıyorum." demesi üzerine, konuşmaya devam etti: "Zaten gelsen de pek bir şey değişmiyor ne de olsa etliye sütlüye karışmıyorsun. Sahi, istemiyorsan eğer hisseni bana verebilirsin... Senin yerine Macit Bey'le ortak olurum, daha iyi olur..."

Adam hemen hissesinden vazgeçmiş gibi konuşmaya başladı: "Hissemde gözü olan çok! Asıl mesele o değil... Sen kadar veriyorsun? "

Araf kaşlarını çatıp sordu: "Kimmiş hissende gözü olan?"

"Başta Erdal ve Süreyya Hanım ve de senin ruh hastası sevgilin Carly... Hiç öyle beni seviyor havalarına girme. Bu karı manyak! Sırf seni biraz daha görebilmek için ticarete atılıyor inanabiliyor musun?" Duyduklarıma pek de şaşırmıyordum. Carly, Araf için gerçekten de her şeyi yapabilecek bir tipti.

Onlar tartışmaya devam ettiği sırada Elif gelip "beklenen misafirlerin geldiğini" haber verince konuşma bitti. Toplantı başlamıştı. Karşılıklı el sıkışmalar bittiğinde masanın etrafında oturanlar, yüzlerindeki ciddiyetle Araf'ı dinlemeye başladı. Konuşma biter bitmez söylediklerini Fransızca'ya aktardım. Cümlelerimde akıcılığı sağlamak için uygun kelimeleri seçmeye özen gösteriyordum. Onlar beni merakla dinliyordu. Karşımdaki kadının yüzünde memnuniyet ifadesi belirmişti.

Dinleyicilerin birbirlerine anlattığı küçük fısıldamalar sonucunda ortadaki iri yarı, esmer bir adam “Biz de işbirliğini geliştirmenin yollarını arıyoruz.” dedi. Araf'a bunu söyleyince Gökay hariç herkesin yüzü gülmeye başladı.

Toplantı bittiğinde adamlar önündeki dosyayı kapatıp ayaklandılar.

*

Araf odasında yerini alarak "Bugün çok iyi iş çıkardın. Galiba senin bir beceriksiz olduğun konusunda yanılmışım." dedi ve gülümsedi. İlk başta sıradan bir övgü gibi görünen bu sözler, içimdeki öfke kabartmıştı. Kendimi tutamadım: "Sadece beceriksiz değil aynı zamanda ahmak ve tembelim de..." Ne söylediğimi gayet iyi bildiği hâlde, bilmiyormuş gibi bir ciddiyetle yüzüme baktı: "Bizi duydun demek.. İyi, o zaman yüzüne söylememe gerek kalmadı."

Gökay, odanın köşesinde sessizce durarak gözlerini bize dikmişti: "Beni buraya hakaret etmek için mi çağırdınız?" Dedim. Gözlerimden uyku akıyordu. Araf bunu görmezden geliyor ve "Hakaret falan yok. Ben senin patronunum. Sana gösterdiğim toleransı hiçbir patron yapmaz. Kişisel meselelerini iş hayatına karıştırma..." diyordu. Kan beynime sıçradı. Kelimelerin, asi bir şekilde çıkmasını beklerken gayet sakin tavırla karşımdakini dinliyordum. Düşünceler sadece zihnimde yankılanıyordu. "O zaman siz bu toleransınızı alın, müsait bir çalışanınıza yapın olur mu?" demek istiyordum ama dilimin ucunda kalan sözleri telaffuz etmek yerine kendi içimde bir sinir krizi geçiriyordum.

Önemli bir iş için Fransa'ya gideceğini söylerken odaya Carly girmesiyle Araf'ın söyledikleri yarıda kesildi. Devamını getiremedi. "Sen çık Alisa, Elif sana ne yapacağını bildirir." diyerek beni adeta kovar gibi gönderdi.

Kapının önünde bekleyen Elif'le karşılaşınca bana bildireceği şeyi soracaktım ama Carly'nin tavırla odadan çıkması bana soracağımı unutturmuş ve Araf, Elif'i odaya çağırmıştı. Günah keçisi gibi her haltı kıza yükleyip bir güzel azarladıktan sonra onu da huzurundan kovdu.

İçeri girip şuna bir "Ne yapıyorsun?" Demek istiyordum. Araf'ın bu gerginliğinin altında yatan sebebi merak ettim. Bilmediğim bir şeyler mi oluyordu? Benim yüzümden miydi? Kendi meseleleri yüzünden mi? Bir ânda bu fikir zihnime yerleşti: Araf'ın şahsi meselesi olamaz.

Odama gidip sıkıntıdan boş bulduğum bir kağıda resim çiziyordum. Bu konuda gerçekten de çok kötüydüm ancak yine de bir şeyler karalayarak zamanımı öldürüyor, çöpe atıyordum. Karman çorman çizgiler arasında geçen on beş dakikadan sonra işten çıktım. Eve gidip bir şeyler atıştırırken bilinmeyen bir numaradan telefonuma bir mesaj geldi.

Bizden kurtulamazsın!

Bir an için mesajı okuduktan sonra bu belirsiz tehditten korkmaya başladım. Derken lambanın gidip geldiğini ve tamamen karanlığa gömüldüğü esnada işte, dedim. Beni buldular!

Kalbim korkuyla çarpıyordu. Zilin sesiyle neredeyse ruhumu teslim edecektim. Başıma geleceklerden korkup elime geçen ilk bıçağı kaptım. Kapıdakinin Erdal olduğunu düşünerek, elimdeki bıçağı sıkıca kavradım.

Apartmanın lambası yanıyordu. Dürbünden bakınca Masal'ın kapıyı açmaya çalıştığını gördüm. Elimdeki bıçağı yere atıp onu içeri aldım.

Apartmanın ışığı içeri dolmuş ve Masal karanlıkta, rengi uçmuş benzimi görmüyordu.

Kapıda sıkışan anahtarını güç bela çıkarıp lambayı yaktı. Koridorun aydınlanmasıyla gözümü tavana dikip rahat bir nefes aldım. Korktuğum gibi bir şey olmuyordu. Atılan tehdit mesajı Erdal'ın psikolojik baskısından başka bir şey değildi. Korktuğumu Masal'a yansıtmamaya çalıştım.

Mesajdan Araf'ı haberdâr etmek gerekiyor ama bugünlerde onun da huyu suyu çok değişmişti. Aramaya, bir şey sormaya çekinir olmuştum. Masal'a bile hiçbir şey söyleyemiyordum. Hiç bu kadar yalnız olduğumu hissetmemiştim. Masal kendi köşesine çekilmiş, derslerine çalışıyordu. Araf işiyle ilgileniyor, kimseyi görmüyordu.

O gece beklediğim gibi korkunç bir şey olmamıştı. Aşağıda Kenan ve Memduh varlığını görmek beni bir nebze olsun rahatlatsa da benim yüzümden uykusuz kalıyor, boş yere bekliyorlardı. Ne annemin ölümüne, ne babamın öldürülüşüne ne de tüm bu yaşananlara inanamıyordum. Hayatım bir ânda freni patlamış kamyon gibi yokuş aşağı kaymaya başlamıştı. Babam yaptığı iyiliğin karşılığında Erdal gibi bir düşman, Hamdi Dede gibi bir dost kazanmıştı.

Bir aralık uykuya dalar gibi olduğumda odama biri girdi. Üstüme abandığında korkuyla yataktan sıçradım. Kabustan uyanıp başka bir kabusa dalmak üzere tekrar uyudum. Sabaha doğru uykuya dalmış ve bir daha uyanmamıştım. Telefonumun sesi derinlerden geliyordu. Gözümü açıp gerçekten de telefonumun çaldığını fark edince yatağımın altına düşen telefonu güç bela kapanmadan açıverdim.

Elif şirkete niye gelmediğimi sordu. Duvardaki saati görmemle telefonu kapattım. Saat on ikiye geliyordu. Nasıl bu kadar derin uyuyabildiğime kızarken hızlıca hazırlanıp yola çıktım. On iki buçukta ancak şirkete gelebilmiştim. Herkes öğle yemeğindeydi. Araf'ın koridorun sonunda belirmesiyle, geç kalışıma ne bahane bulacağımı düşünerek ona doğru gittim. Yalan söyleyerek kendimi küçültmek istemiyordum. Ona doğruyu söyleyecektim.

Büyük bir utançla kapısını tıklattım. Bu patron çalışan ilişkisinden tiksinmeye başlamıştım.

Beni görür görmez elindeki işi bırakıp arkasına yaslandı. Belli belirsiz bir alayla sordu: "İyi uyudun mu Alisa?" Söyleyeceklerimi unutup dudaklarımın ucunda beliren gülüşü bastırmaya, ciddi kalmaya çalışıyordum.

Kendimi toparlayıp kaşlarımı çatarak "Kusura bakmayın uyuyakalmışım." deyince yüzünde kayıtsız bir ifade belirdi. Şirketteki tüm çalışanlarını özenle seçerken, benim gibi "tembel" ve sorumsuz birini görmekten pişmanlık duyuyor gibiydi.

İçimde kıyameti yaşamak yerine bunu ona söylemeliydim. Telefonuma gelen tehdit mesajından, dedesine verdiği sözün "öylesine verilmiş olduğunu, bu işi sırf dedesi istedi diye kabul ettiğini" arada bir yere sokuşturup, gitmek istediğimi söyledim. Araf sustu. Sözlerimde ciddi olup olmadığımı düşünüyor ve hiçbir şey söylemiyordu. Sonunda konuştu: "Gitmek istiyorsan seni zorlayamam ama şunu bil ki Erdal peşini bırakmayacak."

"Erdaldan korkmuyorum." dedim. Yıllardır korku içinde, her ân bir şey olacak diye bekleye bekleye paranoyaklıktan başka hiçbir şey olduğu yoktu. Biraz da buna güvenmiştim.

"Ani kararlar veriyorsun. Bence sen bugün eve git ve düşün. Basit şeyler yaşamadın biliyorum ama kendine çeki düzen vermen gerekiyor." Ve daha nice özlü sözlerle beni eve gönderip iyice düşünmemi söylediğinde eve gitmek istemedim.

Odada Olcay'a yardım edip bütün gün düşüncelerimi susturmaya çalıştım. Şirkette herkes gitmişti. Ortada kimseyi göremeyince bende çıkmak için ceketimi alıp ışığı söndürdüm. Koridorda Araf'ın sesini duydum: "Sen daha benden ne istiyorsun?" Başımı çevirip Araf'ın, dedesiyle bağırarak konuştuğunu gördüm. İkisi de öyle dalmıştı ki beni görmüyordu.

Kendisine hiç de yakışmayan ses tonuyla "Ölmüşse yapayım?" diyordu. Kaşlarım çatıldı. Hamdi Dedenin sesi cılız çıkarken Araf'ın söyledikleri çok net duyuluyordu: "Benim kimseye borcum falan yok. Kızına karşı bu kadar iyi olmamıza da gerek yok. Koru dedin koruduk. İşe al dedin aldık. Daha ne istiyorsun?" dedesi, Araf'ı sakinleştirmek için bir şeyler söylerken adamı dinlemeden önümden geçip gitti. Sinirliydi.

Hamdi Dede mahzun bir şekilde arkasından baktı. Beni fark edince yanıma gelip "Carly'i evden kovup seni koruyuşum hoşuna gitmedi." dedi. Ortaya öyle bir fitne sokmuştu ki niyetini çözmek pek mümkün değildi.

"Araf ne borcundan bahsediyor? Babamın bununla ne ilgisi var?" diye sorduğumda, Hamdi Dede alakasız şeyler söyleyerek konuyu dağıtıyordu: "Ne borcu? Borç falan yok. Araf'ın Carly'le kalmasından rahatsız oluyorum diye sana olan vefa borcumuzdan bahsediyordum. O da anlamazlıktan geliyor... Şimdi bana kızar da, gider o gavurla evlenir diye ödüm kopuyor."

"Korkmayın. O, birine kızıp da hayatını tümden değiştirecek kararlar almaz."

"Biliyorum ama işte bana nasıl bağırdığını gördün. Hiç saygı da kalmamış!"

Cevap veremedim. Araf kendisinden beklenmedik bir hareketle dedesine bağırırken sanki o sakin, mülayim adam gitmiş yerine, ağzıyla ateş püskürten ejderha gelmiş gibiydi.

Çekip gitmesi de hiç onluk değildi. Dede hiç pişman olmamıştı yaptığından "Ne işi var o şarlatanın bekâr adamın evinde!" diye söyleniyor, yetmiyor, bir de ona katılmamı bekliyordu. "Öyle değil mi?"

Fikrimi açıkladım: "Yani.. Beni pek ilgilendirmiyor Hamdi Dede. Maalesef size bu konuda katılmıyorum. Bu yaptığınız Araf'la aranızı açabilir."

Dedenin kaşları çatıldı: "O kızda biraz ar olsa kendini hiç bu hâllere düşürmez. Onu evden göndermekle iyi yaptım. Hiçbir şey olmamış gibi benim torunuma bir daha yanaşamaz. İzin vermem!"

Koridorda daha fazla oyalanmadan kapıya doğru yürüdük. Memduh yanımıza gelip arabanın hazır olduğunu söylediğinde dede, ateşli konuşmasına ara verip, sanki hiç sinirlenmemiş gibi çıkıp gitti.

Eve geldiğimde Masal yine ders çalışıyordu. Beni görünce elindeki kalemi bırakıp şüpheyle yüzüme baktı. Bakışlarından, evde garip bir şeylerin döndüğünü hissetmeye başlamıştım. Bozuntuya vermeyip Masal'ın bakışlarındaki garipliği çözmek için gülümsedim.

Masada duran gazeteyi gördüm. Manteşi okuyunca yüzümdeki gülümseme yavaş yavaş silindi. Seher'in cinayet haberini yıllar sonra karşımda görmek, beni ilk günkü gibi ürpertmişti.

Masal oturduğu yerden kalkarak gazeteyi eline aldı: "Sen bu gazeteyi neden evde saklıyorsun Alisa?" diye sorduğunda bir ân ona yalan söylemeyi düşünürken bir yandan da her şeyi söyleyip kurtulmak istedim.

Anlatacağım hiçbir yalana inanmayacaktı. Seher'le olan fotoğraflarımızı gördüğünde, ona arkadaşımın benim yüzünden öldürüldüğünü söylememiştim. Bir açıklama bekliyordu. "Bana arkadaşının öldürüldüğünü neden söylemedin?"

Sustum. Yalan söylemek istemiyordum. Masal'ın gerçekleri duyduktan sonra anlayışla karşılamasını beklemek aptallık olurdu. Kendime yeni bir hayat kurmuşken bunu bozamazdım.

Sessizlikle geçen her dakika ikimizi de geriyordu. Dayanamayıp sordu: "Benden ne saklıyorsun?" Yutkunamadım. Bir şeyler söylemek istiyorum, ama söylersem de sonum olacağını biliyordum. Gerçeği öğrendiğinde benimle yaşamak istemeyecekti. Eski günlere geri dönecektim...

Ses vermediğimi görünce yanıma gelip kolumu sarstı: "Niye böyle garip davranıyorsun Alisa, gerçeği anlatsana bana. Arkadaşına ne oldu?"

Derin bir nefes alıp Masal'a her şeyi anlatmaya karar verdim. İçimde bu kararı anlat kurtul diyen de vardı. Hayır anlatma sonun olur diyende ama yine de susmadım. Her şeyi anlattım:

"...Küçükken şımarık, ipe sapa gelmez, bir kızdım. Tek çocuktum diye kimse de bir şey demezdi bana. Annem babam zar zor çocuk sahibi olmuştu çünkü. O zamanlar bize, kızıyla birlikte temizliğe gelen bir kadın vardı: Cennet. Seher bu kadının kızıydı. Onunla arkadaş olmuştum. Tek arkadaşım Seher olmuştu.

Çocukken yalnız bir kızdım. Beni pek sevmezlerdi. Bende onları sevmezdim ama Seher'le iyi anlaşıyorduk. Onu kardeşim bilirdim. O da beni. Gerçi Seher'in kalabalık bir ailesi vardı ama o pek ailesini sevmezdi.

Çocukluğumuzu beraber geçirmiştik... Sonra babamın öğretmenlikten istifa edip bankada işe girmesiyle işin rengi değişti. O zamanlar kimse hayatımızın alt üst olacağını bilmediği için gülüp eğlenirdi.

Rahmetli babam samimi ve dürüst bir adamdı zaten başına ne geldiyse bu dürüstlüğü yüzünden geldi. Birileri onu yolsuzluğa itip bankadan kendi zimmetine para geçirmeyi teklif ettiğinde şiddetle karşı çıktı.

Evde bir şeyler ters döndüğünü hissediyordum... Onlar istedikleri şeyi başarmışlardı. Babamı tehditle şantajla kendi pis işlerinde kullanırlarken yüklü bir miktarda parayı Erdal adında, her türlü pisliği yapan bir adama vermesi gerekiyordu. Bunu bankanın öğrendiği ân sonu olacağını biliyordu.

Babam korkunç bir ikilemin arasında kalmıştı. O zamanlar Hamdi adında bir kabadayıya güvenerek paraları sahtesiyle değiştirip Erdal'ın hain planını batırdı. Paralar bankada kaldı.

Babam izini kaybettirdi. Bizde uzunca bir süre yurt dışında kaldık. Üniversiteyi orada okudum. Erdal denen o soysuz, babamın cinayetinden sorumlu tutularak hapsedilmişti. Büyük bir beladan kurtulmuştuk, ama artık babam yoktu. Bazı şeylerin, değerinin sonradan bilinmesi insana acıdan başka ne verir ki?"

Cümlemin devamını getiremediğimi görünce gözleri doldu. Artık bana sorgular gibi bakmıyordu. Bir ân önce tüm gerçekleri anlatıp gitmek istiyordum. Kendimi acındırmak gibi bir niyetim yoktu.

"Babamın ölümünden sonra her şey düzeldi zannettim. Eksiktim.. ama yaşamaya devam ettim. Paralar suyunu çekmeye başladığında annemle memlekete geri döndük.

Çocukluğumu geçirdiğim evi maalesef satmak zorunda kaldık. Uzun bir süre daha rahat bir şekilde yaşarken her şeyi oluruna bırakmıştım. Artık ne umut etmek istiyordum ne de çabalamak...Olursa olur olmazsa cehenneme kadar yolu var deyip hayatıma kaldığı yerden devam ederken hastalıkla cebelleşen annemi kaybettim. Tam da ona en ihtiyacım olduğu anda vefat etti. Akışına bıraktığım hayata isyan etmeye başladım. Ta ki hiçbir şeyi geri getiremeyeceğimi anlayana kadar...

Tek kalınca birilerinin bana sahip çıkacağını zannettim. O zamanlar tek başıma olmak beni korkutuyordu. Cenazeden sonra bütün akrabalar dağıldı. Kimseden ses çıkmadı.

Amcam beni yanına almak istemişti. Bir süre yengemin söylenmelerine rağmen birkaç hafta yanlarında kaldım. Kendime bir iş bulduktan sonra, yalnız kalmak bu kadına muhtaç olmaktan iyidir diyerek oradan ayrıldım.

O zamanlar Erdal hapisten çıktığını bilmeden rahat bir hayat sürüyordum. Artık çıksa da akıllanmıştır diye düşündüm. Meğer herif içeride beni öldürmek için gün sayıyormuş."

Gözleri dehşetle açıldı: "Seher'e ne oldu peki?"

"Erdal beni tehdit edince aklıma polisten başka kimse gelmedi. Tek başıma böyle bir pislikle nasıl mücadele edebilirim ki? Gittim polise. Sonra da kaçtım gittim. Erdal benim izimi bulmuştu ancak ben kaçmıştım. O manyak da arkadaşımı öldürüp sıra sana da gelecek! diye mesajlar atmıştı. Polis, Erdal'ın peşine düştü. Erdal da benim peşime... Onu tekrar yakaladılar. Cinayete azmettirdiği ispat edilemeyince suç, adamlarından birine kaldı. Ben de buraya geldim. Kendime kalacak yer ararken sizin apartmandaki kavgaya şahit oldum. Kirayı bölüşebileceğin bir ev arkadaşı aradığını duyunca sevincimden havalara uçtum. Sana kendimi olduğundan farklı bir şekilde anlatmadım. Neysem oyum. Sana asla oynamadım. Eğer git dersen hemen şimdi giderim."

Gözlerini benden ayırmadan duruyordu. Karışık bir yüz ifadesiyle açıklamalarımı sindirmeye çalışıyordu.

Ona karşı mahcuptum: "Özür dilerim Masal, özürüm bana olan güvenini geri getirmez biliyorum ama inan bana elimden başka hiçbir şey gelmiyor." Hemen ayaklandım. O da benimle birlikte ayaklandı.

Benden bu derece şüphe etmesini anlıyordum zaten bunu anlayışla karşılamasını da beklemiyordum. Seher gibi olmaktan korkuyordu o da.

Başım dönüyordu. Masal’ın sesi zihnimde yankılanıyordu. Birden tüm gücümün tükendiğini hissederek düşecek gibi oldum. Yüzündeki o kırgın ifade bir anda belirsizleşmeye ve uzaklaşmaya başladı.

Gözlerim kapandı. Son gördüğüm şey Masal'ın korkuyla bana bakmasıydı. Birden, karanlıktan dikkatlice yüzümde bir sıcaklık hissetmeye başladım. Masal’ın parmakları, kafamı nazikçe okşarken gözlerimi açtım. Dünya yeniden canlı renklere büründü. O endişeli gözlerle bakıyordu.

Bölüm : 01.08.2024 22:35 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...