@madrabazbiryazar
|
Eve dönmek için bir süre düşündüm. Issız arazide kolayca araç bulmak imkansızdı. Kapının önünden ayrılıp epeyce yürüdükten sonra orman yolundan çıkmıştım. Henüz şehirden uzaktaydım ve biraz daha yürüyünce bir taksi durağının sarı ışıklarını görüp hemen oraya doğru hızla yürümeye başladım. Etrafıma tedirgin bakışlarımı yönelttiğimde kimseyi görememiştim ama takip ediliyormuş hissine kapılarak sürekli arkama bakıyordum. Burada yalnız başıma olmadığımı anlayıp gökyüzüne baktığımda bu gecenin sorunsuz bir şekilde bitmesini diledim. Durağa vardığımda, boş taksiyi beklememe gerek kalmamıştı. Arabaya bindim ve şoföre, adresi tarif ettikten sonra arkama yaslandım. Şoför gaza basıp hızla yola çıktığında peşimde birinin olup olmadığını kontrol etmek için tekrar arkama baktım. Yollar araba farlarıyla hafifçe aydınlanırken, arkada bizi takip eden herhangi bir araç görünmediğine sevinmiştim. Önüme dönünce taksici, gözlerini hızla yola çevirip beni izlemiyormuş gibi yapıyordu ama onun bu hareketini fark etmiştim. Ne olduğu hakkında hiçbir açıklamada bulunmazken taksici ümidini kesmiş gibi arabayı sürmeye devam etti. Yolda, sessizce düşüncelere dalıp yarın erken kalkacağım aklıma gelince içimi bir sıkıntı basmıştı. Şehirden uzakta olan bu eve gelmek için küçük bir hesaplama yaparken mahallemizdeki imam efendiyle sabah namazına müteâkiben kalkmam gerekecekti. Parmaklarımla bir şeyler hesapladığımı gören taksici, muhtemelen deli olduğumu düşünmeye başlamıştı. Taksi, yirmi üç dakika sonra eve vardığında, içeride bekleyen eşyalarımı alıp arabadan indim. Apartmana adımımı attığım anda, sensörlerin yanmadığını fark ettim. Önümdeki merdivenin basamağını göremeden yere kapaklandım. Düşmemin şokuyla, yerden kalkarken birden ışıklar yanmaya başladı. Sakin kalmakta zorlanıyordum. Dört katı çıkmaktan ayaklarıma kara sular inmişti. Kapıyı anahtarımla açıp içeri girince apartmandaki ışıklar tekrar söndü. Geç saatlere kadar uyanık kalan Masal, bu sefer erkenden odasına giderek uyumuş olmalıydı. Sabah onu görmeden evden çıkacağım için bir not yazıp buzdolabına yapıştırdım. Sessizce odama gidip üzerimdekileri değiştirdikten sonra yatağıma uzandım. Seher'in gülümseyen fotoğrafıyla göz göze geldiğimde peşimdeki adamlardan tamamen kurtulmak için gerekli önlemlerimi almadan bu şehirden öylece kaçıp gidemezdim. Ben yokken bile Masal burada okuluna devam edecekti. Yokluğumu fark eden adamlar bu sefer arkadaşımı kullanarak onu tehdit edeceklerdi. Kaçmak, basit ve kısa yollu bir çözümdü. Kimsenin hayatını mahvetmeye hakkım yokken böyle bir riske girmek tehlikeli olacaktı. Bir yolunu bulup adamdaki sözleşmeyi fes etmem gerekiyordu. Yorgun düşen gözlerim kapanmaya başlamışken Seher'in gülümseyen yüzü gözümün önünden yavaşça silindi. Telefonumdan gelen sinir bozucu sesi kapatıp tekrar uykuya geçecektim ki birazdan ezan okunacağını belirten mikrofon sesini duyunca gözlerimi açtım. Aradan geçen birkaç saate rağmen başımdaki uğultuyla yatağımdan doğruldum. Saba makamından okunmakta olan ezan sesi hâlâ devam ederken hızla hazırlanıp evden çıktım. Sabahın erken saatlerinde tatlı gelen kuş cıvıltılarından çok, kargaların gaklamaları duyuluyordu. Etrafı aydınlatmakta olan sokak lambaları olmasa korkudan bir adım atmaya cesaret edemeyecektim. Sokakta namaza giden yaşlı bir adam haricinde kimse yok sayılırdı. Yüzümü defalarca soğuk suyla yıkamama rağmen bir işe yaramamıştı. Bütün gece hiç uyumamışım gibi yorgundum. Şeytan inadına bu sabahki uykumu tatlı gösteriyordu. Gözlerim istemsizce kapanıyorken, her ân bir yerlere düşüp uyuyakalacağımdan şüphe yoktu. Taksiye binince adresi tarif edip arkama yaslanarak gözlerimi açık tutmaya çalıştım. En yakın zamanda bir yolunu bulup sözleşmeyi yok etmeliydim yoksa bu adam beni özel aşçısı tayin edecekti. Evin önceki aşçısı iki gün önce kovulmasaydı belki bu saatte uyanmam gerekmeyecekti. Sabrımı sınayan adam, elindeki sözleşmeyle pes edeceğimi düşünüp beni yıldıracağını zannediyordu ama henüz kim olduğumu bilmesini istemiyordum. Taksi durunca geldiğimizi anlamıştım. İnmeden hemen önce, parayı adama uzatıp arabadan indim. Gökyüzü tam aydınlanmamıştı ve sabahın soğuğunda içim titreye titreye tek başıma evin bahçesinden geçerek yürümeye başladım. Kargalar ağaç üzerinde gaklarken kapıda Ayşe ve Araf Bey'in ayaküstü konuştuklarını gördüm. Onlara doğru yaklaştığımı görünce Ayşe memnun olmuş gibi gülümsedi: "Günaydın Alisa." Ben de aynı şekilde gülümsemesine karşılık verip alayla cevap verdim: "Henüz gün aymadı, daha on üç dakika var." Soğuktan uykumun geldiğini bile unutmuştum. Rüzgar yüzüme doğru esince üşüdüğümü tekrar hatırlayıp üzerimdekine iyice sarıldım. Baştan ayağı siyahlara bürünmüş olan ve dikkatli bakmasam cenazeye gittiğini zannedeceğim Araf Bey'in üzerinde spor kıyafetleri vardı. Saatlerce koşarak efor sarf ettiği için yüzünde acı çekiyormuş gibi bir ifade görmeyi beklerken, adamın oldukça enerjik olduğunu görünce şaşırmış gibi tebessüm ettim. "Günaydın Araf Bey." Tüm enerjisini spora harcamış olan Araf bana bakmakla yetinmişti sadece. Hazır, adam evin dışındayken sözleşmeyi bulsam ne güzel olurdu. Üşüdüğümü söyleyip onları orada bıraktım. Eve girip mutfağa yöneldiğimde içerisi sıcacıktı ama, bırakıp gittiğim yatağım daha sıcaktı. Huzurumu kaçıran Araf denen adama saat sabahın altısında zorla kahvaltı hazırlatmak neymiş göstermek için önce ellerimi yıkadım, ardından gerekli olan kahvaltılıkları çıkardım. Ferda yüzü beş karış içeri girince sevgili patronlarından azar işittiklerini anlamam zor olmadı. Çay demlenirken ben de banyoya gidip tekrar yüzümü yıkadım. Sıcak su biraz rahatlamama yardımcı olmuştu. Banyodan döndüğümde Ferda mutfakta biriyle konuşuyordu. Kimle konuştuğunu görmek için içeri girdiğimde Ayşe'nin demlediğim çayı çöpe döktüğüne gözlerimle şahit oldum. Ferda beni görünce vereceğim tepkiden çekinerek Ayşe'yi uyarmıştı ama bunun için biraz geç kaldı. O an sinirlerim tepeme çıksa da sakin olup kızın yanına kadar gittim. "Ben o çayı daha yeni demlemiştim. Neden döküyorsun?" Diye sorduğumda gayet rahat bir şekilde cevap verdi: "Araf Bey sabah kahvaltısında çay içmiyor ki!" Lan başlayacağım şimdi sana da Araf Bey'ine de demek varken alayla gözlerimi kısıp sordum: "Öyle mi, Araf Bey sabahları ne içiyormuş?" Dikkatle üzerinde gezinen gözlerimden ona sinirlendiğimi anlamıştı. Rahat bir tavırla elini tezgaha koyarak konuştu: "Araf Bey sabahları kahve ya da bitkisel çay içiyor. Önce ona sormalıydın." Yılmayacağım derken daha şimdiden illallah ettirmişlerdi. "Çay da bir bitki Ayşe. Ot yani o da, uzaydan gelmedi." Deyince Ferda başını cam tarafına çevirip kıs kıs gülmeye başladı. Ayşe, arkadaşına sinirlendiğini belli etmek için iğnelemek isteyen ses tonuyla aslında Ferda'ya da susması gerektiğini hatırlattı: "Araf Bey bugün çok gergin, o yüzden onu sinirlendirmemeye dikkat et. Lütfen sorun çıkarma rica ediyorum!" Elinin birini omuzuma koyarak gülümseyince içime Pollyanna kaçmış gibi cevap verdim: "Peki Ayşeciğim dediğin gibi olsun. Bugün sorun çıkarmayacağım." Kötü bir şey yapmayacağıma ikna olan Ayşe not defterini ve telefonunu masanın üzerinden alıp arka bahçede olacağını haber verdikten sonra yanımızdan ayrıldı. Ben de o sırada derin bir nefes aldım. Hava tamamen aydınlanırken yorgunluğumun ve uykumun bir an da gittiğini fark edip Ayşe'ye verdiğim sözden ötürü, uğursuz planlarımı sonraya sakladım. Bahçeye hazırlamış olduğum özenli kahvaltıyı gören Ferda'nın ağzı açık kaldı. Ayşe'ye verdiğim sözü bu kadar hızlı tutacağımı hiç düşünmemişti. Mutfağa kadar gelip alayla tebrik etmek isteyince çok sevinmemesi gerektiğini söyleyip huzurunu kaçırdım. Araf da spor sonrası yorgunluğunu üzerinden atmak için yukarı çıkıp duş aldıktan sonra işe gitmeden önce hazırlanmaya başlamıştı. Ferda ellerini birbirine bağlayarak sevimli göründüğünü düşünüp yanıma yaklaşınca bir şey isteyeceğini anladım. Meğer Ferda, Araf Bey'in imzaladığı dosyaların üzerine kahve dökmüş benden de bunları tekrar imzalatmamı istiyordu. Adama zaten sinir oluyordum. "Sen aklını kaçırdın herhalde!" İkna olmam için iyice masumlaşmaya çalışarak gözlerini kırpıyordu. Ferda iş yerindeki yokluğunu fark ettirmeden bir an önce gitmesi gerektiğini söyleyerek yaptığı hatayı bana devretmek istiyordu. Bir çift ayak sesi duyulunca adamın buraya yaklaştığını hissettik. Ferda bahçe kapısından dışarı çıkmadan hemen önce mutlaka dosyaları imzalatmamı söylemişti. Adamın buraya doğru geldiğine emin olmak için mutfak kapısına kadar yürüdüm. Araf Bey üzerinde koyu tonlardan oluşan bir kıyafetle merdivenlerden aşağı iniyordu. Parfüm kokusunu alıp tuhaf hissetmeye başladım. Ona görünmemek için bir adım gerilerken az kalsın arka üstü yere düşecektim ki son anda tutunmayı başarmıştım. Adam mutfakta olan hareketliliğe başını çevirip bakmadı bile, sanırım telefonla konuştuğu için beni fark etmemişti. Gizli gizli adamın ne yaptığına bakarken az kalsın yakalanıyordum. Soğuk ve ciddi duruşundan biraz tedirgin olunca istemsiz bir etkinin beni ele geçirdiğinin farkına vardım. Kendime gelip kapının ardından tekrar ne yaptığına baktığımda elinde bir dosyayla bahçeye doğru gidip oturduğunu gördüm. Mutfaktan ayrılıp salona geldim. Bu adam sanki geçtiği her yerde tuhaf bir tesir bırakıyordu. Dışardan gelen ses ciddi bir şey olduğunu gösterir gibi olunca hemen salondan çıkıp bahçeye doğru yöneldim. Çimlere basılmaması için düzenlenen küçük taş parçalarını, ayaklarımın altında hissederken ister istemez gerilmiştim. "Bu yumurta neden burada?" İçeride olduğumu düşünürken bana seslenen adamın, zaten kendisine yaklaşmakta olduğumu fark etmiyordu bile. Arkasından yaklaşıp 'bö' diye bağırmamak için kendimi zor tuttum. Adam bir anda arkasında belirdiğimi görünce kaşlarını çattı. Karşısına geçip yüzümü görebileceği bir yerde durup ona baktığımda sakince sordu: "Bu ne?" Masadaki yumurtadan bahsettiğini anladım. Buraya kadar bunun için çağırmasına sinirlendim. Alayla, "Ne olacak yumurta işte, tavuktan çıkıyor ya hani, civcivler... Hatırladınız mı?" Diye sordum. Sabah sabah saçmalamama sinirlenmişti. Yine de bana karşı kontrollü olmaya çalıştı: "Ben onu sormuyorum." Deyince kendime engel olamayıp sinirlendim ama alay etmek istediğim için "Ne bilmek istiyorsunuz yumurtayla ilgili?" Diyerek adamı çileden çıkarmayı planladım. İşaret parmağıyla yumurtayı gösterdi: "Niye masamda yumurta var?" Tam itiraz etmek için ağzımı açıyordum ki tekrar konuştu: "Ayşe sana alerjim olduğunu söylemedi mi?" Tuhaf bir şey olmuş gibi bir adım geri çekilmeme aldırış etmeyip kahvaltısına devam etti. Kendi ağzıyla alerjisi olduğunu söylemeseydi zorla yumurtayı adama yedirecektim. Ben de bilip bilmeden hemen kızıyordum. Az önce yersiz sinirlendiğim için pişman oldum: "Yumurtaya alerjinizin olduğunu bilmiyordum." Ayşe mutfağa girerken yumurta haşladığımı görmüş ve neden beni uyarmamıştı ki? Aklımdan geçen şeytani düşünceyi bir kenara bırakıp masadan yumurtayı kaldırdım. Sürekli gidip gelmemek adına, gitmeden önce adama başka bir isteği olup olmadığını az önceki mahcubiyetimden kalma bir sesle sordum. "Kahvaltınızda eksik başka bir şey var mı?" Elindeki dosyaya dikkatle bakmayı bırakıp gözleriyle masadaki bir başka şeyi işaret ederek, "Bu çay kaşığı neden masada, ayrıca şeker kullanmıyorum, kaldır hemen!" Deyince pişmanlığım uçup gitmişti. Adam beni sinirlendirmeyi bir şekilde başarıyordu. Yan tarafına geçip kaşığı aldım ama eksik bir şey varmış gibi tekrar masaya kısa bir göz gezdirirken, adam elindeki dosyayı incelemeye devam edip "Çayım nerede kaldı?" Diye sordu ilgisizce. Ayşe'ye verdiğim sözü bu noktada yerine getirmekten vazgeçmek üzereyken olacakları hayal ettim. Netice olarak huzuru bozmakla elime bir şey geçmeyecekti. "Ne içerdiniz?" Adam önündeki dosyaya bakmaktan vazgeçip, sabır diler gibi nefes aldıktan sonra tane tane konuştu: "Ayşe'ye söyle o bilir!" Burada ne için mücadele ediyordum ki, adam nezaketten gram anlamıyorken yine kibarlığım tutmuştu. "Hemen getiriyorum." İçimde bir savaş olduğundan habersiz mutfak dolaplarındaki çayları ararken, etiketlerdeki içerikleri okuyordum. Bu sefer hangi çayı içeceğini kimseye sormadan istediğim bir tanesini hazırlayacaktım. O sırada Ayşe mutfağa girdi. Yüzünde sinsi bir gülüşle ne yaptığıma bakıyordu. Çayları aradığımı görünce yardımcı olmak yerine sustu. Aradan geçen iki üç dakikanın ardından "En son raftaki ilk kavanoz." Diyen Ayşe'ye dönüp kısa bir bakış attım. En son raftaki ikinci kavanozu alıp hiçbir şey çaktırmadan gülümserken yardımcı olduğu için teşekkür ettim. Kavanozu elimde çevirip yazılanlara göz gezdirdim. Üstünde rooibos yazıyordu. Tansiyonu düzenlediğini ve rahatlamak için kullanıldığını okuduktan sonra adama içirmek için bunu uygun bulmuştum. Çay hazırlarken büyük fincanları çıkardım. Kaynamakta olan çayı fincana doldurup tadına baktım. Midem bulanmıştı. Tadını kötü bulduğum için zor yuttum. İçildiği belli olmasın diye üzerini doldurup masaya götürdüm. "Buyrun Araf Bey çayınız hazır." İçimdeki şeytan bundan zevk alırken daha şimdiden eğlenmeye başlamıştım. Adam, çayını alıp teşekkür etti ve başını kağıtlardan kaldırmadan konuştu: "Çalışma odamdaki bilgisayarımı getir!" Aldığım intikamdan sonra verdiği emirler bile havada kalıyordu. Gülmek için rahat bir yere ihtiyacım vardı. Odasına gidip bilgisayarını getirmeye gittim. Kapısı açık olan yandaki odanın düzenli olduğunu fark edince burayı da dağıtmayı düşündüm ama kendimi kontrol etmem gerekiyordu. O sözleşmeyi bana imzalattıkları için onları pişman edecektim. Çalışma odasına girip Araf Bey'in bilgisayarını alarak hızlıca aşağı indim. Elimde tuttuğum bilgisayarı gösterip heyecanla konuştum: "Getirdim, buyrun bilgisayarınız." "Görüyorum, masaya koy!" Dıştan gülümserken içimden "Kafanda kırsam bi rahatlarım ama neyse..." diye düşünüyordum. Bilgisayarı masaya koyduktan sonra sordum: "Çayınız nasıl?" Gülmemek için ne kadar çaba sarf ettiğimin farkında değildi. Önündeki kağıtlara o kadar dalmıştı ki verdiği cevaplar kısaltıyordu. Çayına dokunmadığını görünce hevesim kaçtı. "Başka bir isteğiniz yoksa ben mutfaktayım." "Yok!" Ben bunu bir iki güne ya zehirlerim ya boğarım! Sürekli tek kelimeyle günlerini geçirmeye yeminliymiş gibi konuşuyordu. Araf Bey, bilgisayarının başında saatlerce çalışmaya devam ederken, evin içinde Ayşe'yi aramaya çıkacaktım ki onu mutfakta yakaladığım için sevindim. Ellerini masaya koyup kara kara düşünürken oldukça dalgın görünüyordu. Ne olduğunu sorduğumda nazlanmadan hemen anlatmaya başladı: "İki gün önce aşçımız kovuldu." Deyince bunu zaten ilk tanıştığımız gün anlattığını söyledim. Yorgun bir bakış atarak başını olumsuz anlamda salladı ve anlatmaya devam etti: "Adam yemek yaparken elini yıkamayı unuttuğu için işten çıkarıldı. Kesin bir gün Ferda ve beni de kovacak. Giden adamın yerine birini bulmam gerekiyor ama doğru dürüst bir aşçı bile bulamadım. Araf Bey beni bu sefer kesin kovacak." Aşçının elini yıkamadığından nasıl haberdar olduğunu sorunca bunun da Memduh'un işi olduğunu öğrendim. Onu böyle mutsuz görünce teselli etmeye çalışarak "Bulursun endişelenme. İş ilanı verdin mi?" Diye sordum. Başını olumlu anlamda yavaşça sallayınca yine sessizliğe gömülmüştü. Bir anda aklına harika bir fikir gelmiş gibi yüzüme baktı. Elimi tutup heyecanlanarak gözlerini kocaman açtı: "Dünkü yemeği sen yapmıştın. Bugün de sen yap. Lütfen ben aşçıyı bulana kadar idare et yoksa işten atılmam an meselesi!" Ayşe çaresiz kalmasa asla benden yardım istemeyeceğini utanmadan yüzüme söylerken ona yardımcı olmayı kabul ettim. Yardım teklifini onaylayınca iltifatlara boğuldum. Araf Bey'den izin almayı başaran Ayşe gülümseyerek ağzı kulaklarında mutfağa geldi. Teşekkür edip evden çıkarken elimdeki listeye bakınca iş gözümde büyüdü. Zil sesine kimse aldırış etmeyince mutfaktan çıkıp gülümseyerek kapıyı açtığımda karşıma genç ve yakışıklı bir adam çıktı. Adam şaşırarak "Sen kimsin?" diye sorunca kapının önünde sorguya çekildiğim için tuhaf bir ifadeyle yüzüne baktım. Cevap vermeme fırsat vermeden içeri girdi. Birini arıyormuş gibi etrafına bakınıp, aradığını salonda bulamayınca hızla yatak odasına doğru gitti. Merdivenleri saniyeler içinde çıkarak gözden kayboldu. Çok kısa bir süre sonra geri dönüp "Araf nerede?" Diye sordu. Kim olduğuna anlam veremeden içeri girip Araf'ı arayan bu adamın bir oraya bir burada olması dikkatimi dağıttı. Sonunda konuşmayı akıl ederek "Bahçede kahvaltı yapıyor." Dedim. Adamın yüzünde imalı bir gülüş belirdi: "Peki sen kimsin ve burada ne işin var?" Diyerek ardı arkası kesilmeyecek sorulara cevap vermeme fırsat tanımadı. Kaşının birini kaldırarak "Yoksa sen, Araf'ın bizlerden gizlediği sevgilisi falan mısın?" Diye sorunca kendimi tanıttım. "Adım Alisa, niye bu evdeyim inan ben de bilmiyorum. O adam sevgilim değil, zoraki patronum." Adam, kim olduğumu bilmesine rağmen hiç tanımıyormuş gibi bakarak şaşkınlıkla, "Yani sen şimdi burada mı çalışıyorsun?" diye sorduğunda uysal bir ses tonuyla cevap verdiğimde bu durum hoşuna gitmişti. "Ben de Gökay..." Elini uzatarak kendini tanıttı. Tereddüt etmeden adama gülümseyip elini sıktım. Kısa bir sessizliğin ardından tekrar bir şey söylemek için bekliyordu: "Ben de seni sevgilisi zannettim. Ayıptır söylemesi bizimki insan sevmez de... Yani seni evde görünce yanlış anladım. Kusura bakma." "Önemli değil." Adam gizli bir şey söyleyecekmiş gibi elinin tersini yanaklarına yaklaştırarak kimsenin duymamasına özen gösterir gibi kısık sesle konuştu: "İnsan sevmez ama kadınlarla arası iyidir yani sen bakma onun böyle soğuk durduğuna sevdikleri için canını bile verir." Adını öğrenmeye yeni fırsat bulduğum bu adam, resmen ayaküstü benimle dedikodu yapıyordu. Araf'tan bahsettiğini anladım. Aramızda kalsın der gibi bir bakış attıktan sonra sustu. Söylediklerine gülesim geldiyse bile dudaklarımı birbirine bastırıp ciddi durmaya çalıştım. "Sen o kız mısın yani?" Kaşlarımı çatıp ne demek istediğini anlamaya çalıştım ama bunu söylemeyeceğini biliyordum. Neden burada olduğumu anlayan adam, bir açıklama yapmaktan geri durmadı: "Ben niye burada olduğunu anladım. Sana ne söylediler de buraya geldin bilmiyorum ama aslında Araf..." devamını getirmedi. Kaşlarım çatarak onu dinliyordum. Devamını getirmesini bekledim ama sustu. "O ne demek?" Diye sorunca cevap vermedi. Yüzüme imayla baktıktan sonra bahçeye yönelip arkadaşının yanına gitti. Etrafta yine sessizlik hakim olmuşken bir anda çıkıp gelen adamın arkasından bakakaldım. Bir süre sonra Gökay ellerini iki yana açarak coşkuyla Araf'ın yanına yaklaşıp neşeli bir başlangıç yapmak istedi. "Sürpriz!" Araf bu coşkulu girişe hiç oralı olmamıştı. Gökay'a olabildiğince ciddi bir şekilde bakıp uyardı: "Sululuk yapma Gökay, otur şuraya!" Adam emir almış gibi yerine oturdu. Gökay'ın konuşkan ve neşeli tavrından hoşlanmıştım. Bu adam Araf'ın tam zıttıydı. Sessiz sedasız onları izlemeye devam ederken Gökay, selam sabah vermeden kahvaltısını yapmaya devam eden Araf'a sitem etti: "Sana da günaydın Araf... İyi gördüm seni.. iyi bende ne olsun, koşturup duruyorum. Ben de iyim, çok sağ ol!" Araf arkadaşının tavırlarını anlayınca sinirlendi. Kaşlarını çatıp "Tamam en çok sana günaydın Gökay, sabah sabah amma konuştun!" Deyince bu çıkışa alınmış gibi durmayan adam, rahat bir tavırla arkasındaki bahçe koltuğuna yaslanıp sordu: "Bu ne iş aşkı kardeşim?" Araf çalışmaya ara vererek bilgisayarın ekranını kapatıp önünde duran çaydan bir yudum alınca dudakları yanmıştı. Fincanı bırakınca dikkatini çeken bir şey oldu. Ayağı kalkıp hızla mutfağa doğru gelen Araf'ı görünce mutluluktan olduğum yerde dans etmeye başladım. Gökay ne olduğunu sorunca Araf bir şeyler söylemişti ama tam olarak ne dediğini duyamamıştım. Mutfakta hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi otururken Araf, yüzüme bakınca ne olduğunu hemen anladı. "O çayı sen mi hazırladın?" Konuşurken acı çektiğini görünce bir an çayı fazla kaynattığım için adamı yaktığımı düşündüm. "Sen yaptın!" Deyip üzerime gelince hiç korkmamıştım. Kendi isteğiyle beni kovduğunu söylemeden ona rahat vermeyecektim. O sözleşme imzalayarak beni borç altına sokuyorsa ben de onu böyle huzursuz edecektim. "Evet ben yaptım hem de kimseye bir şey sormadan ne istiyorsam onu seçip kaynattım. Hadi kov beni de evime gideyim." Söylediğim söze birden gülünce yanmış olan dudaklarının acısını birbirine bastırarak dindirmeye çalıştı: "Çok beklersin." Deyip elindeki fincanı içindeki çayla beraber çöpe atıp zafer kazanmış gibi mutfaktan çıkıp gitti. Araf bahçedeki koltukların olduğu yere tekrar geldiğinde önündeki kağıtları bir araya toplarken bu sefer mutluydu. Konuşmalarına devam ederlerken Gökay'ın gülüşü bozuldu. Araf'ın sürekli bir şeylerle meşgul olduğunu görünce vicdanını rahatlatmak istedi: "Bu aralar hiçbir şeye vakit bulamıyorum. Hem orası çok sıkıcı bir ortam hiç bana göre değil." "Belli oluyor. Gömleğini yanlış iliklemişsin." Araf, kafasını hafifçe sallayıp konuşmaya devam etti. "Sen hiç değişmiyorsun Gökay, hâlâ aynı çocuksun." Gökay, bu soğuk tavra rağmen umursamazdı: "Ben senin gibi kara kara düşünmek yerine hayatı biraz daha eğlenceli hâle getirmeyi tercih ediyorum. Ne de olsa hayat kısa!" Araf, kaşlarını çatarak Gökay'a baktı: "Hayat kısa, ama sorumluluklar da uzun! Senin gibi her anı keyif alarak geçirenlerin dünyasıyla benim dünyam arasında dağlar kadar fark var." Kağıtların aynı sırada olmasına özen göstererek rüzgar önünde uçmasınlar diye üzerine telefonunu koydu. "Sürekli işle ilgilenmek yerine biraz sevdiklerinle vakit geçir." Araf ceketinin mendilini düzeltirken kısa bir bakış atıp ayağa kalktı: "İş demişken bugün sen de geleceksin. Bir sürü işimiz var. Boşuna uğraşma itiraz kabul etmiyorum." Gökay'ın iş yapmak istemediği belli oluyordu. Anlaşılan bu adam sadece çalışanlarına değil arkadaşlarına da emir verir gibi konuşuyordu. Araf'ın emreder gibi konuşması Gökay'ın umrunda bile değildi. Gökyüzüne bakarak onu vazgeçirmeye çalıştı: "Kardeşim ne şirketi ben oralarda bunalıyorum, hem bak bugün hava çok güzel." "Geleceksin dedim Gökay!" Telefonunu ceketinin cebine koyup kağıtları eline aldı. Gökay gitmemek konusunda ısrar etti: "Bence bugün ikimiz de işe gitmeyelim. Gece çok güzel bir mekana gideriz. Ha ne dersin?" Arkadaşının teklifiyle ilgilenmeyen Araf kararından vazgeçmemişti: "Bugün yapılacak toplantı çok önemli ve kaçırmaman gerekiyor." "Gerçekten geldiğime bin pişman ettin! Ben sana akşam bir yerlere gidelim diyorum senin bana ettiğin lafa bak." "Ben olmasam da sen eğlenebilecek birisin niye ısrarla benim de gelmemi istiyorsun?" Diye sorunca adam bir cevap vermemişti. Gökay'ın neşeli tavırları biraz daha ciddileşti: "Anlaşıldı, tamam bugün seninle işe geleceğim. İş toplantısını hallettikten sonra bir restoranın önünde buluşalım. Senin için uygunsa, Aslı da katılacak." "Aslı kim Gökay?" Gülümseyip arkadaşına baktı: "Yeni sevgilim eğer gelirsen sizi tanıştıracağım." Açıklamasını beğenmeyen Araf hemen itiraz etti: "İstemez zaten çok sürmez yine gider bir başkasını bulursun. Beni bulaştırma öyle şeylere işim başımdan aşkın." Gökay koltukta dik bir vaziyet alarak çıkıştı: "Oğlum ne inat adamsın iyi gelme, otur burada!" Adam, hızla mutfak yoluna doğru gelince tarif sayfalarını karıştırarak meşgul gibi göründüm. "Sürekli bardakların yerini kim değiştiriyor?" Diye sordu çatacak birini arıyormuş gibi. Bardakların yerini söyleyince tekrar yemek sayfalarına baktım. Adam, sakinleşerek mahcup bir ses tonuyla teşekkür ettiğinde "Bir sorun mu var?" Diye sordum. "Evet bir sorun var! Patronun olacak adam, çok sıkıcı! Gel beraber dışarı çıkıp eğlenelim, diyorum. şirkete gel, diyor. Hayır bu hep böyle zaten!" "Belki eğlenmek için keyfi yoktur." Diye cevapladım. Sanki Araf'ın tarafını tutuyormuş gibi yaparak. Bardağı makineye koyarken "Onun hiçbir zaman keyfi yerinde değil." Diyerek isyan bayrağını çekmişti. Araf, seslenince bahçeye gittim. Çayın intikamını alacağını daha şimdiden hissediyordum. Yanına vardığımda çıkmak için hazırlanıyordu. Yüzüme bakmadan konuştu: "Bugün akşam yemeği olarak Paella yapmanı istiyorum." Ne dediğini anlamamıştım ama, cahilliğimi belli etmemek için anlamış gibi başımı sallayıp mutfağa geldim. Sanki çözüm yolu mutfak dolaplarında saklı gibi her yeri aramaya başladım. Son olarak umudumu tarif kitaplarına bağlamıştım. Aklıma gelen fikirle hâlâ mutfakta duran adama dönüp sordum: "Gökay Bey size bir şey sorabilir miyim?" Şüphe ile yüzüme baktı: "Sorabilirsin Alisa, bu arada seninle konuşmamda bir sakınca yoktur umarım." Başımı hayır anlamında sallamakla yetindim sadece. Vakit kaybetmemek için derdimin ne olduğunu Gökay'a da açtım: "Paella nasıl bir yemek ve nasıl yapıldığını biliyor musunuz?" "Biliyorum bilmesine ama bunu senden Araf mı istedi?" Diye sorunca akşam yemeği olarak istediğini söylediğimde hemen itiraz etti: "Bence, başka bir şey yap. O zor bir yemektir daha önce hiç yapmamışsın güzel olmayabilir, zaten Araf çok zor beğenir ve bizimki bir şeyi beğenmeyince kıyameti koparır. O yüzden ona bugün için yaprak sarma yap. Çok sever..." Söylediği mantıklı geldiği için sarma yapmakta karar kıldım. Bunu ona da söylediğimde çok sevindi: "Aynen öyle yap! Ben şimdi gidiyorum. Bu arada yemekle ilgili kötü bir şey söylerse aldırma zaten o hiçbir şeyi beğenmez. Onun sözlerini çok da umursama, kolay bir şeyler yap gitsin. Hadi sana kolay gelsin." "Teşekkürler Gökay Bey." Gitmek üzereyken arkasını dönüp kaşlarının birini kaldırdı: "Bey mi, lütfen adımın yanındaki o ciddiyet şeysini kaldırır mısın?" "Ama..." Tam sözüne itiraz edecekken Gökay benden önce davrandı: "Ben bir bizimkine bakayım." Hızla mutfaktan ayrılıp Araf'ın yanına gitti. Gökay'ın önerisiyle yaprak sarmasını akşam yemeğine hazırlamaya karar verdim. Ona öyle lezzetli bir sarma yapacaktım ki asla bahane bulamayacaktı. Mutfakta çalışırken düşünmeye daldım. Neyse ki, yaprak sarma yapmayı biliyordum. İç harcı için pirinci, kıymayı, baharatları ve diğer malzemeleri bir araya getirdim ve ustalıkla yapraklara doldurdum. Yemek pişerken mutfak güzel kokularla dolunca, sarma pişmiş mi diye kapağını açıp baktım. Harika görünüyordu. Akşam yemeği hazır olduğunda, masanın eksiksiz olmasına dikkat ederek her şeyi tekrar kontrol ettim. Bu akşam bütün gününü arkadaşını ikna etmekle uğraşan Gökay, sonunda istediği olmuştu. Dışarı çıkmak için giyinmiş olan Gökay ve Araf akşam yemeğinde masaya oturdular. Konuşmaya dalmışlarken sarmayı servis etmeye başladım. İşimi bitirip mutfağa gittiğimde içeriden Araf'ın sesi duyuldu. Ne olduğunu anlamak için yemek masasının önüne geldim. "Ben sana ne yapmanı söylemiştim Alisa?" "Paella." "Peki bu ne?" diye sorunca ihtişamlı olan masaya bakıp rahatlıkla cevap verdim: "Sarma..." "Sarma olduğunu biliyorum. Ben sana akşam yemeğine sarma mı yap dedim?" Yüzümdeki ifadeyi aniden değiştirip kaşlarımı çattım. Gökay'a bakınca ne olduğunu anladım. Araf sarma sevmiyordu. Sinsice arkadaşına güldüğünü belirtmemeye çalışıyordu ama ben görmüştüm. Hayal kırıklığına uğradığım yetmiyormuş gibi bir de Gökay'ın bunu neden yaptığına anlam veremediğim için şaşkındım. Hatamı telafi etmek istedim. "Özür dilerim Araf Bey." "Özür dileme!" Sesini yükseltmesi sinirlenmeme sebep olurken ona güvenip sarma yaptığım için kendimi suçlu buldum. Ne olduğunu anlatsam beni kabahatli bulacağına adım gibi eminken Gökay'a bunu neden yaptın der gibi kısa bir bakış atıp Araf'a baktım: "Bir daha olmaz Araf Bey." Biliyordum ki bu konu asla burada kapanmayacaktı. Gökay'ı dinlediğim için pişman olmuştum ama artık olan olmuştu. Araf'ın gittikçe artan ses tonu evin her yerinden duyuldu: "Sen benimle dalga mı geçiyorsun Alisa? Ben sana sarma sar demedim!" Gökay dahi konuşmaya cesaret edemezken etrafı derin bir sessizlik kaplamıştı. Kalbim hızla çarpıyordu, sakinliğimi korumaya çalıştım: "Ben çok pişmanım..." Gökay sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Sinirden deliye dönen Araf, önündeki sudan birkaç yudum aldı. Bardağı sertçe masaya bıraktı. Gökay ise sakince yemeğine devam ediyordu. Sinirle masadan kalkıp yukarı çıkarak gözden kaybolduğunda Araf'ın yokluğunu fırsat bilip hâlâ hiçbir şey olmamış gibi yapan Gökay'a hesap sordum: "Bunu yapmakla elinize ne geçti söyler misiniz?" Çatala batırdığı yaprak sarmayı tabağına bırakıp cevap verdi: "Sadece dokunulmazlığın devam ediyor mu diye merak etmiştim. Seni başkalarından koruduğunu düşünüp mutlu olma çünkü sana en çok zararı Araf'ın vereceğinden emin ol." Duyduklarıma inanamadım. Adamdaki rahatlık sinirime dokundu ama en azından sorularımı cevaplayacak birini bulmuştum: "Beni Erdal'dan mı koruyorsunuz?" Diye sordum. "Bunları ailene neden sormuyorsun?" Diyerek soruma soruyla karşılık vermişti. "Ailem yaşamıyor. Ne olduğunu sizler biliyorsunuz ama söylemiyorsunuz. Bunu bilmek benim de hakkım! Ne olduğunu bilmediğim bir şey yüzünden canım tehlikede ve elimden hiçbir şey gelmiyor." "Bazı şeyler bilindiğinde insanı mutlu etmez. " diyerek ayağa kalktı Gökay. Araf'ın huyunu bildiğinden çoktan dışarı çıkmıştı ve arabada onu bekliyordu. Araf aşağı inince göz göze geldik. Hâlâ masanın yanında olduğumu görüp yüzüme baktı: "Bu konu burada bitmedi. Geldiğimde burada olacaksın, anladın mı beni? Sakın bir yere kaybolma!" Adama ters bir bakış atıp tam konuşacakken sözümü kesti: "Kaçmayı sakın düşünme, yerin dibine bile girsen seni bulurum." Alay ederek sordum: "Oradan bakınca korkak biri gibi mi duruyorum?" Böyle bir cevap beklemiyormuş gibi şaşırdı ancak kısa sürede kendini toparlayıp ciddileşti: "Nasıl biri olduğunu gelince tartışırız. Tabii kaçmazsan..." Sinirlendiğimi belli etmemeye çalışarak sözlerimi vurguladım: "Kaçmam merak etme! Burada bekliyor olacağımdan şüphen olmasın!" Hiçbir şey söylemeden kapıyı çarpıp çıkan Araf, Gökay'ı da alıp güzel bir mekana eğlenmeye gitti. Masaya oturarak yaptığım sarmaların tadına baktım. Araf'ın gelmesini beklemeli miydim yoksa buradan bir an önce gitmeli miydim? Nankör! Özenle sardığım sarmayı lütfedip tatmamıştı bile. Evde kimse yokken ykarı çıkıp çalışma odasına gittiğimde kapı kitliydi. Sinirle aşağı inip eski yerime oturdum. Bir servis yapıp sarmaları yemeye başladım. Çatalı sarmalara saplarken adamın sözleri kulaklarımda tekrar yankılanınca sesleri susturdum: "Zevksiz, sarma sevmeyen mi olurmuş! Yaprak sarma sevmiyor, çay içmiyor, yumurta yemiyor. Zıkkımın kökünü ye!" |
0% |