
Özenle hazırlanmış bir şekilde dışarı çıktığımda, Memduh peşimden geleceğini belli eder gibi arabayı çalıştırdı. Umursamayıp arabama bindim.
Aynadan ona bakıyordum. Memduh'un numarasını bulup beni takip etmemesini söyledikten sonra hızla oradan uzaklaştım.
Buluşacağımız mekâna varınca, Stephan'ın olduğu tarafa yaklaştım. Yıllar sonra görüşme fırsatı bulduğumuz için çok sevinmişti. Balayından döndüğünü söyleyince tebrik edecektim ki, eşi makyajını tazelemeyi bitirip yanımıza geldi.
Yeşil gözlü, uzun boylu, manken gibi bir kadındı. Samimi bir gülümsemeyle elimi sıktı. Stephan, balayında gezdiği yerlerin manzaralarından söz etmeye başladı.
Yemekler sipariş edildi. Sohbetimizin ortasında telefonum çalınca Stephan susmuştu. Önemli biri olmadığını üstündeki yazıyı görünce anlamış, özür diledikten sonra telefonumu sessizde bırakmıştım.
Tekrar kaldığı yerden anlatmaya devam etti. Hâlâ hayatımda biri olmadığına inanamıyordu. Eşine dönüp üniversitede bölüm birincisi olduğumu anlatıp, hiç boş durmadığımdan ve sürekli çalıştığımdan bahsetti.
Gecenin sonunda Fransa'ya tekrar gelirsem mutlaka görüşmeyi teklif etmişlerdi. Bir daha oraya gitmek benim için bir hayal gibiydi.
Eve döndüğümde henüz saat on olmamıştı. Yarı karanlıkta ilerleyip mutfak masasında oturdum. Üniversitedeki başarılarımdan bahsettiklerini hatırladım, gözlerim dolmuştu. Yarın sınav sonuçlarım açıklanınca başarısız olmaktan korkuyordum. Anneme verdiğim sözü tutamazsam, kendimi toparlamamın mümkün olmayacağını hissedip ağladım.
Benimle aynı saatte ayakta olan Masal, heyecanlanmamı söylüyordu. Kazanamazsam üzülmememi, tekrar şansımı deneyebileceğimi ama bir yandan da kazanacağımdan eminmiş gibi rahatça konuşuyordu.
Sabaha kadar gözüme uyku girmemişti. Sisteme girip de sonucu göremediğim her saniye - içimde - kaybettiğimi haykıran hissin bir an önce bitmesini diliyordum.
Hiç beklemediğim anda açılan sayfayı gördüğümde Masal'a sarılarak ağlamaya başladım. Akan gözyaşlarıma engel olamayıp benimle birlikte sevinen arkadaşım, mutluluğuma ortak olup başarımı kutluyordu.
O akşam bu güzel haberi kutlamaya karar verdik. Arabaya binip emniyet kemeri takınca Memduh, kendi aracından inerek bize doğru geldi ve kapıyı açıp arka koltuğa oturdu.
Dikiz aynasından bakarak göz teması kurduğum Memduh, çok mutlu görünüyordu: "Hadi gidelim kızlar. Bence de güzel bir kutlamayı hak ettik. Bu arada baba senin adına çok sevindi. Kutlama için sizi yemeğe çıkaracak."
Masal, arkasını dönüp ağzı kulaklarında olan adama merakla sordu: "Bir dakika, sen niye mutlusun?"
Taş gibi ağır elini omzuma vurup söyledi: "Senin sayende girdiğimiz iddiayı kazandım. Gerçi paranın yarısını paylaşacağız ama olsun. Yine az buz para değil."
Masal şüpheyle sordu: "Ne parası? Ne diyorsun, Memduh? Doğru dürüst anlat şunu."
"Ben, Kemal, Araf abi, Gökay abi, sen sınava girdiğin gün bir iddiaya girdik. Üstüne para bile koyduk. Kemal kazanamaz dedi. Biz de tam tersini söyledik. Yani anlayacağın, Kemal bugün kaybetmiş oldu. Hadi babayı bekletmeyelim, çabuk gidelim, yolda geri kalanını anlatırım. Bizi bekliyorlar, geç kalıyoruz."
Yola çıktığımızdan beri susmak bilmeyen Memduh, Kemal'in nasıl pisi pisine kaybettiğini ballandıra ballandıra anlatırken konudan konuya atlayarak yirmi dakikalık yolun sonuna kadar hiç susmadı.
Tarif ettiği mekândan içeri girdik. Gerçekten herkes buradaydı. Büyük bir masa etrafında en başta Hamdi dede olmak üzere Araf, Gökay, Kemal, Kubilay, Handan Hanım ve eşi de vardı. Kubilay hızla yerinden kalkıp yanıma geldi. Elinden tutarak, sanki özellikle ayarlanmış gibi tek boş yer olan Araf'ın yanına oturmak zorunda kalmıştım.
Hamdi dede, herkesin içinde tebrik edip başarılarımın devamını dilemişti. Kubilay, kucağımda bana dönüp "Ben de tebrik edeceğim. Ben de, ben de..." dedi heyecanla.
Yanağıma utangaç bir öpücük konduran Kubilay mutluydu: "En sevdiğim öğretmenim sensin. Seni çok seviyorum, Alisa. Anneme söyle, matmazeli hiç sevmiyorum. Konuları unutup unutup ertesi gün tekrar anlatıyor. Ezberledim artık."
Herkes kıkır kıkır gülmeye başladı. İltifatlarıyla içimi ısıtmıştı. Handan Hanım, Kubilay'ı yanına çağırdı. Uslu bir çocuk olup annesinin sözünü dinleyen Kubilay, kucağımdan kalktı. Annesine doğru gitmeden önce ağzını elleriyle gizleyerek fısıldadı: "Bana Dede Korkut'tan bir şeyler okursun, değil mi Alisa?" Başımı salladım. Kubilay annesinin yanına gitti.
Yan tarafımdaki Araf'ın şaşırarak "Dede Korkut mu?" diye mırıldandığını duymuştum. Yanımda olması bile mutsuz olmama yetiyordu. Handan Hanım, canımın sıkılmış olduğunu fark etmiş gibi yüzüme bakmıştı. Yemek tabağına dokunmadığımı görünce bir şey söylemek için hazırlanıyordu ki Araf, ondan önce davranıp sordu: "Neden yemiyorsun?"
Başımı çevirip "İştahım kaçtı." dedim. Niye olduğunu çok iyi bildiğinden sorma cesaretinde bile bulunamamıştı.
Aramızdaki anlaşmazlığı herkes fark etmişti. Hamdi dede, torununa manalı bir bakış atıp lafını ortaya söyledi: "Güzel haberler üst üste geliyor, değil mi?" Herkesin yüzünde güller açıyordu. Yalnız bizim bir şeyden haberimiz yoktu. Gökay kulağıma fısıldadı: "Handan hamile."
Hamdi dede, gelinine çocuklarını sağlıkla kucaklarına alması için dualarını sıralarken Handan Hanım gülümsüyordu. Kubilay, bir kardeşi olacağı için çok mutluydu.
Gözlerim hafifçe masadan uzaklaştı ve Araf’ın yüzüne kaydı. "Bir şey mi var?" diye sormak için ağzını açtı ama o sırada Hamdi dede yine söz aldı. En yaşlı olanın konuşması, herkes için bir saygı duruşu gibiydi.
Söz, rahmetli babamın dostluğuna gelmişti. Pür dikkat anlattıklarını dinliyordum. Erdal'ın adını anmadan biten akşam yemeğinden sonra masadakilerle vedalaşmıştık. Handan Hanım, Kubilay'ı da yanına alarak gelince yüzündeki mahcup ifadeyi görmüştüm. Aramızdaki buzları eritecek birçok şey söyledi.
Kubilay'ı istediğim zaman görmeye gelebileceğimden bahsediyordu. En son tebrik dileğini sunduktan sonra oradan ayrıldık.
Aradan geçen zamanda üç ay su gibi geçip gitmişti. Erdal hâlâ oğlunu bulamamış, deliye dönmüştü. Çocuğunu gizlediğimi düşünerek birkaç kez adamlarıyla tehdit dolu mesajlarını iletmişti ama bir sonuca ulaşamamıştı.
Yıllardır aynı davalar için başvurduğum avukatımdan bir sonuç olmayacağını anlayıp haftalarca aradığım ve nihayet bir gün bürosunda oturur bulduğum Özgür Bey'e ulaşmıştım.
Başında bir sürü dava olduğunu, hiç boş olmadığını söyleyip beni başından savacaktı ama önceki avukatımla aynı üniversitede okuduğunu ve aralarında hâlâ sürmekte olan rekabet yüzünden avukatım olmayı kabul etmişti.
İşinin ehli, tuttuğunu koparan bir avukat olan Özgür Bey'le az zamanda çok yol katetmiştik. Adamlarının yaptığı pislikleri örtbas etmek için kullandığı Erdal'ı hapse tıkacak deliller yeterli değildi. Yine de sağ kolu olarak kullandığı adamını içeri tıkmayı başarmıştık.
Oğlundan sonra en önemli adamından da mahrum kalınca sataşacak yer arayışına girmekte zorlanmayan Erdal, Araf'ın başına bela olmaya başlamıştı.
Erdal, adamını kaybettikten sonra kendi çevresinde güven arayışındaydı. Onunla iş birliği yapabilecek kişiyi çoktan seçmişti aslında. Bu iş için çok yanlış adamlardan medet umarak kendi eliyle sonunu hazırlıyordu.
Aylardır ne dirisi ne ölüsü bulunan çocuğun nereye kaybolduğunu kimse bilmiyordu. İki gün sonra ormanda bir erkeğe ait başı gövdesinden ayrılmış, kulakları olmayan bir insan kafası bulundu. Sansürlenen görüntüler haberlerde günlerce dolaştı; ancak suçun faili henüz yakalanmamıştı. Yapılan adli tıp soruşturmaları sonucunda cesedin 16 yaşlarında bir çocuğa ait olduğu anlaşıldı. Liseli gencin gülümseyen fotoğrafı haberlerde gösterilmişti.
Memduh, içtiği çayı ağzından püskürttü: "Erdal'ın küçük oğlu değil mi bu?" Kemal, haber izlerken dikkatini dağıtan arkadaşına ters ters baktı: "Sana ne oluyor lan? Ne şaşırıyorsun? Gören de ilk defa böyle şeylere tanık oldun zanneder."
"Şuncacık sabinin ne günahı vardı? Erdal'ın çocuğu diye oh, iyi olsun mu diyeyim?" Kemal'i vicdansızlıkla suçlamaya kalkınca, birden ayağa kalkıp, yumruk atacaktı ki öfkesini içine tutarak yerine oturdu.
Telefon konuşması yapmak için tekrar ayağa kalkan Kemal, çok uzaklaşmamıştı ki telefonunu bana uzattı: "Abi, seni istiyor."
Aylardır pişman olduğunu bilsem de gururuna yediremeyip bir gün bile aramayan Araf, şimdi adamları olmasa asla bana ulaşamayacağının bilincindeydi. Benimle ne konuşmak istediğini merak ediyordum.
Erdal'ın oğlu hakkındaki haberleri o da duymuştu. Buluşmak istediğini söyleyince reddettim çünkü mesele bizi ilgilendirmiyordu ve Araf hâlâ benden özür dilememişti.
Geçen zamanı kullanarak ona karşı öfkemin dinmesini bekledikten sonra, hiçbir şey olmamış gibi davranmasına sessiz kalamamıştım.
"Erdal'ın çocuğu öldürülmüş olabilir ama bu bizim çözeceğimiz bir şey değil. Benimle görüşmek için bahane arıyorsan, böyle olayların ardına sığınma." Dedim.
"Haberi tam olarak izlemedin sanırım. Olayı gören bir adam var. Çocuğu öldüren şahsın orta boylu, genç bir kadın olduğunu söyledi. Biliyorum, Erdal'ın düşman olduğu kadın sadece sen değilsin ama yine de bu bir tuzak olabilir. Birileri suçu işleyip üzerine atarsa buna hiç şaşırmam. Erdal, oğlunun haberi aldıktan sonra çıtı çıkmadı. Bu sana da çok tuhaf gelmiyor mu?" Doğru söylüyordu ama ona katıldığımı söylemektense susmayı tercih ettim.
Araf, aramızdaki sessizliği kırarak konuşmaya devam etti: "Dışarı çıkma dersem, inadıma çıkacağını biliyorum. O yüzden bu aralar dışarı çıkarken çok dikkatli ol. Kimseye güvenme. Spor yap, düzenli beslenmeye özen göster." Normalde ben çok konuşurdum, o dinlerdi; şimdi o çok konuşuyor, ben dinliyordum.
"Ne bu, doktor tavsiyesi mi?"
"İyiliğini düşünmek kabahat mi oldu?" Güya iyiliğimi düşündüğü günleri hatırladıkça kan beynime sıçrıyordu: "İyiliğimi düşündüğün falan yok. Sen sadece kendini düşünürsün. Eğlenmek için insanları kullanırsın mesela. Aşçı diye tanıttığın kıza türlü eziyetler edersin; yetmez, bir üstüne dalga geçersin! Birilerini kovmak için saçma sapan bahane arayarak ayak işlerini yaptırırsın. Bu sefer ben kızınca da hakaret edip gururumu incitirsin! Şimdi bir daha düşün bakalım, iyiliğimi mi düşünüyorsun?"
"Bir nefeste sayınca bana da biraz fazla geldi. Olsun, sen yine de dediklerimi unutma. Memduh'u yanından ayırma."
"Memduh'un bir tek derdi var, o da midesi ve Fenerbahçesi. Onun dışında bir şeyi umursadığını zannetmiyorum." Araf güldü. Memduh ise haber kanalını çoktan değiştirmiş, akşamki maç için yorum yapan program başlayıncaya kadar Hint dizisi izliyordu.
"Peki, sen ne yapıyorsun?"
"Çok merak ediyorsan, görüntülü ara." deyip telefonu yüzüne kapattım. Aslında yanlışlıkla elim değmişti ama bunu yanlış anlaması kaçınılmazdı.
Telefonu bırakarak yerimde oturdum. Memduh, boş bardağını uzatıp çay doldurmamı rica eder gibi bakınca önce bardağa, sonra Memduh'a baktım. Ne demek istediğimi anlamıştı. Kaşlarını büzdü: "Aşk olsun yenge. Ben senin için gece gündüz nöbet tutayım. Sen bana bir bardak çayı çok gör."
Kemal'in canı sıkkındı. Arkadaşına isteksizce gözlerini çevirdi: "Kalk, kendin al. Onu korumak zaten senin görevin."
"Balık baştan kokar. Abi, üstüne düşen görevi yapmıyor ki biz de durumun ciddiyetini anlayalım." İsyankâr sözleri Kemal'in hoşuna gitmedi. Hemen konuya dahil olup sordum: "Pek sevgili ağabeyiniz niçin üstüne düşen görevi yapmıyormuş? Verilen görev neymiş?"
Memduh söylemeye niyetliydi ama Kemal'in uyarıcı bakışlarıyla susmak zorunda kaldı. Arkadaşının anlatmak istediğini bile isteye görmezden gelip söylemeden evvel, Kemal'e döndü: "Söyleyelim gitsin. Ne de olsa öğrenecek."
Bu sefer bana döndü: "Baba, seninle abiyi evlendirmek istiyor. Abi verilen kararı oldukça ertelemeye çalıştı ama kuru bir hayır demekle bu işten kolay kolay sıyrılamayacağını biliyor. O bir şey olacak dediyse olmalıdır. Bir yandan da abi hayır diyor. İki arada bir derede kaldığı için kafası karıştı."
Memduh'un abuk sabuk konuşmaları ağzımı açık bırakmıştı: "Hamdi dede bunu ne zaman söyledi?"
"İlk gün... İzini sürdüğümüz günden beri. İşin kötü tarafı senin de bu evliliğe istekli olduğunu zannediyor."
"Benim bu plandan haberim yok ki evlenmeye can atayım. Araf'a bak sen! Baştan derdinin ne olduğunu söyleseydi, o zaman bir yolunu bulup vazgeçirirdim."
"Bu işin uçarı kaçarı yok, yenge. Şimdi ortalık karışık diye abinin üstüne çok gitmiyor ama Erdal meselesi biter bitmez size yüzük takacağından emin ol."
"Eski kabadayı, emrinde çalışan onlarca insan var. Düşmanlarını boş verip torununu evlendirme derdine mi düştü? Burnu kaf dağını aşmış torununu böyle mi akıllandırmayı düşünüyor?"
"Sen yanlış anladın, yenge. Baba seni abiye bir ödül olarak görüyor. Erdal'la asla işbirliği yapmadığı için torununu seninle evlendirmeye münasip buldu."
"Ona ödül de, bana ceza mı? Ne evlenmesi, canım! Araf pişman olup özür dilemeden, değil evlenmek yüzümü bile göremez."
Memduh, çocuğu ikna etmeye çalışır gibi bana yaklaştı: "Yenge, şu dargınlığa bir ara verin. Sen de evlenince burnundan getirirsin abinin. Gel, evet de bu iş olsun bitsin." Tepemin tası attırmasına rağmen, hiçbir şey yokmuş gibi Memduh'un gülümseyen yüzüne kitlenmiştim.
Kapı çalınca, Kemal silahına davranıp hızla o tarafa doğru gitti. Memduh'un sözlerine cevap veriyorduk ki, Araf içeri girmişti.
Elinde bir demet siyah gül vardı. Kız istemeye gidecekmiş gibi hazırlanmış olmasını umursamayıp, sinirle kaşlarımı çattım: "Sen ne yüzle buraya geliyorsun?"
Elinde tutmaya devam ettiği gülleri hâlâ bırakmamıştı. Aramızda hiç kötü şeyler yaşanmamış gibi rahattı: "Ne bitmez tükenmez kinin varmış. İyi ki bir kovuldun, ilk işin miydi?"
Utanmadan bir de üste çıkıyordu. "O kıt aklını biraz yoklarsan aslında benim istifa ettiğimi idrak edebilirsin!" Araf tepkisizdi. Memduh, kavga çıkacağını hissederek bir adım öne çıktı: "Yenge, sakin ol. Akşam akşam herkesi başımıza toplayacaksın. Abinin kötü bir niyeti yok ki, bak ne güzel çiçekle gelmiş."
Memduh'tan yüz bulup söze atladı: "Evet. Ben buraya barışmaya geldim."
"Senin her şeyin çıkar. Yoksa yine dedenin zoruyla mı geldin?" Sözlerimden sonra sağındaki Memduh'a dönüp kısık sesle mırıldandı: "Umarım ağzından bir şey kaçırmamışsındır." Duymadığımı zannedip aralarında bir hesaplaşmayı başlatmalarına izin vermedim: "Her şeyden haberim var. Beni kandıramazsınız."
"Estağfirullah, yenge."
Elindeki gülleri uzatarak gülümsedi: "Bak, sana gül aldım." Çiçeklerini alma lütfunda bile bulunmadım. Dik dik yüzüne bakarak kabul etmediğimi anlayınca gülüşü silinip gitti. Kararlı oluşuma kötü kötü bakmaya başlayarak duygularında samimi olmadığını göstermişti.
Araf, gülleri sağındaki adamın göğsüne vurunca Memduh, paralanan çiçekleri anında tutmuştu.
Gülümsüyordu ama mutluluktan değil. Gururunu incitmiştim ama yumuşamayacaktım; birazcık bile olsa empati yapmasını bekledim. Bakışlarını yüzüme doğrulttu: "Rahatsız ettim. İyi akşamlar." Kapıyı çarpıp çıktı.
Memduh ve Kemal, birbirlerine bakıp şaşırmaya devam ediyorlardı. Abilerinin buraya gelmiş olması bile onlar için bir mucizeydi. Bir imkansızı başarmışım gibi imrenerek bana bakıyorlardı.
Biliyordum ki tartışmayı uzatmak kimseye fayda sağlamayacaktı. Ama içimdeki kin ve hayal kırıklığı kolayca dinecek değildi. İçimdeki ses, Araf'la uzlaşmamı söylüyordu lâkin gururum da bir o kadar engel oluyordu.
Pencereden gidişini seyredip "oh olsun" demek isterdim ama daha önce hiç böyle davranmadığım için tuhaf hissediyordum. Memduh, fanatiği olduğu takımın maçını arabasında izlemeye karar vermiş, Kemal'i de alıp gitmişti. Evdeki sessizliği fırsat bilerek odama uyumaya gittim.
**
Gözlerimi açtığımda ısrarla çalan kapının sesini duydum. Zorla yerimden doğrulup kapıyı açmaya gittim. Masal'ın içeri girmesi beklerken gözlerimi ovuşturuyordum. Gelenin Araf olduğunu bilseydim bu hâlde kapıyı açmazdım.
Mahcup bir ifadeyle yüzüme bakıyordu: "Sanırım rahatsız ettim, uyuyor muydun?" Üzerimdeki kıyafetlerle uyumuştum buna rağmen yüzümden uykulu olduğum anlaşılıyordu.
Kısa bir ân sessizlik oluştu. Dün buradan gidişini hatırladıkça tekrar gelmiş olmasına şaşırıyordum. Yüzüne bakınca içeri davet etmem gerektiğini anladım: "Kapıda durma öyle, içeri gel." Gülümseyip davetime icabet etti. Kapıyı kapatıp peşinden gittim. Sanki dün hiçbir şey olmamış gibi davranıyordum.
Tekli koltuğa oturdu, ben de karşı taraftaki ikili koltuğa yerleştim. Uykum kaçmıştı ama hâlâ rüyamın etkisindeydim. Buraya niye gelmişti? Merakıma yenik düştüm: "Bir şey mi oldu, Araf Bey?"
"Bey mi? Araf demek istedin herhalde. İstifa ettin, artık senin patronun değilim."
"Evet, doğru." diye mırıldandım. Başını kaldırıp gözlerime baktı: "Özür dilerim." Bunu söylemek için çok çaba sarf ettiğini görebiliyordum. Madem evime kadar gelmişti, o zaman ben de dünkü hareketini, daha önceki yaptıklarının acısını çıkartmalıydım.
"Sen özür diler miydin?"
"İstifa edip gittin ve üstünden aylar geçmesine rağmen bugün evine kadar geldim ve senden özür diledim. Gerçekten takıldığın şey bu mu?"
En çok yaptığım şey olan salağa yatma vaktiydi. Dünü hatırlamıyormuş gibi yaparak onu daha fazla vicdan azabı hissettirmek istedim.
"Neden, ne oldu ki dün?"
"Dün olanları hatırlamıyor musun? Tartıştık hani.."
Hatırlamış gibi hafifçe başımı salladım. Gülümseyerek baktı: "Yani özrümü kabul ettin mi?"
"Etmezsem ne değişecek ki?" diye saçma sapan bir soru sordum.
Sanki dün gül alıp kapıma kadar gelmemiş gibi rahatça cevap verdi: "Bir şey değişmeyecekti, sadece yaptığım kötü davranışımdan dolayı üzülecektim."
Tüm dikkatim dağılmıştı, ne dediğimi bile anlamıyordum: "Buraya vicdanını rahatlatmak için geldiysen özrünü kabul ettim, Araf."
"Sana kötü davrandığım için dün olduğu gibi bugün de pişman olduğumu söylemeye geldim. Buraya başka ne için gelebilirim ki?"
Konuşurken gözlerime bakmasına alışamamıştım. Sorusuna cevap vermedim; onun yerine şunları söyledim: “Bir ân da özür dileyince, özür dileyenin sen olduğundan şüphelendim. İyi misin? Ateşin falan yok değil mi?"
"Ben gayet iyiyim, ateşim de yok. Az önce neden öyle söyledin? Ben özür dileyemem mi yani?"
Kaşlarımı çattım: "Dilemezsin çünkü sende o anlayış yok."
Çok sakin görünüyordu. Bakışları yumuşadı: "Bana kızgın olduğun için böyle konuşuyorsun. Şirkette çalıştığın günlerde üzerine çok geldiğimin farkındayım. O gün seni üzmek istememiştim ama oldu bir kere zamanı geri alamıyorum."
Dün çiçekler, bugün özür dilemeler; ne oluyor? Şüphenmiştim: "Bugün pek düşüncelisin." Sözlerime gram alınmamıştı. Onun gibi birinden de bu beklenirdi. Şimdi ben ne söyledim de gülümseyerek bakıyordu?
Bakışlarından kaçmayı bahane edecek yegâne sorunu buldum: "Kahve yapıyorum, içer misin?" Başını hafifçe sallayarak kabul etti.
"Kahveni nasıl içersin?"
"Sade." Tam da tahmin ettiğim gibiydi. Tamam deyip mutfağa gittim, kahveyi ve fincanları çıkarttım. Biraz soğuk su ekleyip ocağı yaktım. Kahve kısık ateşte pişerken taşmak üzere olduğunu fark ettim ve ocağın altını kapattım. Kahve fincanlarını tepsiye yerleştirip salona gittim.
Gülümseyerek fincanını eline aldı. Ben de gülümsedim ve oturup kahvemizi karşılıklı içmeye başladık. "Kahveni beğendin mi?" diye sordum. Cevap vermedi.
Kahveyi beğenip beğenmediğini merak ediyordum. Yüzündeki ifadeye bakılırsa sorun yoktu. Kahvelerimizi içerken telefonu çaldı. Açmadı ve ekranı kapatıp kahvesine devam etti. Kısa bir süre sonra yine çaldı. Arayanın ısrarcı olduğunu anlamış, ayağa kalkmıştı: "Bunu cevaplamam gerekiyor."
Cam kenarına doğru gitti. Boş fincanları alıp mutfağa gittim. Kapı çalınca elimdekileri tezgaha bırakarak mutfaktan çıkıp kapıya yöneldim. Gökay ve Masal'ın birlikte gelmesine şaşırmıştım.
Yine her zamanki enerjisiyle Gökay, adeta haykırdı: "Biz geldik!"
Centilmenlik olsun diye eliyle Masal'a geçmesi için işaret etti: "Buyurun saygıdeğer hanımefendi..." Mutluluğu beş kilometreden anlaşılıyordu. Masal sinirle içeri girdi. Gökay ise kapıyı kapatıp peşimizden salona geldi.
"Siz beraber mi geldiniz?"
Masal, canı sıkılmış gibi ağzını kıpırdatmayarak dişlerinin arasından mırıldandı: "Maalesef kendisiyle kapıda karşılaştık."
"A, bak kapıda karşılaşmamız bana da sürpriz oldu. Buraya, bana olan sözünü hatırlatmak için gelmiştim. Akşam cevap vereceğini söyledikten sonra kayıplara karıştın ama benden kurtuluşun yok."
"Düş yakamdan, Gökay! Seninle uğraşacak vaktim yok." Olayın ne olduğunu bilmediğim için bir şey söylemedim. Teessüf ederek arkadaşıma baktı: "Ne demek yapamam, Masal? Biz o gün seninle ne konuştuk?"
Araf telefonu kapatmıştı, konuşmaya o da katıldı: "Ne oluyor, Gökay?"
Gökay, onun burada olmasına şaşırmıştı: "Kardeşim, sen de mi buradaydın? Hani sana bahsettiğim manyak - yani şey, biri var demiştim ya..." devamını getirmedi çünkü şaşırma sırası Masal'a gelmişti. Gökay, arkadaşına Masal'dan mı bahsetmişti?
Araf, işaret parmağıyla arkadaşımı gösterdi: "Bahsettiğin o kız bu mu? Allah cezanı versin, Gökay." Araf, önce arkadaşıyla selamlaştı, daha sonra Masal'ın uzattığı eli sevecenlikle sıktı.
Kısık sesle bana yaklaşarak kulağıma söyledi: "Çocuk bayağı yakışıklı. Yine de sana yaptıklarını burnundan fitil fitil getirmeden affetme."
Gökay, ayıplayarak yüzümüze bakıp sordu: "Ne konuşuyorsunuz orada fısır fısır?"
"Hiç aklımıza bir şey geldi, onu konuşuyoruz."
"Buraya ilk gelişimde de aynı bahaneyi bulmuştun." Zehir gibi çocuk her şeyi hatırlıyordu.
Masal, kaşlarını çatarak sordu: "Sen neden buradasın, Gökay?" Konuyu dağıtmaya çalıştığını fark etmiştim.
"Az önce söyledim ya, bana sözün var. Sen çok değişik birisin. Kararını düşüneceğini söylemiştin."
Masal, zorda olan birine mutlaka yardım ederdi ama kararını kesin ve net bir şekilde vermişti: "Düşündüm ve hayır diyorum."
Gökay, nispet yaparcasına gözlerini Masal'dan ayırmadan söyledi: "Öyle mi? O zaman ben de o gün amfideki kızdan rica ederim. Sonuçta beni kıracak değil."
Kıskansa bile belli etmeyen Masal, umursamadı: "Beni ilgilendirmez."
Gökay, nispet yaparcasına, "Oldu o zaman, ben artık gideyim. Helin beni bekler." dedikten sonra kapıya yöneldi. Kararının kesin olduğunu anlayan arkadaşım, tam gidecekken eliyle kapıyı açmasını engelleyip Gökay'ın önünde durdu.
Bir hipnozcu gibi gözlerini Gökay'a dikti. Yanlış anlamaya dünden hazır adam gülümsedi: "Demek gitmemi istemiyorsun. Olur, bana uyar. Ben burada kalırım."
"Gitmeni durdurmak için yapmadım, Gökay."
"Neden gitmeme engel oluyorsun?"
Masal, sırtını verdiği kapıdan uzaklaşıp adamın üzerine yürüdü: "Kendini bu kadar önemsemesen iyi edersin. Cehenneme kadar yolun var."
Gökay, acır gibi bakarak bana döndü: "Bipolar galiba, yazık. Parası neyse verelim de tedavi olsun." Arkadaşıma söylemeseydi belki gülebilirdim ama Masal ciddi ciddi bakarken böyle bir şeye cesaret edemezdim.
"Sana minik bir uyarıda bulunmak istiyorum. Masal siyah kuşak sahibi. Şakalarının dozunu iyi ayarlamalısın."
"Gerçekten mi, yoksa beni korkutmak için mi bunu söylüyorsun?"
Araf söze karıştı: "Gökay'da dövüş uzmanlığı yapıyordu bir ara şimdi yapmıyor."
Sevimli bir gülüşle arkadaşıma baktı: "Bir ortak noktamız varmış." Masal gülümsemeyi bırakıp daldığı hayalden kurtulmak ister gibi başını salladı: "Sen bizim evimize ayakkabıyla mı girdin?"
İstifini bozmayan Gökay, rahat rahat 'evet' dedi. “Evinizin de pek temiz olduğu söylenemez. Her yer toz içinde."
Bu ikilinin her konuşması tartışmaya dönüşüyordu. Tam müdahale edecektim, Araf olaya el attı: "Siz ikiniz biraz dışarı çıkıp temiz hava almaya ne dersiniz?"
Gökay işaret parmağıyla Masal'ı göstererek sordu: "Onunla mı?"
Masal, "Gel biz seninle temiz bir hava alalım Gökay!" Diyerek çocuğu kolundan sıkıca tutup kapıya sürüklemeye çalıştı. Gökay yerinden zerre kadar oynamadı ve çabalarını zevkle seyrediyordu.
Son kez var gücünü kullandı. Gökay, elini tutup hızla kendine doğru çekmesiyle göz göze geldiler. Masal sinirliydi: "Bilerek yaptın!" Ne olduğunu bile anlamadan kendini Gökay'ın gözlerine bakarken bulmuştu, hem de çok kısa bir mesafeden. İçeri giren biri şu manzarayı görse iki aşık birbirlerine bakıyor zannederdi. Arkadaşım kendini ondan kurtarmıştı.
Sonunda itiraf etti: "Evet bilerek yaptım." Gökay, arkadaşımı daha çok sinirlendirmişti.
Öldürecekmiş gibi bakarak uyardı: "Bir daha olmasın!"
Gökay umursamadan cevap verdi. "Söz veremiyorum."
"Anlamadım?"
"Duydun duydun ama duymamış gibi yapıyorsun.. neyse ben gidiyorum size iyi günler." Henüz çıkıp gitmemişti ki Araf araya girip sordu: "Niye geldin, niye gidiyorsun?"
Masal'a baktıktan sonra arkadaşına dönüp acıların çocuğu gibi tuhaf bir ruh hâline büründü: "İstenmiyorum burada."
"Hiçbir yere gitmiyorsun. Oturup hep beraber çay içeceğiz. Kavga etmeden vakit geçirebildiğimize inanmak istiyorum."
Masal itiraz edecek oldu ama bakışlarımdan sonra vazgeçti. Gökay küçümser gibi dudaklarını büzüp mırıldandı: "Çay mı?“
"Noldu beğenmedin mi, yoksa içmek istemiyor musun?"
"Şimdi içmiyorum dersem on saat seninle uğraşmak zorunda kalacağım, o yüzden içeceğim."
Araf alayla arkadaşına takıldı: "Masal'la ne kadar iyi anlaşıyorsun."
"Her sözüme muhalefet olmasa daha iyi anlaşacağız."
Masal, kaçmak için yer arayışındaymış gibi mutfağa gelmişti. Çayları bardaklara doldurduktan sonra salona geçtik. Gökay ve Araf, geldiğimizi görünce sustular. Çayları dağıtma işi bitirildiğinde yerime oturup karşımdaki ikilinin gülümseyen yüzlerine bakarak çayımı yudumlarken, Gökay bakışlarımdan rahatsız olmuş gibi hızla sıcak çayı kafasına dikti.
Gökay ve Araf arasında komik bir bakışma oldu. Ne olduğunu bile anlamadan Gökay ayaklandı: "Çok güzel olmuş, ben kalkayım artık."
Çay içmeyi sevmediği için bardağına dahi dokunmayan Araf, birkaç şey söyleyip giderken kaçmaya çalışan Gökay'ı durdurdu. Pencereden aşağı bakarak apartman kapısının önünde ne konuştuklarını merak ediyorduk.
Ellerini cebine koyup serseri gibi aşağı mahalleye kadar yürüyen Gökay, arabasına binip mahalleden uzaklaştı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 46.9k Okunma |
2.04k Oy |
0 Takip |
37 Bölümlü Kitap |