@madrabazbiryazar
|
Doktor, Araf'a doğru gitti. "Hasta çok kan kaybetmiş. Biz elimizden geleni yaptık, fakat..." Araf bu susmanın nedenini biliyor olmasına rağmen anlamak istemedi: "O ne demek doktor bey, Gökay yaşayacak değil mi?" "Maalesef Gökay Bey'i kaybettik... Başınız sağ olsun..." "Hayır... Ölmedi, o ellerini canlattığını gördüm. Gözlerimle gördüm. Benimle konuştu... Ölmüş olamaz..." "Buraya geldiğinde nabzı çok düşüktü... İstesek bile kurtaramayacağımız kadar kötü bir durumdaydı. İnanın Gökay Bey yaşasaydı bile geri kalan ömrüni bitkisel hayatta geçirecekti." "Ölmedi o, anlıyor musun, ölmedi, Gökay yaşıyor! Ölmedi..." "Sakin olun beyefendi, lütfen oturun şöyle. Sizin de başınız kanıyor." "Ben ne yapacağım şimdi, hayattaki en sevdiğim insanı kaybettim. Geri kalan hayatıma nasıl devam edeceğim? Gökay yokmuş, hatta hiç olmamış gibi nasıl yaşayacağım? O benim tek dostumdu." Doktor, yüzündeki maskesini indirip gülümseyerek konuştu: "Kendinizi bu kadar üzmeyin Araf Bey, Gökay Bey gerçekten çok iyi biriydi." Üzüntü hâliyle yanlış duyduğunu zannettiğini sandı ama doktor tekrar Gökay'ın adını söyleyince duraksadı: "Sen benim adımı nereden biliyorsun? Gökay'ı tanıyor muydun?" Doktor, sesine acılı bir ifade yerleştirdi: "Tanımam mı elbette onu çok iyi tanıyorum. Kendisi üç kağıtçının önde gidenidir." dedi ve sustu. Araf, biraz önce ölen arkadaşının arkasından bu şekilde konuşan adamı parçalamak ister gibiydi. Doktor, Araf'ın sinirlendiğini görünce aynı ilgisizlikle teselli etmeye devam etti: "Merak etmeyin, şimdi Gökay Bey cehennemde cayır cayır yanıyordur." Araf ayağı kalkmış, sinirden karşısındaki adamın yakasına yapışıp hesap soracakken doktor ellerini kaldırarak teslim olmuş gibi yaptı: "Lütfen sakin olun benim bir suçum yok. Bunları size Gökay söylememi istedi. " "Yani hepsi yalan mıydı? Sen az önce Gökay öldü dedin lan, öldü dedin bana!" "Sen hesabını içeridekine sor, ben sadece Gökay ne dediyse onu yaptım. Şimdi müsaade ederseniz sevinirim." "Hani ölmüştü? Hani yaşasa bile geri kalan ömrünü bitkisel hayatta geçirecekti?" "Gökay Bey'in hiçbir şeyi yok. Biraz dövmüşler o kadar yoksa sapasağlam maşallah!" "Nerede o? İçeride mi?" diyerek ameliyathaneye gidecekken doktor durdurdu. "İç kanama riski olduğunu söylememe rağmen beni dinlemedi. Gökay'ın isteği üzrrine onu normal odaya aldık istersen yanına gidebilirsin." Doktor omzuma dostça vurduktan sonra hastane koridorlarında kayboldu. Sinirden elim ayağım titriyorken bir ân önce Gökay'ın yanına gitmem gerekiyordu. Onu bir eline geçirirsem, eşek sudan gelinceye kadar dövecektim. Her yerde onu aramaya başladım. Gökay'ı hasta odasının kapısından çıktığını gördü ve sinirle ayağa kalkıp Gökay'a doğru gitti. Karşısında kanlı canlı olan arkadaşının hırpalanmış olduğunu görünce bütün siniri geçip gitmişti. "Gökay, sen yaralıydın. Ben seni kendi ellerimle taşıyıp buraya kadar getirdim. Her tarafında kanlar vardı. Ölü gibiydin." "Her şeyi anlatacağım ama önce buradan gidelim, ilaç kokusundan rahatsız oluyorum. Dışarı çıkalım, her şeyi teker teker anlatacağım." "Bu hâlde nereye gidiyorsun Gökay? İç kanama geçirme riskin varmış senin mutlaka hastanede kalman gerekiyor." "Ben kendi kendimi iyileştiririm önemli bir şeyim yok." Araf şaşkınlıktan Gökay ne derse onu yapıp yürüyerek hastanenin dışına çıktılar. Temiz havayı soluyan Gökay derin bir nefes aldı. Araf, olanları düşününce tam bir yumruk atmak üzereyken Gökay'ın gülümsediğini görünce vazgeçti. Öldüğünü zannettiği için ne kadar da üzülmüştü. Arabaya doğru gidecekken Araf duraksadı: "Sen şimdi yerde yatarken sağ mıydın, her taraf kanlar içindeydi? Her şeyi geçtim, baban o kadar şey söyledi buna nasıl tepkisiz kaldın?" Gökay'la beraber arabaya binip yola çıktıktan sonra yaralı adam soruları cevapladı: "Öncelikle olay şu şekilde gerçekleşti. Ben babamın yanına gittim. Yolda kimse rahatsız etmesin diye telefonumu da kapatmıştım. Depoya vardığımda karşımda havaalanından dönerken korna çalan adamları görünce sinirlenip kavga çıkardım.Ben tek gittim onlar yedi sekiz kişi vardı. Birkaçını hallettim ama sesleri duyan geliyordu. Babam da sesleri duyunca yanımıza geldi. Adamlarını yerde kanlar içinde gördüğünden bana sinirlenip bağırıp çağırdı. Ben yerden zar zor kalktım. Adamlar kolumdan tutup zorla içeri tıktılar sonra sen geldin." "Nabzın düşmüştü neredeyse hiç nefes almıyordun." "Sana bir sürü adam beni dövdü diyorum o kadar kan kaybettim nabzımın düşmesi çok normal." "Baban senden nefret ediyorsa o hâlde seni bırakıp gitmek yerine neden öldürmedi?" "Neden beni öldürmediğini bilmiyorum belki merhamet etti." "Baban sana merhamet etmez Gökay bunu ikimiz de çok iyi biliyoruz." "Hâlâ kardeşimin ölmesine sebep olduğumu düşünüyor." "Kardeşini sen öldürmedin ki Gökay." "Biliyorum ama o bunu kabullenmek istemiyor." Araf'ın telefonu çaldı. Ekrandaki yazıyı görünce birbirlerine baktılar. Alisa arıyor.. Araf telefonun kapanmasını bekledi. Gökay üzerindekilere bakıp konuştu: "Şu kıyafetlerimizi değiştirsek iyi olur böyle onların yanına gidemeyiz." Eve aceleyle uğrayıp kıyafetlerini değiştirdiler. Tekrar arabaya binip konuşmaya devam ettiler:
"Onu bunu bırak da sen neden bana haber vermeden böyle bir şey yapıp benim kalbime indirmek istedin, onu söyle?"
"Oraya tek gelmemi isteyen babamdı. Ben yanına gidip hâl hatır soracaktım ama o beni sevgiyle karşılamak yerine adamlarını üstüme saldı."
"Çok acımasız bir baban var. Kavga ettiğin adamlar seni bu hâle getirdiğini görünce onlara hiçbir şey yapmadı mı?" "Hayır yapmadı." Eve yaklaşmak üzereydiler. Gökay konuyu değiştirip sordu: "Sen şimdi Alisa ile gerçekten evlenecek misin?" "Hayır evlenmeyeceğim ona öyle şeyler yapacağım ki bundan kendisi vazgeçecek." "Araf, lütfen artık inadı bırak ve Alisa karşı gerçekten ne hissediyorsan onu söyle." "Ona karşı bir şey hissetmiyorum bunu daha kaç kere söylersem ikna olacaksın?" "Kızı rezil etmek istiyordun başarabildin mi bari?" "Hayır. Evlerine gittiğimizde her şeyi hazırlamışlardı. Halide Hanım da oradaydı." "Alisa'yı görünce ne hissettin?" "Hiçbir şey!" Gökay, Araf'ın bu söylediğine inanmamış gibi baktıktan sonra başka bir soruya geçti: "Saat ikiye geliyor. Halide Hanım bu saate kadar nerede kaldın derse ne cevap vereceksin?" "Halide Hanım'dan önce dedeme, ondan daha da beteri Alisa'ya ne söyleyeceğim?" Gökay kafasını apartmanın olduğu tarafa çevirip baktı: "İnelim hadi, baksana hâlâ ışıklar açık. Belli ki bizi bekliyorlar." Gökay ve Araf merdivenleri çıkmadan önce kıyafetlerine çeki düzen verdiler ve zili çalıp açılmasını beklediler. Birbirlerine bakıp hiçbir şey olmamış gibi gülmemeye çalıştılar. Kapıyı telaş içinde Alisa açtı: "Sonunda teşrif ettiniz demek, hiç gelmenize gerek yoktu. Birazdan biz de polise kayıp ilanı vermeye gidecektik!" Gökay yüzü görünmesin diye gülmeyi bırakıp ciddiyete bürünerek içeri geçti. Kaşlarını çatmış bir açıklama bekleyen kız, Araf'ın hiçbir şey söylememesine daha çok sinirlenmişti. Handan ve kocası koltukta oturmuş gözleri uyumak istermiş gibi kapanmak üzereydi. En son Araf'ta içeri geçince kıyamet koptu. Dede bağırıp çağırarak ikilinin bu saate kadar nerede olduklarının hesabını sordu. "Saat kaç sizin haberiniz var mı? Kız istenecek şu halinize bakın savaştan çıkmış gibisiniz." Araf sıktığı kravatını çözüp gömleğin düğmelerini açtı ve rahat bir nefes aldı: "Geldik işte, ne bu telaş? Gören de önemli bir gün zanneder!" Alisa'nın gözleri kocaman açılmıştı. Öfkesini içinde daha fazla tutamadı: "Önemsiz bir gün için bu kadar insanın neden toplanmasına karşı çıkmadın? Madem her şey senin istediğin gibi olmak zorunda, o zaman niye buradasın?" Koltuğa oturmaktan vazgeçip Alisa'ya dönerek cevap verdi: "Bir daha benimle konuşurken sesini yükseltme! Konuya dönecek olursak, herkesi buraya toplamamın nedeni..." Gökay yapma, der gibi kaşlarını kaldırıp arkadaşına baktı. Alisa gerginliği arttırmakta olan sessizliği bozdu: "Dur önce ben konuşacağım!" Araf susmuş, gözler Alisa'ya dönüştü. Herkes ne söyleyeceğini merak eder gibi kızın yüzüne bakıyordu. Genç kız kalabalığı umursamayıp sözünü Araf'a söylemek ister gibiydi: "Bu kadar insanı buraya toplamanın nedeninden önce, beni zerre kadar sevmediğini hatta beni insan yerine bile koymadığını biliyorum. Sırf buraya beni küçük düşürmek için geldiğini de biliyorum. Bunları söyleyeceksen, boşuna nefesini tüketme, çünkü ben zaten biliyorum! Buradakilerin de öğrenmesi benim için hiçbir anlam ifade etmeyecek! Niyetin beni üzmekse tamam, yine sen kazandın Araf!" "Niyetim sadece seni üzmek olsa bunu tek başıma da yapabilirdim." Araf'ın bu sözünden sonra Halide Hanım ve Hamdi dede fenalaştılar. Onlar tansiyonlarını ölçerken Alisa eline ne geçerse Araf'a fırlatmaya başladı. Gökay bu tartışmaya engel olmak şöyle dursun, kılı bile kıpırdamadı. "Kızım dur, ne yapıyorsun? Sakin ol. Lütfen o elindekileri bırak." Alisa, kimseyi dinlemeyip söylenmeye devam ediyordu. Eline küçük bir fil alıp Araf'a attı. İsabet ettiremeyince Araf konuştu: "Sen aklını mı kaçırdın? İnsan müstakbel kocasına bunu fırlatır mı? Çok ayıp!" "Seni parçalasam bile hırsımı alamam. Artık sana olan nefretimi tarif etmekte zorlanıyorum!" Araf, Alisa'nın söylediklerini ciddiye almayıp güldüğü için genç kızı daha çok sinirlendirmişti: "Terk et evimi hemen! Bir daha asla buraya gelme, yakınlarından bile geçme!" "Beni kovuyor musun yani?" "Evet kovuyorum!" Dedi Alisa, Araf'a bakarak. Hamdi Bey araya girerek sakinleştirmeye çalıştı: "Kızım sakin ol, oturun konuşun, ne oldu da birden böyle köpürdün?" Fırlatacak başka bir şey kalmayınca bağırarak, "Bu konu burada bitmiştir," dedi. "İstediğin kadar itiraz et, sana mutfakta da söylediğim gibi, bu bir şey değiştirmeyecek! Biz yakında evleneceğiz." "Seninle evlenmiyorum ben istemediğim sürece hiçbir şey yapamazsın! Daha bana evlenme teklifi bile etmedin, onu da geçtim, bir kere bile beni sevdiğini söylemedin. Şimdi karşıma geçmiş, yakında evleneceğiz diyorsun!" Araf, Alisa'nın kolundan tutup dışarı çıkardı. Sokağa geldiklerinde tartışmaya kaldıkları yerden devam ettiler: "Sen dün bu adam benim duygularımla oynadı diye ağlamıyor muydun? Şimdi seni istemeye gelince neden itiraz ediyorsun? Dün benim için ağlıyordun da bugün niye beni istemiyorsun?" diye sorunca Alisa duraksadı. "İki kişi birbirini seviyorsa, karar verip evlenirler. Tek tarafın kararıyla yürütülen evlilik, ayağı kırık sandalye gibidir. Bir anlam ifade etmez. Bir ayak eksiktir ama sandalye artık hiçbir işe yaramaz. Tıpkı sandalye gibi, sende de benimle evlenmek için kırık bir ayağın değil, sağlam bir kalp olması gerekir. Ben sende bana ait bir kalp göremediğim için istemiyorum." "Bu sözlerinden hiçbir şey anlamadım." "Lüzumu yok zaten anlaman değil hissetmen gerekiyor." dedi. "Çok konuşuyorsun, ama bu söylediklerin bir şeyi değiştirmeyecek. Hadi yukarı çıkalım." Kız, Araf'ı beklemeden hızla merdivenleri çıktı. Dede her ikisine de bakarak sustuklarını görüp meseleyi hallettiklerine inandığı için yerine oturdu. Herkes sessiz olmuş, dedenin söylediklerini dinliyorlardı: "Allah'ın emri, peygamberin kavli ile kızınızı oğlumuza istiyoruz." Halide Hanım, Alisa'ya dönüp sessizliğini sürdürdüğünü görünce kararını vermiş gibi tekrar kalabalığa dönerek konuştu: "Verdik gitti. Allah mutluluklarını daim etsin inşallah." Ayağı kalkıp yüzüklerin takılmasından sonra kurdele kesildi. Büyüklerin elleri öpüldü. Herkes durulmuştu. Gökay yediği dayaktan olsa gerek nefes alamıyormuş gibi sandalyeye çökmüştü. Masal mersklı gözlerle Gökay'a ne olduğuna bakıyordu fakat yanına gidip sormadı. Elindeki yüzüğü çevirmekte olan Alisa, Araf'a baktı: "Evlenme teklifini bekliyor olacağım." "Sana evlenme teklifi edeceğimi düşünüyorsan boşuna hayal kuruyorsun." "Öyle olsun." deyip göz kırptı kız. Araf şüphe duyan ses tonuyla sordu: "Yine ne düşünüyorsun acaba?" Gülümseyerek yanındaki adama baktı: "Hiçbir şey, sadece ne kadar mutlu olacağız, onu hayal ediyordum." "Her şeyi öğrendin ama benimle mutlu olmayacağını öğrenemedin. Ama olsun sen yine mutlu kadın rollerine devam et. Böylesi benim için daha eğlenceli olacak!" O gece herkes evlerine dağıldı. Alisa kapıyı kapatır kapatmaz parmağındaki yüzüğü çıkarıp odasına gitti. Yatağının baş ucundaki komodinin üzerine yüzüğü bırakıp uyudu. Kız sabah kalktığında acele ile giyinip dışarı çıktı. Masal okuldayken eve gelen Araf kapıyı çaldı. Kimse açmayınca telefonu cebinden çıkarıp Alisa'yı aradı. Uzun süre açılmasını bekledi nihayet Alisa'nın sesi duyulmuştu: "Sabah sabah bir şey mi oldu, yoksa beni mi özlediğin için mi aradın?" Araf kızın ironisine cevap verdi: "Seni özleyecek kadar aklımı kaybetmedim. Neredesin sen, iki saattir kapıda seni bekliyorum?" "Ben evde değilim." "Tamam o zaman neredeysen oraya geliyorum, hemen bana konum at." "İyi gelince görüşürüz." Deyip telefonu yüzüne kapattı. Yarım saat sonra Araf'ın geldiğini görünce adamın yanına doğru gitti. "Neden geldin?" Deyince Araf kaşlarını çattı: "Ne biçim soru bu, yanına gelmem için izin mi almam gerekiyor?" Alisa rüzgardan uçuşan saçlarını kulağının arkasına atıp cevapladı: "Hayır, neden geldin derken niye geldin manasında söyledim." Gözü Alisa'nın yüzük parmağına takılınca kızın elini tutup dikkatle baktı: "Senin yüzüğün nerede?" Alisa bilmiyormuş gibi yaparak sağına soluna bakınıp "Ne yüzüğü?" dedi. Araf, kızın bu tavrına tahammülsüzce konuştu: "Nişan yüzüğü! Dün nişanlandık ya hani, hatırladın mı onu soruyorum, niye takmadan dışarı çıkıyorsun?" Kız, adamın sinirlenmesiyle ilgilenmeden sakince cevap verdi: "Daha öncede dışarı çıktığım oldu ve hiçbirinde parmağımda nişan yüzüğü yoktu. Sanki takmazsam bütün felaketler beni bulacakmış gibi konuşuyorsun!" Araf, kızın elini tutarak konuştu: "Yüzüğünü tak, hemen." Kız elini kurtarıp "Yüzük yanımda değil. Komodinin üstündeydi yanılmıyorsam en son onu orada gördüm." Dedi. "Ne demek komodinin üstündeydi daha dün nişanlandık bugün çıkardın mı?" "Evet ne olmuş ki?" Dedi Alisa. "Yüzüğü görmene rağmen takmadın öyle mi?" "Evet, canım onu takmak istemiyor." Dedi kız. "Alisa, sinirlendirme beni, bir daha yüzüğünü çıkarmayacaksın!" Alisa, Araf'ın elini tutup azarlar gibi konuştu: "Peki, senin yüzüğün nerede bay çok bilmiş? Kıymetli yüzüğünü sen neden takmadın?" Araf bir bahane bulup söylendi: "Yüzük bana dar geldi, yenisini almaya gelmiştim ama buraya kadar geldiğime göre artık beraber gideriz değil mi?" Alisa alayla konuştu: "Gelmek isterdim ama benim çok önemli bir işim var. Sen git, kendi yüzüğünü kendin al." "Neymiş önemli olan işin?" "Halide Teyze'nin bukalemunu hastalanmış, ona baş sağlığına gideceğim." "Bir bukalemuna baş sağlığı dilemeye gidiyorsun öyle mi, önemli olan işin bu muydu?" "Bunda sinirlenecek ne var sen Halide Teyze'nin bukalemunu mu kıskanıyorsun yoksa? Bu sabah neden bu kadar kızgınsın anlamış değilim." "Bukalemuna başka zaman sağlık dilersin şimdi benimle geliyorsun yürü!" Emredince yine sinirlenmiştim. Artık bana istediğini öyle kolay kolay yaptıramaz. Gitmemek için şöyle dedim: "Yüzüğün dar geldiyse at gitsin niye takıyorsun ki zaten hiçbir anlamı yok." Cevap vermeyip susmayı tercih edince bana bir güven gelmiş gibi tekrar konuştum: "Senin bilinçaltına Halide Teyze nasıl yerleşti bilmiyorum ama o şu an da burada yok. Merak etme yüzük çok anlamlı bir şey olsaydı ben parmağımdan çıkarmazdım." Acımasız sözlerime kırılıp kırılmadığını yüzüne bakınca anlayamamıştım. Şu sözler bana söylense bin parçaya bölünmüş olurdum ama karşımda Araf olunca hiç düşünmeden konuşabiliyordum. Acaba şu ân bunları söyleyince ne hissetti? Gözlerinin içine bakınca ne hissettiğini anlayamıyordum ki. Araf "Haklısın değerli vaktimi bir gümüş halka için harcamamalıyım. Sen öyle söyleyince bana da bir önemsiz geldi zaten değersiz olan her şey fazlalıktır. Tıpkı bu yüzük gibi. "dedi ve yüzüğü çıkarıp attı. "Ne yaptığını zannediyorsun şimdi yüzüğünü neden yere attın? Sen bunun anlamı ne demek biliyor musun?" "Yüzüğün bir anlamı olmadığını söyleyen sendin öyle değil mi?" Kız kaşlarının birini yukarı kaldırıp alayla konuştu: "Sanırım dilediğin zaman bitireceğin oyununu burada sona erdiriyorsun. Pekâlâ şimdi o yüzüğü alıyorsun ve bir daha çıkarmamak üzere parmağına takıyorsun!" Hep o mu emir verecek, birazda ben emir vererek konuşayım. Araf attığı yüzüğün üzerine basıp ezerek meydan okur gibi "Ben henüz bir şeyi sonlandırmadım. Gün gelecek o zaman bu oyunu bitirmemem için bana yalvaracaksın. Benim bir yüzüğe ihtiyacım yok ama senin o yüzüğe daima ihtiyacın olacak. İstesem tüm yüzükler benim ama takmayacağım. Sen ise bundan sonra o yüzüğünü parmağından hiç çıkarmayacaksın." Elimi kaldırıp gözüne sokarcasına yaklaştırıp parmaklarımı oynatarak cevap verdim: "Sen şu an parmağımda bir yüzük görüyor musun? Bak hiçbir şey yok!" "Evdekini nereye bıraktıysan bir ân önce bul ve tak!" "Ah, belki ben onu çöpe atmış olabilirim. Tüh bak görüyor musun, yine sakarlığım tuttu. Ne yazık ki ben de artık yüzük takamayacağım." "Sana bir yüzük almak şart oldu o zaman şimdi beraber yüzük almaya gidiyoruz." "Sen beni anlamıyor musun Araf, sana gelemem diyorum. Halide Teyze'nin bukalemunu-" "Şimdi küfür ettireceksin beni Halide Teyze'nin bukalemununa! Çok konuşma yürü gidiyoruz!" "Yüzüğe falan hiç gerek yok." Diye itiraz ettim. Elimden tutup gözlerime dikkatle bakarak cevap verdi: "Gerek var çünkü cezalı olduğun için o yüzüğü takacaksın." Delirmek üzereydim ama asıl delirtmem gereken adam karşımdayken sakin kalıp sordum: "Ben neden cezalıymışım pardon?" "Cezalısın çünkü yüzüğünü bilerek çöpe attın ve şimdi gidip yeni bir tane daha alacağız. O yüzden şimdi benimle gelmek zorundasın." Elimi geri çekip cevapladım: "Tamam geleceğim ama sonra beni rahat bırakacaksın." Dedikten sonra arabaya bindim. Yol boyunca konuşmayıp önüme bakmıştım. Gideceğimiz yere geldiğimizde arabadan inip içeri girdim. Etrafıma bakınca normal bir yere gelmediğimizi anladım. Her yüzük ayrı ayrı camlarda ayrı ayrı ışıklandırılmış kutuların içinde parlıyordu. Buranın büyüsüne kapılamazdım arabadaki tavrımı aynen sürdürdüm. Adam Araf'ı görünce her günkü müşterisiymiş gibi selam verdikten sonra geliş nedenimizi anlatınca bir sürü yüzük göstermeye başladı ama ben hiçbirine bakmıyordum. Ta ki sol tarafta ışıl ışıl parlayan yüzüğü görene kadar. Bir süre kıpırdamadan baktığım yöne dikkat kesilen adam yüzüğü getirip bakmamı istedi. "Efendim bu çok değerli bir yüzüktür. En nadide parçalardan biri elinizdekidir." Hayran hayran yüzüğün ışıltısına bakarken bir ara boş bulup "Ne kadar?" Diye sordum. "Yirmi altı milyon yedi yüz seksen üç bin efendim." Deyince az kalsın elimdeki yüzüğü düşürecektim. "Nerden çıkardınız bu yüzüğü magmadan mı? Uranüs'ten mi getirdiniz ne yaptınız, bu yüzük niye bu kadar pahalı? Alt tarafı bir taş parçası!" "Çok şakacısınız hanımefendi." Adam şaka yaptığımı zannetti ama ben hâlâ yüzüğün fiyatını düşünüyordum. Elimde servet değerinde bir taş parçası duruyordu. Araf elimdeki yüzükten gözlerini çekip bana baktı: "Az önce yüzüğe büyülenmiş gibi bakıyordun da fiyatını duyunca niye kızıyorsun?" "Kim ben mi hiçte bile alt tarafı bir yüzüktü. Yani sence bir yüzüğe yirmi altı milyon yedi yüz seksen üç bin lira vermek akıl kârı mı?" Araf sayıyı kuruşu kuruşuna aklımda tutmama şaşırmıştı. Alayla devam etti: "Kendini yirmi altı milyon yedi yüz seksen üç bin liraya layık görmüyor musun?" "Neyse boş verelim biz zaten normal nişan yüzüğü almaya gelmiştik. Bununla işimiz yok." Yüzüğü adama verip normal nişan yüzüklerini incelemeye başladım. Adam dikkatle yüzüğü kutusuna geri götürdü. Araf dibime kadar gelip elimde tuttuğum yüzüğe bakıyormuş gibi yapıyordu. Önümdeki dev ışıltılı aynadan yüzüğe değil bana baktığını gördüğümde Araf, ona baktığımı fark etmiş olacak ki o da gözlerini aynaya çevirdi. Aynadaki görüntümüze baktıktan sonra kulağıma doğru eğilip "Çok beğendiysen biraz önceki yüzüğü sana hediye edebilirim." Dedi. "Evlenme teklifi etmeyeceğini söylemiştin yoksa kararından vaz mı geçtin?" Gözlerini kısarak gülümsedi: "Sana hediye edeceğimi söyledim, evlenme teklifi edeceğimi değil." Araf, adama doğru gidince yüzüğü almak istediğini anladım. Gitmesine engel olmak ister gibi kolundan tuttum. "Biz buraya onun için gelmemiştik. Böyle konuşmamıştık. Sakın öyle bir şey yapma. Ben yüzük falan istemiyorum." "Tamam madem istemiyorsun o zaman almaya gerek yok." Deyince rahat bir nefes aldım. Önümde duranlardan birine karar verdim. "Şunu istiyorum." Hızlı kararıma ağzı açık seyreden adam sanki ona zarar vermeyeyim diye gülümseyerek yüzüme baktı. Yüzüğü alıp oradan ayrıldık. Arabaya bindiğimizde alyansı parmağıma takıp nasıl durduğuna bir kez daha baktım. Tekrar çıkaracaktım ki Araf'ın bakışlarıyla karşılaşınca vazgeçtim. "Şimdi bir yere uğramamız gerekiyor. Oradan çıkınca güzel bir yerde yemek yeriz. Akşam olunca da evine gidersin." Ona fikirlerine katılmadığımı söylemek için: "Bütün günümü sana ayırmadım Araf. Ben gelmiyorum. Nereye gideceksen tek başına git." "Biz de zaten gezmeye gitmiyoruz. Meral'e gelinliğini diktirebilmek için beden ölçülerin lazım. Ama yok ben sade bir nikah istiyorum dersen o da olur. Hemen haftaya nikah günü alabiliriz." "Bu kadar büyük oynamaya gerek yok. Farkındaysan bu iş evliliğe doğru gidiyor. Yani iş oyun olmaktan çıkmaya başlıyor. Benimle gerçekten evlenmek üzeresin. Sen istiyorsun diye bütün bunlara evet dememi beklemiyorsun herhalde!" Diyerek çıkıştım. "Sen farkında olmasan bile o yüzüğü taktığın gün bütün bunlara evet demiş oldun." Yüzükle oynarken Araf'a bakıyordum. Gözleri yine ellerime takılmıştı: "Bana evlenme teklifi etmezsen seninle evlenmeyeceğim." "Boşuna uğraşıyorsun. Ben kabul etmeyeceğini çok iyi biliyorum. Teklifimi reddedip beni üzeceğini zannediyorsun ama inan umurumda dahi olmaz. Şunu bil ki senin kararlarının hiçbir önemi yok." Sanki bilerek sinirlenmemi istiyor gibi konuşuyor. Bunu o kadar iyi yapıyor ki şu an tüm dengemi kaybetmiştim: "Diyelim ki evlendik sonra ne olacak beyefendi? Dur ben sana söyleyeyim. Sen her gün başka kızlarla takılmaya devam edeceksin. Benimse evden dışarı adımımı atmama dahi izin vermeyeceksin ve böylece günlerimi aylarımı hatta belki yıllarımı geçireceğim. Ta ki benden sıkılıncaya kadar sürüp gidecek bu saçmalık! Böyle bir şeyi kabul etmiyorum, asla da etmeyeceğim!" "Gerçekten sana öyle şeyler yapacağımı mı düşündün?" "Niye yapmayasın ki sonuçta Carly ile sevgiliyken de başka kadınlarla onu aldatıyordun. Benimleyken de başkalarıyla beraber olmayacağın ne belli?" "Carly meselesi zannettiğin gibi değil. Neyse bu konuyu açıp sinirlerimin bozulmasını istemiyorum." "Benden gizlediğin bir şey mi var? Neden evlenmekte bu kadar ısrarcısın?" Araf gözlerini kaçırınca gizlediği bir şey olduğunu anladım. Sakladığı şey her neyse bunu mutlaka öğrenmeliydim. Gökay'la ilk tanıştığım gün bir şeyler gizlediğini ağzından kaçırmıştı. "Peki gidelim hatta evlenelim Allah'ta belamızı versin. Hep ben mi mutsuz olacağım, biraz da sen üzül, biraz da sen ağla! Kabul ediyorum." "Şunu bil ki kabul etmeseydin bile sonuç değişmeyecekti." "Sana öyle şeyler yapacağım ki Araf, Hades mezarından kalıp elimi öpmeye gelecek! Sen bile ne yaşayacağını bilemeyeceksin!" "Bu zamana kadar bana hiçbir şey yapamadın ki bundan sonra yapasın. Tek yapabildiğin şekerli kahveydi. Güçsüz olduğunu kabul et." "İstesem sana her şeyi yaparım ama ben senin kadar acımasız ve duygusuz biri değilim. Bana yaşattıklarını unutmuş değilim ama bu sana düşman olduğum anlamına gelmez. Sana bir şey yapmamış gibi görünüyor olabilirim ama ben intikamımı karşımdakine hissettirmeden alırım." Susmuş beni dinliyordu. Araf'a bakıyordum ama o önüne bakıp arabayı kullanıyordu. Ona baktığımın farkında ama umurunda değilmiş gibi davranıyordu. Bir süre sessizce yolumuza devam ettik. Tekrar ben konuştum: "Seni üzdüğüm için özür dilerim. Bunların hiçbirini hak etmedin. Sana kendimi affettirmek istiyorum, desen ne kadar mutlu bir ilişkimiz olur. Sadece pişman olduğunu söylemene ihtiyacım var Araf. Bana yüzük almana da gerek yoktu." Başını çevirmeden kısa bir süreliğine yüzüme bakmıştı. Alayla gülümsedi: "Pişman olduğumu söylesem ne değişecek? Çok mu mutlu olacağız! Mutlu evliliklerden nefret ederim. Mutlu çiftlerden de!" "Ben de herhalde seninle evlenip çoluğa çocuğa karışmayı planlamıyorum!" Deyince aniden frene basıp arabayı durdurdu. Merakla yüzüme baktı: "Nasıl yani sen şimdi benimle evlenmek istiyor musun, istemiyor musun?" "Benimle evlenmeden önce şartlarımı kabul etmen gerekiyor. Yoksa değil sen, alayı gelse kimse beni seninle evlendirmeye zorlayamaz!" "Neymiş şartın?" "Önce şartımı kabul et sonra söyleyeceğim." "Tamam kabul ediyorum neymiş şartın söyle bakalım?" Hemen kabul eden Araf'a küçük bir uyarıda bulunmak istedim: "Bu senin asla kabul etmeyeceğin bir şey emin misin, bir daha düşün." "Alisa sinirlenmeye başlıyorum, neymiş kabul etmeyeceğim şey söyle artık!" "Şimdi söylersem kabul etmeyeceksin. O yüzden nikahtan sonra açıklayacağım. Artık kabul ettin asla sözünden geri dönemezsin. Yoksa o dakika boşarım seni haberin olsun!" "Tamam madem nikahtan sonra söyleyeceksin istediğin gibi olsun." "Ayrıca gelinliğe falan hiç gerek yok sade bir nikah yeterli. Hatta mümkün olduğu kadar çabuk evlenmemiz gerekiyor." Kaşlarını çatan Araf gerçekten ne düşündüğümü merak ediyor gibi konuştu: "Anlamadım neden hemen evlenmemiz gerekiyormuş?" "Bunu nikahtan sonra açıklayacağımı söyledim daha fazla bir şey sorma." Tekrar arabayı çalıştırıp yolumuza devam ettik. Araf şüphelenmiş gibiydi: "Aşırı mutlusun bugün bunun sebebini bilmek istiyorum?" "Üzgünüm bunu sana söyleyemem çünkü bu da az önceki söylediğimle alakalı. Eğer söylersem işin sürprizi kaçar." Gözlerini kısarak "Benden ne sakladığını merak etmeye başladım. Sırf ne sakladığını öğrenmek için yarın nikah günü alabilirim." "Gerçekten mi, bunu benim için yapar mısın?" Dedim sevinçle. Araf kısa bir gülümsemeden sonra tekrar ciddiyete bürünerek "Ben bu zamana kadar neler yaptım bunu mu yapamayacağım?" "Sen mi konuşuyorsun yoksa bunları sana söyleten kibrin mi!" Aklı bir konuya takılı kalmış olan Araf mümkün mertebe sakin görünmeye çalışarak ikna edici bir ses tonuyla konuştu: "Alisa tamam bak kızmayacağım şimdi söyle. Bak şu an gayet sakinim görüyor musun? Söz veriyorum kızmayacağım." "Hayır dedim şimdi söyleyemeyeceğim." Varacakları yere geldiklerinde Araf durmak yerine gaza basınca Alisa şaşırmıştı: "Nereye gidiyoruz?" "Önce nikah dairesine gideceğiz hemen yarın için gün almalıyız. Benden ne sakladığını öğrenmek istiyorum." İtiraz etmedim. "Peki gidelim." Yol boyunca türlü tahminlerde bulunan Araf işin içinden bir türlü çıkamamıştı. Alisa şartını söylememekte kararlı gibiydi. Gerekli tüm işlemleri halledip oradan çıktılar. Ertesi gün nikahta giyecekleri kıyafet için şık bir mağazaya girdiler. Alisa kendine nikah elbisesi seçerken Araf'ta düşünmeye devam ediyor, bir yandan da kızın giydiklerine bakıyordu: "Bu nasıl güzel oldu mu?" Onu duymayacak kadar düşünceli görünen Araf, kızın sorusunu duymamıştı. Alisa boy aynasında kendine bakarken Araf'ın düşünceli halini görüp bir süre aynadan adama bakmayı sürdürdü. Araf aklına gelen fikirle ayağı kalkıp kıza doğru gitti: "Buldum kesin daha önce evlendin ve bunu bana söylemek istemediğin için kızacağımdan korkuyorsun." Alisa sinirle Araf'a bakarak "Yarına kadar sabredersen öğreneceksin. Ama çok merak ediyorsan söyleyeyim hayır, daha önce hiç evlenmedim. Zaten evlensem bile bunu herkesten önce sen bilirdin! Nasıl olsa hakkımda her şeyi biliyorsun!" "Yarın çok geç ben bugün öğrenmek istiyorum. " Kız sustu. Adam, Alisa'nın üzerindeki elbiseye bakıp karar vermiş gibi konuştu: " Üzerindeki sana fazla yakışmış o yüzden bunu nikahta giyemezsin!" "Nedenmiş?" "Çünkü ben öyle istiyorum!" Ortalığı birbirine katmak varken sakinliğimi sürdürüp kabine doğru gittim. Elbiseyi çıkarıp kendi kıyafetlerimi giydim. Alisa Araf'ı umursamayıp yanından hızla ayrıldı ve arabaya doğru giderek sakin olmaya çalıştı. Sonunda dayanamayıp arabanın içinde kendi kendine konuşmaya başladı: "Seçtiğim elbiseyi giyemezmişim! Ama yarın ben seni nasıl şoka uğratacağım, bak, gör o zaman nasıl sinirden kendini parçalıyorsun! Kız, telefonunu çıkarıp bir bilet ayarlamak için internete girdi. Araf gelmeden bu işi bir ân önce halletti. Artık yapması gereken tek şey bugün kimseyi şüphelendirmemekti. Araf biraz sonra gelip sürücü koltuğuna geçtiğinde Alisa siniri geçmiş gibi rahat davrandı. Kızdaki tuhaf haller Araf'ın dikkatini çekmişti ama Alisa'nın nikah günü yurt dışına kaçacağını aklının ucuna bile getirmemişti. "Sen çok değiştin eski Alisa olsa kıyameti koparır yine de ne yapar eder o elbiseyi nikah günü giyerdi. Şimdi ise hiçbir şey söylemeden söylediklerimi harfiyen yerine getiriyorsun." Susuyordum. Çünkü konuşursam sinirlerime hakim olamayacağımı biliyorum. Araf'ın şüpheleri giderek artmıştı: "Yarın benim de sana bir sürprizim olacak." Alisa, Araf'ın yapacağı sürprizin güzel bir şey olmadığını önceden biliyormuş gibi alayla gülümseyerek baktı: "Senin sürprizlerin nedense beni pek mutlu etmiyor aksine korkutuyor!"Araf söylenen bu sözlere üzülmüştü ama belli etmedi: "Bana biraz zaman tanısan o zaman nasıl biri olduğumu anlarsın." "Neden elbisenin yakıştığını söyleyip sonra vazgeçtin?" "O konuda ben haklıyım. Giydiğin elbise hem çok güzel hem de seni olduğundan da güzel göstermişti." "Elbise ne kadar güzel olursa olsun içindeki çirkin olduktan sonra bir önemi yok diyen sendin. Şimdi seni kararından vazgeçiren ne?" "Benim sana çirkin dememe alındıysan büyük aptallık etmişsin. Çünkü güzelliğinin farkında olan bir kadın asla bu sözlere inanmaz." Kafam karışmıştı: "Şimdi beni güzel mi bulmaya başladın yoksa tüm bu iltifatlar yarın evleneceğimiz için mi?" "Ben sana güzelsin demedim ki elbise seni güzel göstermiş dedim. Bu bir iltifat değildi." "Yani ben güzel değilim, elbise güzel olduğu için güzel olmuştum öyle mi? Bana zamanla tanıtmak istediğin tarafın bu mu Araf? Biliyor musun sana söylemek istediğim şeyden vazgeçtim. Çünkü buna değmeyecek bir adamsın. Bu da benim salaklığım zaten seninle neden böyle bir şey düşündüm ki?" "Ne düşünmüştün söyle, madem vazgeçtin o zaman kızmakta anlamsız olur öyle değil mi?" Alisa aklındakini Araf'a söylerse ne tepki vereceğini bilmiyordu. Dalga mı geçecek yoksa sinirlenip bağıracak mı diye düşünmekten kararsız kalıp susmayı tercih etti. Araf ısrar edince söylemek zorunda kalacaktı:"Söylersem benimle ya dalga geçip tüm gün buna güleceksin ya da sinirlenip bana kızacaksın." "Sen önce söyle nasıl tepki vereceğime ben karar veririm!" "O zaman mümkün değil söylemem! Bir de akşama kadar benimle dalga geçmeni istemem!" "Demek o kadar felaket ha, bak şimdi daha çok merak ettim. Söyle hemen!" Dedi emrederek. "Söylemiyorum. Zorla söyletemezsin!" "O kadar emin olma." "Araf seni sevmesem şu an suratına bir tane tokat atmak isterdim ama biraz düşündükten sonra bundan vazgeçiyorum." "Bir saniye bir saniye ne dedin bir daha söyle?" "Seni sevmesem ağzının ortasına bir tane çarpardım diyorum." "Beni seviyor musun gerçekten?" "Bilmiyormuş gibi davranıyorsun." "Sen beni seviyorsun ama ne yazık ki ben sana karşı aynı şeyleri hissedemiyorum. Üzülme belki bir gün ben de seni severim ha ne diyorsun?" Alayla gülümseyerek söylediklerine üzülmüştüm ama belli etmemeye çalıştım. Yüzündeki o rahat ve alaycı ifade beni felaketlere sürüklüyor gibiydi. "Olurda bir gün beni kaybedersen ne hissedeceksin? Üzülür müsün yoksa bu hâllerini devam mı ettirirsin?" "Senin için neden üzülecekmişim, ayrıca her ân gözümün önünde olacaksın nereye kaybolmayı planlıyorsun ki?" Alisa'nın yüzü ağlamak üzere olduğu için kızarır gibi olunca Araf bir şey anlamasın diye alakasız bir soru sordu: "Beni sevdiğini adım gibi biliyorum ama bunu nedense bana söylemek istemiyorsun. Benden ne sakladığını merak ediyorum?" "Benim bir şey gizlediğim yok. Kafanda kuruyorsun. Ayrıca bir gün seni kaybetmekten korkacağımı hatta üzüleceğimi bile sanmıyorum. Çünkü benim için bir değer arz etmiyorsun." "Öyle olsun nasıl olsa bir gün bana karşı ne hissettiğini öğrenirsin. Ya da yaşarsın kim bilir?" "Kaybolmak ister gibisin. Beni bırakıp bir yere gitmeyi mi planlıyorsun?" "Ne alakası var ayrıca kaçmaya kalksam anında beni yakalarsın. Yorulduğuma bile değmez!" "Eğer kaçıp gitmek gibi bir planın varsa gidebilirsin. Şimdiden yolun açık olsun." "Nasıl yani kal demeyecek misin? Yarın nikah için gün almıştın bensiz ne yapacaksın?" Araba giderek yavaşlamış en sonundaysa durmuştu. Araf aynı duygudan yoksun tavrıyla cevap verdi: "İptal ederim olur biter." "Tamam evlenmeyelim zaten başlı başına mutsuz ve anlamsız bir evlilikten kimseye hayır gelmez. Yarın nikah için yurt dışına kaçmayı planlamıştım biraz olsun seni üzmek hatta gururunu incitmek istemiştim ama şu an anladım ki yine yanılmışım. Bundan sonra hiçbir şeyin ehemmiyeti yok benim için, belki çok üzüleceğim ama sen daha çok pişman olacaksın. Şunu iyi bil ki o zaman yanında Alisa olmayacak, bunu şimdi değil üzerinden vakit geçtiğinde anlayacaksın. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur sözü senin içinde bir yara gibi sızlayıp durdukça beni hatırlayacaksın. Biliyorum sen çok konuşanları sevmesin ama bu benim sana son cümlelerim olarak kalacak. Artık bir daha karşılamamak dileğiyle sonsuza kadar hoşça kal Araf..." "Beni terk edip gidemezsin anladın mı? Sana daha önce de söylediğim gibi bu oyun ben istediğim zaman bitecek!" "Söylediklerinin hiçbir değeri yok. Benim için artık bir hiçsin Araf. " Alisa yüzüğü çıkarıp Araf'ın eline tutuşturdu. Arabadan inip ağlayarak oradan uzaklaştı. |
0% |