@madrabazbiryazar
|
Yeni evimizde mutluyduk ama incinen kolumla bütün evi tek başıma düzenlemiştim. Masal iş bulup çalışmaya başlamıştı. Evde tek kaldığım için canım sıkılıyordu. Birkaç Fransızca tercümesinden sonra Simge'nin mesajını görmüştüm. Yeni evimi merak ediyordu. O ân Simge'yi eve davet edip çaya gelmesini söyledim. Henüz bir hazırlığım yoktu. Derhal kollarımı sıvayarak çayın yanında atıştırabileceğimiz leziz kurabiyelerden pişirdim. Kurabiyeleri soğuması için tezgaha bırakırken telefonuma gelen çağrıyla parmaklarım yanmıştı. Masanın üzerine bıraktığım telefonu alıp ekrandaki yazıyı okudum. Handan Hanım arıyordu. Ona karşı hem bir öfke hem de bir kırgınlık duyuyordum. Telefonu açmamak isterken içimdeki meraka daha fazla karşı koyamadım. Yana kaydırıp açtım. Arayan Handan Hanım değil, Kubilay'dı. Yeni Fransızca öğretmeninin ona hiç iyi davranmadığını söylüyordu. Beni özlediğini söyleyerek yanına gelmemi istiyordu. Eğer tekrar işe başlarsam Fransızca'yı iki ayda öğreneceğine dair söz vermişti. Dört senemi verdiğim bu dilin Kubilay gibi öğrenmeye aç bir çocuğun iki ayda sular seller gibi konuşacağını hayal etmek beni güldürmüştü. "Keşke tekrar buraya gelsen Alisa, sürekli ders çalışmaktan çok sıkıldım. Matmazel benimle hiç oyun oynamıyor!" Bu matmazel dediği kadın, sanırım yeni Fransızca hocasıydı. Kubilay, “Matmazel”i hiç sevmemişti. Benimleyken daha çok şey öğreniyormuş halbuki küçük bey oyun oynamaktan Fransızca’ ya vakit bulamıyordu. Kubilay'ın konuşurken araya Fransızca birkaç şey eklemesi hoşuma gitmişti. Kadın belli ki iyi bir öğretmendi. Kendimi onun yanında yetersiz bulmuştum. "Ben seni çok özledim Alisa. Yarın annem ve babam yurt dışına gidiyor. Beni matmazelin yanında bırakacaklar. Gün boyunca ders çalıştıracak bana. Ben ders çalışmak istemiyorum, ben seni istiyorum Alisa. Lütfen annemle konuş, tekrar eskisi gibi oyun oynayalım." Kubilay'ın sesi, içimde bir şeyleri gevşetiyor ama elimden hiçbir şeyin gelmediğini bilmek, acı bir çaresizlik yaratıyordu. Matmazelin katı kuralcılığı Handan Hanım’ın işine gelirdi. Çaresiz bir şekilde, "Bu mümkün değil Kubilay. Üzgünüm..." dediğim an hayal kırıklığına uğramış gibi sesi titremişti. "Yani seni bir daha hiç göremeyecek miyim?" Onu üzmek istemiyordum. "Sen de istersen yine görüşmeye devam edebiliriz ama bundan ailenin de haberi olması gerekir. Görüşmelerimiz, onlardan habersiz olmaz!" diyerek tekrar görüşebileceğimizi söyledim. Kubilay çok sevinmişti. Gizli saklı hiçbir işi sevmezdim. Buna bende mutlu olmuştum. Odaya biri girince Kubilay'ın neşesi, havası kaçmış balon gibi sönmeye başladı. Kapatmadan önce birkaç şey söylemek istedi: "Matmazel geliyor Alisa, şimdi kapatmam gerek ben annemden izin alacağım, yarın bekliyorum seni. Lütfen geç kalma olur mu? Seni çok seviyorum, tekrar görüşmek üzere!" Sondaki cümlelerini bana bir şeyler öğrendiğini göstermek ister gibi tamamen Fransızca söylemişti. İşime dönmek üzere telefonu kapatacaktım ki matmazelin sesini duyunca kapatamak istemedim. "Ne yapıyorsun sen çocuk, hemen yerine geç, mola bitti. Şimdi seninle okuma yapacağız!" dedi. Kadının insanı dövermiş gibi konuşması beni bile korkutmuştu. Kubilay telefonu kapatmayıp cılız bir sesle Fransızca cevap verdi: "Peki öğretmenim!" deyince gülesim gelmişti ama Kubilay'ın o kadının elinde mutlu olmadığını düşünüp üzülmüştüm de. Galiba ona yapılan muameleyi görmemi istiyordu. Mutfak masasına oturup onları dinledim. Matmazelin duru ve akıcı bir Fransızca'yla konuştuğunu görünce aksanına hayran kalmıştım. Kadının Türk olmadığı bozuk Türkçesinden kolayca anlaşılıyordu. Matmazel, Kubilay'a okuması için bir metin açmıştı. "Oku!" dedi kadın. Kubilay artık içeride ne yapıyorsa matmazel Kubilay'a kızdı: "Bırak şu topu, ders yaparken oyun yasak!" Kubilay topu yerde sektirirken matmazele gına gelmişti: "Hadi çocuk, benim de işim gücüm var senin nazınla oynayamam!" dedi. Kubilay, Fransızca öğrenmemek için direniyordu. "Bana ne bana ne, ben Fransızca öğrenmek istemiyorum. sen bana Fransızca öğreteceğine git önce Türkçe konuşmayı öğren!" diyerek kadını bir güzel payladı. Yere düşen sert bir cismin sesiyle olduğum yerden sıçradım. Bir ân onları gizlice dinlediğimi unutarak Kubilay'a seslendim: "Kubilay iyi misin?" Toplu ayakkabıların çıkardığı ince bir sesten sonra matmazel, Kubilay'a bağırdı: "Kim konuşuyor?" Orada ne döndüğünü merak ediyordum. Sanırım Kubilay'ın elindeki telefonu görmüştü. "Sen kimi aradın çocuk, bu annenin telefonu değil mi?" diyerek matmazel ve Kubilay tartışmaya başladı. "Ver o telefonu bana!" "Hayır, annemin haberi var. Bırak!" dedi Kubilay. Söyleyeceklerimin Kubilay'ın anlamayacağını düşünerek kadına Fransızca seslendim. Kubilay, kadını çıldırtıp odadan gönderdiğimi görünce telefonu eline alıp hınzır bir gülüşle "Teşekkürler Alisa, sanırım istifa etmeye gitti." deyince benim de gülesim gelmişti. Kötü bir şey söylememiştim sadece bu katı kuralcılığıyla Kubilay'a bir şey öğretemeyeceğini uygun bir dille anlatmaya çalışmıştım sanırım matmazel beni yanlış anlamıştı. "Ben onu üzebilecek bir şey söylemedim Kubilay, sen de hocanı üzme olur mu?" diyerek, az önce kadını çıldırtmamış gibi Kubilay'a hocasına saygılı olmasını söyledim. "Ama Alisa bu kadın bana hiçbir şey öğretmeden metin okutturuyor. Bana onun içinden kelimeler soruyor. Bilemeyince elime cetvelle vuruyor. Anneme söyledim ama umurunda olmadı. Küçük bir sıyrıktan bir şey olmazmış... Bana en özel hocaları tuttuğunu söylüyor ama bu kadın daha Türkçe konuşmayı bile bilmiyor!" "Kubilay keşke elimden bir şey gelse de senin için bir şeyler yapabilsem. Yine de bu konuyu bir de babanla konuşacağım. Matmazelin sana şiddet uygulaması hiç hoş olmamış!" Bir an Kubilay'ın annesinden habersiz beni aradığını düşününce içimde bir burukluk hissettim. Keşke onunla başka bir yerde karşılaşsaydık. Ben onun Fransızca öğretmeni olmasaydım. Aylarca işsiz gezdikten sonra sonunda onunla karşılaşarak bir iş bulduğuma seviniyordum ama şimdi? Şimdi yine işsiz kalmıştım. Rahmetli anacığım demişti zaten "Bu bölümü okuyup da ne olacaksın?" diye bir hiç diyemedim işte. Bir ân pişmanlıklarla geçen dört senemi düşünerek üzülürken Kubilay tekrar seslendi: "Alo... Alisa orada mısın? Babamla konuş lütfen, kapatmam gerek sonra yine görüşürüz." Konuşmasının sonuna gelip telefonu kapattı. Onun için üzülmüştüm. Soner Bey'e matmazeli şikayet etmek doğru olmazdı. Kubilay'a söz verdiğim için pişman olmuştum. Nasıl çıkacaktım bu işin içinden? Düşünürken zilin sesini duyunca oturduğum yerden sıçradım. Simge gelecekti bugün. Kapıyı açıp aylardır görüşmediğim arkadaşımla hasret giderdik. Konuşma arasında işsiz olduğumu ağzımdan kaçırınca o da benim gibi bu bölümü okuduğuna pişman olmuştu. Aylardır iş bulamamış olması canımı sıkıyordu. Aynı şeyleri bende yaşıyordum. Bölüm birincisi olmanın, yüksek agnolara sahip olmanın bir marifet sayılmadığını mezun olduktan sonra acı bir şekilde öğrenmiştim. Bunları atlatalı çok olmuştu. Artık hiçbir şey için üzülmek istemiyordum. Hayatta zaten yeterince üzülecek çok şey vardı ama ben mutlu olmak için bahane arayanlardandım yoksa çekilmezdi bu dünya! İç karartıcı sohbetlerin ardından Simge çok kalamadı. Nişanlısı aramıştı. Nişanlandığını bilmiyordum. Güya en yakın arkadaştık. Mecbur olduğu için evleneceğini söyleyince kendimi tutamamıştım. "Sevmediğin bir insanla nasıl yapacaksın?" Patavatsız kadınlar gibi pat diye sorduğum soru Simge'nin umurunda olmamıştı. Umursamaz bir tavırla telefonunu çantasına atıp konuştu: "Aman zaten bu hayatta ne istediğim gibi oldu ki bu da olsun! Bir şekilde alışacağız işte..." Simge'nin kurumuş bir yaprak gibi rüzgar önünde savurulması durduk yerde beni dert sahibi yapmıştı. Nişanlısı kapıya kadar gelip Simge'yi almıştı. Onlar gidince yine tek kalmıştım. Masal'ı beklemeden kerahet vakti koltukta uyuyakalmıştım. Uyandığımda çoktan karanlık çökmüştü. Başımı yastıktan kaldıramıyordum. Tekrar uyudum. Gecenin bir vakti gördüğüm kabusla yattığım yerden korkuyla sıçradım. Ev zifiri karanlıktı. Çok korkmuştum. Masal'a seslendim ama cevap vermemişti. Dışarıda yağmurun sesini gelirken kalkıp lambayı yakmaya çalıştım ama karanlıkta önümü göremiyordum. Ellerimi boşlukta gezdirerek lambayı açmayı denedim. Yanmıyordu. Karanlıkta telefonumu bulmaya çalışırken uyku sersemiyle nereye koyduğumu hatırlamıyordum. Şehrin çoğu yerinde elektrikler kesilmişti. Evde yalnız olmadığımı bildiğim hâlde yine de korkuyordum. Masal çoktan uyumuş olmalıydı. Telefonumu bulamayınca daha fazla karanlıkta gezinmek yerine odasına gidip elektrikler gelene kadar yanına kıvrılacaktım. Uzun bir koridorun ardından sondaki Masal'ın odasına girip perdeyi açtım. Ay ışığı biraz olsun etrafı aydınlatmıştı. Arkamı dönüp Masal'ın yanına kıvrılacaktım ki yatakta olmadığını fark edince korkmaya başladım. Dışarıda deli gibi yağmur yağarken bu saate kadar gelmemiş olması beni endişelendirmişti. Kalbim evde tek olduğum için korkuyla çarpıyor, karanlığı aydınlatacak bir şeyler bulmaya çalışıyordum. O sıra telefonum çalmaya başladı. Mutfaktan gelen sesle kapanmadan tezgaha bıraktığım telefonu elime alıp ekranı okudum. Kayıtlı olmayan bir numara arıyordu. Bir ân telefonu açmakta tereddüt edip kapanmasını bekledim ancak ısrarla aramaya devam ediyordu. Arayanın Masal olabileceğini düşünerek telefonu açtım. "Alo!" Kayıtlı olmayan numaradan çıt yok. Sadece bir testere sesi... Yüreğim ağzıma gelecekti. Gecenin bir vakti evde tek başımaydım. Kaçıp kurtulmak istediğim geçmişimin beni bulmasından korkuyordum. Telefonu yüzlerine kapatıp kapıyı kilitledim. Masal hâlâ gelmemişti. Benim yüzünden başına bir iş gelirse asla kendimi affetmezdim. Kafam felaket senaryolarıyla dolup taşarken karanlık odada gelen çağrıyla telefonum korkunç bir şekilde çalmaya başladı. Mutfağa gitmek istemiyordum sanki orada beni bekleyen büyük bir tehlike varmış gibi aynı numarayla karşılaşmaktan korkuyordum. Sonunda beni bulmuşlardı. Kaçamamıştım. Telefon kapanınca açık bıraktığım lamba birden bire yanmış beni korkularımdan arındırmıştı. Hızlı adımlarla mutfağa gidip telefonu elime aldım. Bir cevapsız arama! Az önceki kayıtlı olmayan numaradandı. Hemen engelleyip telefonu kapattım. Yarın, ilk iş numaramı değiştirip apar topar bu evden çıkıp gitmek olacaktı. Engelden sonra artık beni rahatsız edemiyorlardı ama bu rahatsız etmeyecekleri manasına da gelmiyordu. Çaresizce Masal'ın eve gelmesini beklerken birden bire ortaya çıkan bu adamın, Masal'ın ortadan kaybolmasında kesin bir parmağı vardı. Artık kurtuluş yoktu. Tek çare bu şehri terk etmekti ama ben kaçıp gidersem Masal ne olacaktı. Ya onun da sonu Seher gibi olursa? Ne yapacağıma karar veremiyordum. Gidersem kendi canımı kurtarmış, genç bir kızın hayatını mahvedecektim. O da Seher gibi kayıplara karışacak aylar sonra ölü olarak bulunacaktı. Bu bencilliği Masal'a yapamazdım. O bana güvenip evini açmıştı. Birinin daha benim yüzünden perişan olmasını istemiyordum. Gergin bir şekilde volta atarken yatağıma oturup düşünmeye başladım. Neden tek başıma mücadele edecektim ki polise gidip her şeyi anlatırsam beni rahatsız edemezlerdi. Oraya nasıl gideceğimi hesaplamadan karakola gitmeyi planlıyordum ki dışarıdaki yağmuru görünce vazgeçtim. Sanki bir kara haber verecekmiş gibi uğursuz bir hava durmadan esip gürlüyordu. Sabaha kadar gözümü kırpamadım. Bütün gece yapacaklarımı ölçüp biçerken yatakta uykuya dalmış çok geçmeden korkunç bir kabusla geri uyanmıştım. Uyandığımda saat altıydı. Hepi topu bir buçuk saat uyuyabilmiştim. Kafam kazan gibi fokur fokur kaynıyordu. Masal'ın hâlâ gelmediğini görünce koltuğa çöküp ağlamaya başladım. Her şey babamın bankada müdür olmasıyla başlamıştı. O pis adamlar bize musallat olmadan önce güzel bir hayatımız vardı. Onların pis elleri bizi de kendi pisliklerine batırmaya çalışmıştı. Babama tehditle şantajla yüklü bir miktar para çaldırtmış, işten atılmasına sebep olmuşlardı. Babam onların tuzağına boyun eğerken adamlara attığı kazıkla hem başına büyük bir bela almış hem de paraları alıp saklamıştı. Babam 'öldürüleceğim korkusu'yla paraları sahteleriyle değişerek gerçek paraları bana teslim etmişti. Ben de paraları bankaya geri vermiştim. Böylece büyük bir belayı başımızdan def ederken daha büyük bir belaya çatmıştım. Herifler beni buldukları yerde geberteceklerdi. Boğazımda büyük bir yumru hissederek yutkunmaya çalıştım. Her ân öldürülmek korkusu tüylerimi ürpertiyordu. Hiçbir şey düşünmek istemiyordum. Başımı yastığa koyup susturamadığım düşüncelerimle gözlerimi yumdum. Elimden hiçbir şey gelmiyordu. Ağlamanın çare olmadığını bile bile engel olamadığım yaşlarıma aldırmadan düşünmeye başladım. Bu belayı başımızdan def etmek hiç de kolay olmayacaktı. Telefonuma gelen mesaj sesiyle irkilip yattığım yerden doğrularak gözyaşlarımı sildim. Gelen mesaj belki Masal'dır diye, bin bir umutla ekranı açarken mesajın Masal'dan gelmediğini okuyunca anladım. Kayıtlı olmayan bir başka numara bana şunları yazmıştı: Arkadaşın Masal'ın yaşamasını istiyorsan bir saat sonra gönderdiğim adrese gel! Saniyeler içerisinde bir konum gönderdi. Ekranda beliren numara yazıyordu. Eğer polise gidersen onun sonu da Seher gibi olur! Daha olayın şokunu atlatamadan bana gönderilen bir fotoğrafla buğulanan gözlerimi avucumun iç kısmıyla ovuşturup fotoğrafı yakınlaştırdım. Telefon neredeyse elimden düşecekti. Korkudan tir tir titremeye başladım. Kalbim fena çarpıyordu. Seher'in cinayetinde bu adamların parmağı olduğunu biliyordum. Şimdi de karşımda Masal'ın habersiz çekilmiş bir fotoğrafı vardı ve tam arkasında siyahlar giymiş bir adam duruyordu. Bu daha önce piknikte gördüğüm adamdı. Aynı şeyleri yaşamaktan korkarak adamı durdurmaya çalıştım. Sürekli yanlış yazıp siliyordum. En son "Masal'ı rahat bırak, sizin derdiniz benimle! " yazıp gönderdim. Kayıtlı olmayan numara bir ân önce yola çıkmam gerektiğini hatırlatan bir fotoğraf daha gönderince beni kâle almadıklarını anladım. Telefonun ucundaki her kimse mesajıma cevap vermek yerine arkadaşımın takip edildiği fotoğraflarını atıp duruyordu. Aynı şeyi Seher'e de yapmışlardı ama ben kaçıp kurtularak dünyalar güzeli bir kızın genç yaşta ölmesine sebep olmuştum. Kalbim geçmişte yaşanan vicdan azaplarıyla dolup taşıyordu. Birinin daha ölümüne sebep olmaktan korkarak klavyeye tıkladım. Buğulanan gözlerim ekranı net göremiyordu. Yaptığım affedilebilir bir şey değildi bu yüzden kendimi hiç affedememiştim. Ağlamayı bırakıp adama bir cevap yazdım. Kızı rahat bırak, onun bir suçu yok! Kayıtlı olmayan numara mesajıma görüldü atıp dalga geçer gibi bir cevap yazdı. Bazen başkalarının hatasının bedelini bu hayatta en masumlar öder çünkü onlar buna razıdır ya da senin Seher'e yaptığın gibi mecbur kalmıştır :) Mesajı okuyunca olduğum yerde donakaldım. Aşağılık herif, kendi yaptığı pisliği bana atmaya çalışıyordu. Sanki onlar çok masummuş gibi Seher'in ölümünden beni suçluyordu. Sen bu babalık laflarınla yaptıklarını ört bas edebileceğini mi zannediyorsun? Seher'i sen öldürdün, ben kimseyi mecbur bırakmadım. Kendi pisliğini bana da sıçratmaya çalışıyorsun ama benim bir suçum yok! Ne kadar da masum numarası yapıyorsun! Seher'in ölümüne sebep olmamış gibi nasıl da kendini aklamaya çalışıyorsun. Biz sana pisliğimizi sıçratmadık, sen bu pisliğin içine balıklama atladın! Attığı mesajı okurken kendimle yüzleştim. Bencilliği yüzünden en yakın arkadaşını kaybeden Alisa'yla... Ekrana bakakaldığım sıra bir mesaj daha yazıp yolladı. Sustun bakıyorum :) Eğer arkadaşın Masal'ın da sonu Seher gibi olmasını istemiyorsan söyleyeceklerimizi harfiyen yerine getireceksin! Seher'in ailesi gözümün önüne geldi. Masal'ın da aynı şeyleri yaşamasını istemiyordum. "Tamam istediğin adrese geleceğim yeter kızı bırak! " yazıp gönderdim. Ruh hastası hâlâ benimle uğraşıyordu: Çok çabuk kabul ettin, korkak olduğunu biliyordum da salak olduğunu bilmiyordum. Sana neler yapacağımı biliyor musun? Bir ân aklıma bin türlü ihtimal gelse de herife uygun bir cevap döşedim: "Bana ne yapacağını bilmiyorum ama, ben sana ne yapacağımı gayet iyi biliyorum." diyerek tehdit dolu bir mesaj gönderdim. Mesajıma saniyeler içerisinde görüldü atarak "Bu kadar oyun yeter şimdi kendi ayaklarınla tıpış tıpış gelmezsen arkadaşını öldü bil!" yazıp göndermişti. Açık ekranda önüme düşen mesajı görünce adama cevap yazmak yerine hızlıca hazırlanıp bir taksiye binerek gönderdiği adrese doğru yola çıktım. İkimizden birisinin öldürüleceğimi adım gibi bildiğim bu yolculuğa çıkarken taksici dikiz aynasından durup durup bana bakıyor, telaşlı halime bir mana veremiyordu. Şimdi onunla uğraşacak vaktim yoktu. Şu ân tek yapmak istediğim Masal'ı o adamlardan kurtarmaktı. Artık ne olacaksa olsun diyerek geçmişin bana itilmiş kirli yüzüyle karşılaşmak üzere yola çıkmıştım. Ölüme gittiğimi biliyordum. Adamın tehditleri fazlasıyla canımı sıkmıştı bir de Masal'ın öldürülme korkusu olunca ne yapacağımı şaşırmış bir halde düşünmeye başladım. Kendimi her ihtimale hazırlarken her şeyi kabul edecek gücü kendimde bulamıyordum. Ölmek benim bu hayatta isteyeceğim en son şeydi. Birinin benim yüzünden hayatına son verilmesi ise ikinci. Düşüncelerimle arama giren taksici, arabayı durdurarak "Geldik!" dedi. Çantamdan bir miktar para çıkarıp uzattım ve aşağı inip gönderdikleri adrese baktım. Karşısında durduğum ev tüyler ürperticiydi. Issız bir arazide büyük, devasa bir ev, bana hiç de iyi şeyler hissettirmiyordu. Kendimi korkunç bir filmin salak başrolü gibi hissediyordum. Sanki içeride beni bekleyen katillerimdi. Kafamda dönen yüzlerce ihtimalle etrafıma bakınırken hissettiğim ürpertiyle birlikte, birinin beni izlediğini fark ettim. Korku ve çaresizlik içimde dalgalanırken Masal'ı merak ediyordum. Adımlarımı bahçeye doğru atıp açık kapıdan içeri geçtim. Bir kadın yüzünde belirsiz bir gülümsemeyle karşılayarak beni salona aldı. Bana o tehdit mesajlarını atan herifle yüzleşmek istiyordum. "Nerede?" diye aceleyle sorunca yanımdaki kadın sinsi bir şekilde gülümsedi. "Kim nerede?" "O... Bana tehdit mesajlarını atan her kimse!" Sesim aceleyle çıkmıştı. "Sakin ol, burada kimse sana ve arkadaşına zarar vermez." dedi kadın. "Attıkları mesaj öyle demiyor ama!" "Öldürülmekten mi korkuyorsun?" Kadının böyle bir şeyi hiçbir üzüntü duymadan pat diye söylemesine için için kızarken adının Ferda olduğunu öğrendiğim kadın, atılan tehdit mesajlarının beni buraya getirmek için oynanan basit bir oyun olduğunu söylemişti. Hiçbir şey anlamamıştım. "Ne oyunu siz kafayı mı yediniz, arkadaşımın fotoğraflarını çekmişsiniz düpedüz taciz bu!" diye çıkıştım. Kadının umursamaz tavırları beni çileden çıkarmıştı. Daha fazla dayanamadım. Arkamı dönüp hızla kapıya doğru gidiyordum ki karşımda beliren iri yarı adamlarla göz göze gelince Ferda arkamdan seslendi: "Oyun dediysek sıkılınca gidebilirsin demedik!" Adamlar bana doğru gelirken elinde bir dosyayla bir adam içeri girdi. Arkamı dönüp Ferda'ya uzatılan dosyanın içindekini merak etmeye başlamıştım. Hiç korkmadan kadının dibine kadar girip "Ne istiyorsun benden!?" diye sorunca sorduğum soru hoşuna gitmiş gibi sinsi bir şekilde gülümsedi. Daha fazla bir şey sormama gerek kalmadan dosyayı bana uzatıp donuk bakışlarıyla cevap verdi: "Hiçbir şey sadece bu sözleşmeyi imzalamanı! Eğer anlaşabilirsek ne sana ne de Masal'a zarar gelmeyecek bundan emin olabilirsin." Bir canlı bombadan kaçar gibi dosyanın içindekinden kaçıyordum. "Bu ne?" "Neye benziyor!" Kadın benimle alay eder gibi konuşunca ben de onu iğnelemeden duramadım: "Bilmem sözleşmeden daha çok bir şantaja benziyor! Bunu imzalarsam ne olacak?" Ağzıma kadar soktuğu kağıdı elinden çekip ilk maddeyi okudum. Gözlerimi kağıttaki maddelerde gezdirirken Ferda bana sözleşmeden bahsetti. "İmzalarsan peşindeki adamlardan seni biz koruyacağız." Duyduklarıma inanasım gelmiyordu. Sözleşmeyi okumayı bırakıp Ferda'ya döndüm. Peşimdeki adamlar mı zaten peşimdeki siz değil misiniz, diye sormak istiyordum ama Ferda denen kadın sözleşmeyi imzalamam için bekliyordu. Kadının alaycı gülümsemesi beni çılgına çevirmeye yetiyordu. Ağzının payını vermek için kadına yaklaştığım sırada kapı önünde bağırışlar ve küfürler havada uçuşmuştu. Ferda bunu beklemiyormuş gibi şaşırmıştı. Dışarıdan gelen sesleri analiz etmeye çalışınca odada bir sessizlik oluşmuştu. Birkaç dakika sonra, salona kırk beş, elli yaşlarında saçı başı ağarmış, nursuz bir herif girmişti. İçimdeki seslere güvenerek bu adamın hiç de tekin biri olmadığını düşünürken karşıma geçip o iğrenç yüzünü bana gösterdi. "Beni hatırladın mı Alisa?" Bu adamı hayatımda ilk defa görmüştüm. Başımı iki yana sallayınca rahat bir tavırla salondaki tekli koltuğa oturdu. Az önce beni karşılayan kadın salondan ayrılırken bu çirkin herifle başıma ne geleceğini düşünmeye başlamıştım. Şimdilik en iyi ihtimal ölüm gibiydi. Adamdaki meymenetsizlik aklıma olur olmadık şeyler sokuyordu. Mesaj atan bu adam olabilir mi diye düşünmeye başladım. Aklımdaki sorulara cevap ararken adam oldukça rahat bir tavırla konuşmaya devam etti: "Bir gün karşılaşacağımızı hiç düşünmemiştin değil mi?" "Çıkaramadım, siz kimsiniz benden ne istiyorsunuz?" "Beni nasıl hatırlamazsın." Çirkin sesinde korkunç bir ima belirmişti. Adam benim kim olduğumu biliyordu sanki. "Ben, bankaya teslim ettiğin paraların gerçek sahibiyim! Bunun bedelini canınla ödeyeceksin!" Gerçek sahibi, dediği ân hatırlamıştım. Ani bir çıkışla "O paralar senin değil," dedim. "Onları siz çaldınız!" Bankadaki paraları çalmak için babamı zorla yolsuzluğa sürükleyen bu şerefsizdi. Adamın gözlerindeki mutluluk kıvılcımı, sinirime dokunuyordu. "Çaldık mı? Hayır, tatlım. Senin baban bu işin içine kendisi girdi. O da ne kadar tehlikeli bir işe giriştiğini bilmiyordu. Çok gözü kara bir adamdı ama unutkandı... Bize yaptığı yanlışı canıyla ödeyeceğini unuttu." Adam, sarkık çene kemiğini çirkin bir gülümsemeyle oynatarak yanıma doğru geldi. "Sen de tıpkı babanın gençliğini görüyorum. Asi bir çehre ve intikamcı bir gülüş. Ama zaman aleyhine işliyor." Nefesim düğümlenirken, kelimelerimi seçmeye çalıştım. Ses tonum kontrolsüzce yükselmişti. "Benimle oynamayın ne istiyorsanız söyleyin!" diye bağırınca. dışarıdan bir adam tartışmamızın yarıda kesilmesine neden olmuştu. Adam gideceği sıra gözlerini yüzümde sabitleyip korkacağımı düşündüğü ses tonuyla "Bugün olanlar ufak bir hatırlatmaydı. Ben yaşadığım sürece sen ve arkadaşın asla güvende olmayacaksın." demişti. O an, bu sözlerin dışarıdan gelen bir tehditten ziyade, içimdeki karanlık tarafımın uyanmasında bir tetikleyici olduğunu fark etmiştim. "Bu kadar kendine güveniyorsan, neden benimle böyle konuşarak zaman kaybediyorsun?" diyerek herife adeta gel beni öldür dedim. Ölümden ne kadar korksam da kahramanca ölecektim. Yanıtımdan zevk almıştı. "Kötü günler yaşayacaksın! Çok kötü günler..." Hayatımda ilk defa birini gerçekten öldürmek arzusu hissettim. Adamın sözleri beynimde yankılanıyordu. Salondan çıkıp gittiğinde öylece olduğum yerde duruyordum. O, çıkıp giderken bugünün bitmeyeceğini düşünüyordum. Gözümün önünde büyük bir hesaplaşma yaşanıyordu ama aklım, hâlâ babam hakkında söylenenlerle doluydu. Ferda, sakin görünmeye çalışarak yanıma geldi. Gözlerindeki endişeyi saklamaya çabalıyordu ama bu çabası pek de inandırıcı görünmedi. "İyi misin?" diye sordu, sesi biraz titreyerek. "İyiyim daha iyi olacağım." dedim ama bu yalan, içimdeki öfkeyi gizlemeye yetmedi. O adamın ses tonu, açıkça tehditler savururken ben, her şeyi kaybetmiş gibi hissediyordum. Gözlerim yavaşça yere doğru kaydı. Önümde beliren kağıdın üzerindeki yazıdan başka bir şey görmek istemedim. O, benim için bir yükten farksızdı. Ben nasıl böyle bir çıkmazın içine düşmüştüm? İmzalamazsam buradan çıkamayacağımı söylüyorlardı. Kabul edersem zorla bir sözleşme imzalatacaklardı. Masal’a ve bana zarar vermeyeceklerini iddia ediyorlardı ama bu noktada buna inanmak benim için imkansızdı. Her yer adam kaynıyordu ve çaresizliğin getirdiği baskıyla kadının söylediklerini kabul etmek zorunda kaldım. “Peki, kabul ediyorum ama kimseye zarar verilmeyeceğini söylediniz. Size güvenmek istiyorum.” dediğimde yüzünde memnuniyet dolu bir ifade belirmişti. “Buna bizim söylememize gerek kalmayacak, bizzat kendin şahit olacaksın.” Bir ânda sizli bizli konuşulurken samimi olmaya başladı. Ne oyunlar dönüyor öğrenmem için önümdeki kağıdı imzalamam gerekiyordu. Belki ölüm kağıdıma bakıyordum ama buradan çıkışımın olmadığını zaten en başta söylemişlerdi. Düşüncelerimle boğuşurken, tüm korkularımı bir kenara itip, sözleşmeyi imzaladım. Yazılar karmaşık ve uzun da olsa, dikkatim bir yerden diğerine kayıyordu. Kadının bahsettiği o detaylı maddelere bakacak zamanım kalmamıştı; imzamı attıktan sonra içime bir şüphe girmesine rağmen, başka bir şansım olmadığını kabullenmek zorunda kalmıştım. Ferda kağıdı alıp salondan ayrıldığında Ayşe gelmişti. “Patronumuz temizlik konusunda çok titizdir. Onu sinirlendirecek bir şey yapma.” dedi, gözlerinde bir ciddiyet vardı. “Patronunuz ne zaman gelecek? Lütfen öğrenin, burada daha fazla kalmak istemiyorum.” diye söyledim, bu sefer sesim daha kararlıydı. Ayşe’nin yüzündeki iyimser ifade aniden silinmişti. Kaşlarını çatarak bana baktı. “Üzgünüm ama seni kısa bir süre burada misafir olarak ağırlamak zorundayız.” Bir itirazda bulunsam dahi, az önce imzaladığım kağıdı yüzüme vuracağını biliyordum. Bu nedenle, kadına karşı sessiz kalmıştım. Ayşe yanımdan uzaklaştığında, çevreme dikkatle bakınmaya başladım. Evin bu denli temiz ve düzenli olması özellikle dikkatimden kaçmamıştı. Kötü günlerin daha şimdiden başladığını hissediyordum. Ayşe, yanımda belirdiğinde, burada zorla tutulduğum için sinirlenmiştim. “Neden her şey bu kadar uzun sürmek zorunda?” deyince bir açıklama yapmasını bekliyordum. “O, bu aralar biraz yoğun. Kendisinin işine olan düşkünlüğü, her zaman öncelikli olmuştur. Aman sakın peşimden ayrılma. Bu evde yalnız kalmak istemezsin.” dedi Ayşe, yüzünde hafif bir imayla gülümsemişti. Beni neden getirdiklerini anlama çabaları içinde kaybolurken, Ayşe’nin sakin tavrı gerçekten de bir nebze güven vermişti ama içimdeki endişenin ağırlığı hafifletmiyordu. Cevap bekleyen daha çok sorum vardı. Bir an, her şeyin bir oyun olduğunu düşündüm; beni korkutmak ve nasıl hissetmem gerektiğini belirlemek için kurulan bir tuzak. “Kim bu patron? Ne iş yapıyor? Beni neden buraya getirdiniz?” diye sordum, içimdeki endişe sormakla bitecek gibi değildi. Ayşe, yüzünde hafif bir gülümseme ile beni sakinleştirmeye çalıştı. “Hadi gel, patron gelene kadar seninle ufak bir ev turu yapalım. O sırada sorularına yanıt vereceğim.” dedi. Beni beklemeden arkasını döndü ve evin iç kısımlarını gösteren geniş odalara doğru yürümeye başladı. Ben de, her şeyin belirsizliğine rağmen sabırla onu takip etmeye başladım. Tavanlara bakarak, evin ihtişamlı yapısını gözlemlerken adamın söylediklerini unutmuş gibi; etkileyici avizeler gözümü kamaştırmıştı. Ayşe, beni önüne alarak geniş bir koridora çıktığımızda, "Burası evin kalbi!" dedi. Yukarıdan salona bakıp bana zindan hissi veren ye şimdi başka bir gözle görür gibi olmuştum. O adam evden çıkıp gittiğinden beri içerde bir huzur vardı. Salon, yumuşak kumaşlarla döşenmiş koltuklar ve zarif tablolarla süslenmişti. Vazolar, tablolar olduğu yerde ölçülü bir düzen içindeydi. "O genelde burada iş görüşmeleri yapar. Bütün mesele burada şekillenir." Gözlerimi salonda gezdirmeye devam ediyordum. Aklımda hâlâ eve gelen adamın tehditleri varken hiçbir şey umurumda değildi. “Patronumuz, tahmin ettiğinin aksine yeraltı dünyasında pek bilinmez. O, daha çok yerin üstündekilerle ilgilenir!” dedi Ayşe, belirsiz bir gülümsemeyle. Bana patronunu anlatmaya çalışıyordu ama bu sözlere inanmıyordum. Bugün gelen adam, Ayşe'nin deyimiyle yerin üstünden biriymiş gibi gelmemişti! “Yeraltı dünyası? Yani... beni suç dünyasına mı çekiyorsunuz?” dedim, sesim alaycı bir şekilde çıkmıştı. Ayşe hafifçe gülümsediğinde sözlerimdeki haklılık payı yükselmişti. “Hayır, bu tam olarak öyle değil." Diyerek açıklama yapmaya çalışırken ben önden ilerlemeye başladım. Bir odanın kapısını açınca devasa bir kütüphaneye geldiğimizi huzur veren kitap kokusundan anlamıştım. Raflarda sıralanmış kitapları görünce gözlerime inanamadım. Hayranlıkla kitaplara bakarken parıldayan zeminin çıkardığı sese alıştım. Ayşe’nin sesi arkamdan geldi. “Her kitap, onun belirlediği bir düzene göre sıralıdır. O, bu düzen sayesinde yabancı birinin odadaki varlığını hemen anlar.” Odadan çıkıp mutfağa geldik. Oldukça sade ve temiz tutulmaya özen gösterilmiş gibi her yer parıldıyordu. Buzdolabının üstündeki maddelerden birkaçını okuduğum an gözlerim tuhaf bir anın etkisindeymiş gibi büyümüştü. Ayşe yürüyüp giderken mutfakta yalnız kaldığım anda onu takip etmem gerektiği konusunda uyardı. Yukarı çıkıp birkaç oda daha dolaşmaya başladık. Kapı önünde kalmayı tercih etmekle iyi yapmıştım çünkü burada renklerine göre ayrılmış ceketler, gömlekler ve pantolonlar vardı. Bir giyinme odası ancak bu kadar düzen içinde olabilirdi. Birçoğu koyu renkliydi ve renk tonlarına göre dizilmiş ceketleri gördükçe ev sahibinin nasıl biri olduğunu az çok tahmin edebiliyordum. Kim bilir nasıl bir düzen manyağıydı? En son dolabımı ne zaman düzenlediğimi hatırlamayan ben, bir başkasının zaten düzenli olan dolabına bakıyordum. Aşağıdan bir erkeğin sesi geldiğinde, bedenimde dayanılmaz gerginlik hissettim. Evin içinde korumalar haricinde sadece Ayşe, Ferda ve ben kalmıştık. “Acaba bu gelen kişi, bahsettikleri adam mıydı?” diye merak etmeye başlamıştım. Ayşe, yanımdan ayrılıp aşağı kata doğru inmişti. Yalnız başıma kalmıştım, aşağıda konuşulanlara kulak kabartırken sesler dikkatimi çekmişti: “Gerekenleri söyledim. Her şey istediğiniz gibi, merak etmeyin.” dedi Ayşe, sesi alçak ve sakin bir tonla, ama içinde barındırdığı bir otorite de hâlâ belirginliğini koruyordu. Aşağıda beliren adamın kim olduğunu bilmemek, içimde merak ve korku yaratmıştı. O anki gerginliğim, kalbimin hızla çarpmasına neden olmuşken adam bir şeyler söyledi; sesi tanıdık geliyordu ama nereden hatırladığımı bir türlü çıkaramamıştım. Zihnimde yankılanan bu ses, beni geçmişe, belirsiz anılara sürüklüyordu ama bir türlü o hatıra yerine oturmuyordu. Tam o sırada, adamın sesi yeniden duyuldu: “Nerede, yukarıda mı?” Ayşe, aşağıdaki adama sakince cevap verirken içimdeki kaygı giderek yükseliyordu. Tehditler savuran adamı gördüğüm gibi onunla da yüz yüze geldiğim an, tekrar aynı şeyler yaşayacağımı hayal ettim. “Sözleşmeyi imzaladı mı?” “İmzaladı, her şey yolunda…” cevabını vermişti, sesi kendine güvenle doluydu ama belirsiz bir endişeyi sakladığının farkındaydım. “Güzel!” dedi adam, sesi daha sert bir ton alarak. Ayak seslerini duymaya başlayınca buraya geleceğini anlamıştım. Kaçıp gitmek istedim ama adam çoktan üst kata çıkmış bana doğru yaklaşmıştı. İster istemez gerilmeye başladım. Elim ayağıma dolaşır gibi olunca “İnşallah yalnız değildir.” diye dua ettim. Niye buraya geliyor? Ayak sesleri yaklaşmaya devam ederken odalardan birine girip ışıkları kapattım. Burayı sadece geniş koridorların ışıkları aydınlatıyordu. Nefesimi tutarak konuşulanları dinlemeye çalıştım. Ayşe koridorda beni göremeyince şaşırmış olmalı ki "Efendim biraz önce buradaydı." Diye açıklamada bulunmuştu. Bir başkasının evinde saklandığımı düşündükçe beni bu hâle düşüren o adamı mahvetmek istiyordum. Adam eğlence arayışındaymış gibi çıkan ses tonuyla "Buluruz." demişti. Şimdi olduğum yerden çıkıp adamın karşısına korkusuzca dikilerek buradan gitmek istediğimi söylemek ve sonra onun da itiraz etmeden kabul edeceklerini düşünmeye başladım ancak böyle bir şey olmayacaktı. Adam, bulunduğum odadan içeri girince saklanmış olduğum yerden bir adım geri attığımda onu görebileceğim bir mesafede olduğumu fark etmiştim. Beni görmesi an meselesiydi ama artık her şey için çok geç kalmıştım. Karanlıkta beliren yüzü net olarak görünmüyordu. Adam, odadaki anahtarı çevirip ışığı açtığında, etraf aniden aydınlandı. Gözlerim parlak ışıkla kamaşırken bir an göz göze geldik. Vücudumu saran gerilimin ne zaman dineceğini bilmek istiyordum ama kelimeler, sanki boğazımda düğümlenmiş gibi geliyordu. Şimdi ne yapmam gerektiğine dair düşünceler, kafamın içinde bir fırtına gibi esmeye başlayınca sessizliğimi sürdürdüm. Ne diyebilirim diye düşünürken ilk konuşan o oldu. "Sen Kubilay'ın Fransızca öğretmeni değil misin?" sesi güçlü ve etkileyici bir tonda çıkmıştı. Tesadüflerin varlığına inanmazdım ama, karşımda o gün çerçeveli fotoğrafını kırıp bütün merakını üstüne çektiğim adamı görmeyi ummuyordum. İçten içe kaybetmek üzere olduğum bir savaşa hazırlanmadan yenik düştüğüm için kızgın ve bitkindim. Sessizliğimden çıkarmış olduğu derin manalar içinde gülümsedi. "Biliyorum, bu durum senin için pek hoş değil ama kaçışın yok." Yaşadığım zorlukları hayal edince öfkem tavan yaptı ama sözlerim dudaklarımın ucuna gelirken boğazımda düğümlenmiş gibi kalıyordu. "Ne istiyorsun benden?" diyebildim sonunda. Cevap vermeden önce alay eder gibi gülümsedi. "Bu sorunun cevabı çok basit. Bazen işlerimizi halletmek için insanlar gerekir, ve senin gibi birinin bana yardımcı olacağına inanıyorum." "Neyin peşinde olduğunu öğrenmeden sana hiçbir konuda yardım etmeyeceğim." Sinirle söylediğim sözlerden bir ân bile tereddüt etmemiştim. Gözlerimle onu göstermeye kararlıydım, ama o hiçbir şeyden etkilenmiyormuş gibi bana doğru bir adım atmıştı. "Hayatta her şey bir oyundur. Sen de hak ettiklerinin bedelini ödüyorsun. Benimle ya işbirliği yapacaksın, ya da sonuçlarına katlanacaksın." "Beni biriyle karıştırıyorsun. Büyük bir yanlışın peşindesin!" Diyerek onu vazgeçirmek istemiştim. Sanki sözlerime inanacakmış gibiydi ama hayır bu gözlerde hiçbir yalanı kabul etmeyen bakışlar vardı. O umursamaz bir ifade ile bana bakarak hiçbir şey söylemeden yanımdan geçip banyoya doğru gitmişti. Söylediklerimi tekrar düşünmeye devam ediyorken evi terk etme cesaretini bulmuştum. Umursamazca arkasını dönüp giden adamın yapacaklarından korkmayacağıma kendi adıma söz verdim. Tam odadan çıkıyordum ki kapıda Ayşe ile göz göze gelince gitmek için gelen cesaretim yok olmuştu. "İyi misin, sorun yok değil mi?" Diye sorduğunda düşüncelerimi bir kenara bırakıp güçlükle konuşabilmiştim. "Hayır ne olabilir ki?" Yutkunurken verdiğim cevaba inanmamış gibiydi. "Korkmuş gibisin..." Kadın bunu yüzümden nasıl anladı bilmiyorum ama şu an hissettiğim korkudan çok daha başka bir şeydi. "Önemli bir şey değil." Diyerek Ayşe'yi geçiştirdim ve hızla odadan dışarı çıktım. Adamdan kurtulduğum için derin bir oh çektiğimde sanki korkularımdan da kurtulmuştum. Geniş koridorda yürürken kapalı kapılardan birine girdim. Ağlamaktan çok daha fazlasına ihtiyaç duyduğum ruh hâliyle ne yapacağımı bilmiyordum. Odanın içindeki ağır kağıt kokusu midemi bulandırmaya başlamıştı. Bine yakın dosya raflarda yıllarına göre titizlikle sıralanmışken her şey sanki tertemiz ve ışıl ışıldı. Yalnız masanın üzerindeki defter gibi bir şey dikkatimi çekti. Kimse beni henüz aramaya çıkmamışken burada vakit geçirmek ilgimi çekmişti. İçinde ne yazdığını merak edip bakmak istedim. Yaptığımın yanlış olduğunu bile bile sayfaları çevirip göz gezdirdiğimde sıradan bir alışkanlık içinde yazılanları göz ucuyla okudukça günlük ya da yapılacaklar listesi gibi bir şey olduğunun kanısına varmıştım. Rastgele çevirdiğim sayfalar arasında sona gelmiştim, defteri kapatıp rafa koyacaktım ki içinden bir kağıt parçası düşmüştü. Yerden alıp ne olduğunu inceledim. Özel bir psikiyatri kliniğinin kartıydı. Gözlerim, kartın altındaki adrese kaydı. Gözümün önüne, o adamın gözlerinde beliren ışıltı geldi. İçimdeki dalgınlık bir an için dağılıp kaybolmaya başladı. Kağıda bakmayı bırakıp defterin arasına yerleştirdim. O sırada Ayşe yanımda belirdi. Merakımın yine depreştiğini hissettim ve cesaretimi toplayarak sordum: “Patronunuzun bir rahatsızlığı mı var? Yani, rahatsızlık derken titizliğine olan takıntısından bahsediyorum." Ayşe, sanki böyle bir soruya alışkınmış gibi cevap verdi: “Bunu merak eden yalnızca sen değilsin. Son da olmayacaksın. Araf Bey bu evi ve kullandığı her şeyi, bir ameliyathane gibi steril tutmak zorundaydı. Bu onun en büyük obsesyonuydu. Tabii, anlatmak istediğim olay beş yıl önceydi.” Şaşkınlıkla kadına baktım ve içimde bir merak yükseldi: “Tedavi olmayı hiç düşünmedi mi?” “Yıllarca psikolojik tedavi gördü. Şu anki durumu, tedavisinin sona ermiş hâlidir. Eskiye göre çok daha iyi.” Eğer tedavisi bitmiş hali buysa, tedaviden önceki hâlini düşünmek bile beni korkutuyordu. Bir an için düşüncelerim uçuşurken, Ayşe sessizliği bozan kişi oldu: “Artık, eskisi gibi temizlik kaygısı yok. Sadece geçmişten kalan bir alışkanlık olarak düzenli ve disiplinli. Yanındakilerin de öyle olmasını ister.” O anlatmaya devam ederken odanın içinde ses yankılanıyordu. |
0% |