@madrabazbiryazar
|
Dede ve Halide Hanım eskilerden konu açarak bir muhabbet başlatmışlardı. Handan ve kocası pür dikkat onları dinliyor. Kubilay ise kendi kendine eğlenerek bir şeylerle uğraşıyordu. Araf, elindekini içmeden önce Alisa'nın gerçekten de kahvenin içine tuz katma ihtimalini düşündükten sonra net bir yargıya varamadığı için şüpheyle baş başa kalarak kahvesini yudumladı. Masal kahkahalarla gülmek istediğinden hızlıca mutfağa gitti. Alisa ise salonda kalmış, zevkle Araf'ın yüz ifadesine bakıp keyifleniyordu. En çok da karşısındaki adamın şekerli kahveyi içerken çaresizliğini görüp ses çıkaramamasına seviniyordu. Öfkeyle bakan Araf, kahve fincanındaki yazıya gözü takıldı, yanındaki sudan alıp yutkunmakta zorlanıyormuş gibi içti. Mesajı okuduktan sonra sinirden derin bir nefes alıp gülümseyerek kıza baktı. Alisa etrafındaki insanların koyu bir muhabbete daldığını görünce kimsenin bir şey anlamamasına sevindi. Araf'ın hızla mutfağa gittiğini gördü. Kız da kalkıp mutfağa gitti. Ellerini göğsünde birleştirip kapıya yaslanarak "Kahveni beğendin mi?" dedi zevkle. Su içmekte olan Araf, sinirle cevap verdi: "Çok beğendim artık bundan sonra kahveleri sen yaparsın!" Kız ellerini çözüp Araf'a doğru gitti: "Ne münasebet, ben sana neden kahve yapacakmışım?" "Neden bu kadar kişi toplandığını düşünürsen sorunun cevabını bulmuş olursun." Kız ilgisiz bir ses tonuyla konuşmaya çalıştı: "Bu sadece bir oyun." Araf ciddiyetle Alisa'ya baktı: "Hayır, bu bir oyun değil." "Ben seninle evlenmem. O yüzden bugün eğlenmene bak, çünkü bu geceden sonra oyunun son bulmuş olacak." "Öyle bir şey olmayacak! Bu oyunu ben başlattım ve ben ne zaman istersem o zaman bitecek!" dedi meydan okurcasına. Alisa işaret parmağını adama doğru kaldırmış tam cevap verecekken dede Araf'ın yanına geldi. Alisa az önce tartışmamışlar gibi samimi bir gülüşle onları yalnız bıraktı. "Evladım, Gökay hâlâ gelmedi, sakın başına bir şey gelmiş olmasın!" "Doğru söylüyorsun dede, benim gidip Gökay'ı bulmam gerek. Bana buradan çıkmam için yardım etmen gerekiyor." "Saat kaç oldu nerede bu çocuk evladım?" Belli ki Gökay'ın başı beladaydı. Dede ikna olmuş gibi tekrar konuştu: "Tamam sen Gökay'ı bulmaya çalış ben de buradakileri oyalayayım. Çok gecikme sakın! Yarım saat sonra ikinizi de burada görmezsem külahları değiştiririz ona göre." Araf, dedesini ikna ettiğine inanamadıysa da bu durumun üstünde durmayıp evden çıkmak üzereyken Alisa, Araf'ı gitmek üzereyken durdurdu: "Yine nereye gidiyorsun?" "Gökay yok, onu bulmaya gidiyorum! Telefonlarıma cevap vermiyor onu alıp hemen geri geleceğim." Masal, kapının orada hareketliliği fark edince yanlarına gitti. Araf daha fazla açıklama yapmadan hızla evden çıkıp gitti. Alisa, Masal'ın yanına oturunca Gökay'ı aramaya gittiğini söyledi. Masal: "Bulmuştur yine bir kız, onun yanındadır, başka nerede olabilir ki!" Kızın içindeki ses farklı söylese bile ağzından dökülenler bunlar olmuştu. "Bilmiyorum ama bana pek öyle gelmedi. Öyle olsa Araf bu kadar önemsemezdi. İşin içinde başka bir şey var gibi." "Onlar gelince nereye gittiklerini sorup öğreniriz. Şimdi Araf'ın gittiğini kimseye fark ettirmememiz gerekiyor. Hele Halide Teyze hiçbir şey anlamamalı yoksa burayı birbirine katar." Dedi Masal. Kızlar, her şey normalmiş gibi davransalar da akılları Gökay'ın nerede olduğundaydı. Araf depoya vardığında, arabasından inip kapının önündeki adamlara doğru gitti. Araf'ı görünce içeri girmesine izin verdiler. Boş ve terk edilmiş gibi görünen depoda kimse olmadığını düşündüğü için geri dönecekti ki karşısına az öncekilerden bir adam çıktı. Araf, adamın yüzüne nefretle bakarak hesap sordu: "Gökay nerede?" "Buyurun efendim, Selim Bey sizi bekliyor." Adama cevap vermedi ve Selim Bey'in yanına doğru gitti. Karşısında masanın yanında birkaç adam vardı. Selim Bey'in oturduğu koltuktaki rahat tavırlarını görünce sorusunu yineledi: "Gökay nerede?" Koltukta oturan adam, buz gibi bir sesle cevap verdi: "Hak ettiği yerde!" "Ne istiyorsun lan kardeşimden onu rahat bırak!" "Aranızda kan bağı olmadığını hatırlıyorum, yanılıyor muyum?" "Kısa kes lütfen işim var! Gökay nerede?" "Bırak şu işe yaramaz adamı, sana bir gram faydası bile yok! Senin gibi akıllı bir adamın Gökay'la dost olması gerçekten çok ilginç!" "Bir daha sormayacağım, Gökay nerede?" Adam, Araf'ın sorusuna cevap vermek yerine Gökay'ı kötülemeye devam etti: "Biliyor musun, o çok cesur, tıpkı benim gibi fakat öğrenemediği bir şey vardı. O da bana karşı gelmemek! Ama aldı dersini, şu anda burada." Araf, etrafına bakınca Selim'in adamlarından başka kimseyi göremedi. Selim, adamlardan birine kafasını sallayarak Gökay'ı getirmeleri için işaret verdi. Arkadaşı kanlar içinde sürüklenerek getiriliyordu. Geçtikleri yerlerde kan izleri vardı. Araf, gördüğü manzara karşısında dehşete düşmüştü. Sinirden deliye dönmüş bir şekilde bağırdı: "İnsan öz oğlunu öldürür mü lan, sen nasıl bir insansın!" Adamlar Gökay'ın yaralı olduğunu umursamadan hızla yere bıraktılar. Araf, hareketsiz duran Gökay'a yaklaşmak istedi. Ona bu şekilde davranmalarına izin veremezdi. Adamlar yaklaşmasına izin vermeyerek karşısında dikildiler. Genç adam, arkadaşının ölmüş olma ihtimalini düşünmeden sanki onu duyup karşılık verecekmiş gibi seslendi: "Gökay kardeşim iyi misin? Cevap ver Gökay." "Boşuna uğraşma, o seni duymayacak. Keşke oğlum sen olsaydın Araf! O zaman her şey çok daha farklı olurdu. İnsanın böyle işe yaramaz bir evladı olması can sıkıcı! Bu benim gibi biri için çok daha zor ve utanç verici." dedi adam acımasızca. "Gökay sana hiçbir şey yapmadı, bunca zamandır kendi başının çaresine hep kendi baktı. Ne istedin ondan, derdin neydi?" dedi arkadaşına bakarak. "Arkadaşlığınız gözlerimi yaşarttı. Biz gidelim de sen de dostunla son kez vedalaş." Adamlardan biri Araf'ın kafasına sert bir şeyle vurdu. Bilincini kaybeden adam yere yığıldı. Oradan ayrılmadan önce Araf'ı sandalyeye bağladılar ve gittiler. Artık soğuk ve terk edilmiş depoda ikisini yalnız kalmıştı. Yarım saat sonra kendine gelen Araf, ne olduğunu anlayamadan etrafına baktı. Başındaki ağrıyı hissettikten sonra olayları hatırlamaya başladı. Dışarıdan gelen ışık, Gökay'ın vücudundaki kanlı yerleri aydınlatıyordu. Araf, gözlerini yerde derin bir uykuda olan arkadaşından ayırmadı. Birkaç kez seslendi. Kimse cevap vermedi. Araf, Gökay'ın öldüğüne hâlâ inanmıyordu. Sandalyeye bağlı olmasa yere düşüp yığılacakmış gibi hissetti. Bıkmadan usanmadan Gökay'a seslenerek ölmediğine kendini inandırmak istiyordu. Beraber yaşadıkları onca yılı hatırlayıp acıyla gülümsemekten başka çaresi olmadığına inandı. Buradan nasıl kurtulacağını hiç düşünmüyordu, tek isteği Gökay'ı daha fazla bu hâlde görmemekti. Arkadaşıyla yaşadığı anların birer mazi olarak kalmasına izin veremezdi. Saatler geçtikçe Araf'ta şokun yerini acı bir kabullenme aldı. Buradan kurtulması gerekiyordu. Gökay'ı ölmüş bile olsa onu burada bırakamazdı. Hareket edip iplerden kurtulmayı denedi ama bir türlü başaramadı. Bir ân Gökay'ın ellerini canlandırdığını görür gibi oldu. Dikkatle bakınca tekrar ellerini canlandırdığını gördü. Seslendi ama cevap gelmedi. Tekrar seslendiğinde hiçbir şey duymayınca umudunu kesti. Ardından ne dediği anlaşılmayan acı bir ses mırıldanır gibiydi. Gökay kendine gelmiş miydi yoksa bütün bunlar aklının ona oynadığı bir oyun muydu? Araf dostunun ölmediğini anladı. Tüm gücüyle iplerden kurtulmak için çabaladı ancak işe yaramadı. Sandalyeyi devirip pürüzlü zemine ipi hızla sürtmeye başladı. Ellerinin yanar gibi olduğunu hissetse bile umursamayıp devam etti ve uzun bir süre uğraştıktan sonra iplerden kurtulmuştu. Hızlıca Gökay'ın yanına gitti. Nefes aldığına dair hiçbir işaret yoktu. Elini bileklerine götürünce nabzının attığını fark etti. Dondurucu soğuğa rağmen Gökay'ın eli hâlâ sıcaktı. Arkadaşının koluna girip depodan çıkarttı. Arabaya binip son sürat hastaneye götürdü. Vardıklarında hastane koridorunda saatlerdir bekleyen Araf heyecanla içeriden haber gelmesini bekliyordu. Evdeki herkes başta hiçbir şey yokmuş gibi davransa da dede kötü bir şey olduğunu hissetmişti. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Halide Hanım söylenmeye başlamıştı. Hem Gökay hem Araf ortalarda görünmüyordu. İsteme gününde yapılan saygısızlığın hesabını soran kadın, yaşlı adamın tansiyonu olduğunu anlayınca sustu. Handan mutfaktan su getirip yaşlı adamın ilacını içirdikten sonra kolundan tutup oturttular. Alisa sürekli Araf'ı arayıp ne olduğunu merak ediyordu. Kaç kere aramış telefonun kendiliğinden kapanıncaya kadar açılmasını beklemişti. "Alisa kızım neler oluyor? Araf nerede isteme gününde bu oğlan nereye gider?" "Halide Teyze, inan ne olduğu hakkında bir bilgim yok. Araf telefonlarıma cevap vermiyor. Gökay'ı aramaya gittiğini söyledi, çoktan gelmiş olmaları gerekiyordu ama hâlâ dönmediler." Handan felaket tellalı gibi konuşmaya başladı: "Kesin çocuğa bir şey oldu. Yoksa Araf mümkün değil, Gökay'ı aramaya gitmezdi. Ayol insan önemli bir şey olmasa isteme gününde arkadaşını neden aramaya gitsin değil mi?" Bu sözler dedeyi daha kötü etkilemişti. Şimdi yaşlı adam söylenenlerden sonra nefes alamıyormuş gibiydi. Masal, sakinleştirmeye çalıştığı dedenin yanından giderek, durmadan konuşan kadına cevap verdi: "Handan Hanım, lütfen insanları korkutmayın. Gökay da Araf da iyiler. Onlar mutlaka geri geleceklerdir." Halide Hanım, yaşlı adama teselli verdi: "Lütfen kendinizi bu kadar bırakmayın, daha çok hastalanacaksınız. Torununuz çok cesur biri, mutlaka arkadaşını da alıp gelecektir." |
0% |