
Eve dönmek için bir süre düşündüm. Issız arazide kolayca araç bulmak imkansızdı. Kapının önünden ayrılıp epeyce yürüdükten sonra orman yolundan çıkmıştım. Henüz şehirden uzaktaydım ve biraz daha yürüyünce bir taksi durağının sarı ışıklarını görüp hemen oraya doğru hızla yürümeye başladım. Etrafıma tedirgin bakışlarımı yönelttiğimde kimseyi görememiştim. Takip ediliyormuş hissine kapılarak sürekli arkama bakıyordum.
Burada yalnız başıma olmadığımı anlayıp gökyüzüne baktığımda bu gecenin sorunsuz bir şekilde bitmesini diledim. Durağa vardığımda, boş taksiyi beklememe gerek kalmamıştı. Arabaya bindim ve şoföre, adresi tarif ettikten sonra arkama yaslandım. Şoför gaza basıp hızla yola çıktığında peşimde birinin olup olmadığını kontrol etmek için tekrar arkama baktım.
Yollar araba farlarıyla hafifçe aydınlanırken, arkada bizi takip eden herhangi bir araç görünmediğine sevinmiştim.
Önüme dönünce taksici, gözlerini hızla yola çevirip beni izlemiyormuş gibi yapıyordu. Onun bu hareketini fark etmiştim. Ne olduğu hakkında hiçbir açıklamada bulunmadım. Taksici bana bakmayı bıraktı ve ümidini kesmiş gibi arabayı sürmeye devam etmişti.
Yolda, sessizce düşüncelere dalıp yarın erken kalkacağım aklıma gelince içimi bir sıkıntı basmıştı. Şehirden uzakta olan o eve gitmek için küçük bir hesaplama yaptım. Hesaplarıma göre mahallemizdeki imam efendiyle sabah namazına müteâkiben kalkmam gerekecekti. Parmaklarımla bir şeyler hesapladığımı gören taksici, muhtemelen deli olduğumu düşünmeye başlamıştı.
Yirmi üç dakika sonra eve varmıştım ve hemen eşyalarımı alıp arabadan indim. Apartmana adımımı attığım an, sensörlerin yanmadığını fark ettim. Önümdeki merdivenin basamağını göremeden yere kapaklanmış ve canım çok yanmıştı. Düşmemin şokuyla, yerden kalktım. O sırada ışıklar yanmaya başladı. Aydınlıkta sessizce ilerledim.
Dört katı çıkmaktan ayaklarıma kara sular inmişti. Kapıyı anahtarımla açıp içeri girince apartmandaki ışıklar tekrar sönmüştü.
Geç saatlere kadar uyanık kalan Masal, bu sefer erkenden odasına giderek uyumuş olmalıydı. Yine de odasına gidip orada olduğundan emin olmak istemiştim. Kapısının önünden odasının içine bir kez bakmak yetmişti. Rahat bir nefes alıp odama gidecektim, ama sabah onu görmeden evden çıkacağım için bir not yazmayı düşündüm.
İşim bitmişti. Üşengeçlik içinde odama giderek üzerimdekileri değiştirdim. Başımı yastığa koyup bugün yaşananları tekrar düşünmeme çalışırken, Seher'in gülümseyen fotoğrafıyla göz göze gelmiştim. Dakikalardır kendi kendime verdiğim savaşı, bir fotoğrafa bakarak kaybetmiştim. Gözlerimden yaşlar akıyordu. Aklım hep aynı şeylerdeydi.
Her şey eskisi gibi olmamalıydı. Tekrar başa dönmek istemiyordum. Mücadele etmekteden de kaçmaktan da çok yorulmuştum. Peşimdeki adamlardan tamamen kurtulacağıma olan inancım artık tamamen yitip gitmişti.
Gerekli önlemlerimi almadan bu şehirden öylece kaçıp gidemezdim. Ben yokken bile Masal burada okuluna devam edecekti. Yokluğumu fark eden adamlar bu sefer arkadaşımı kullanarak onu tehdit edeceklerdi. Kaçmak, basit ve kısa yollu bir çözümdü. Kimsenin hayatını mahvetmeye hakkım yoktu.
Yorgun düşen gözlerim kapanmaya başlamıştı. Seher'in gülümseyen yüzü, gözümün önünden yavaşça silindi.
Telefonumdan gelen sinir bozucu sesi kapatıp tekrar uykuya geçecektim ki birazdan ezan okunacağını belirten mikrofon sesiyle zorla da olsa gözlerimi açtım. Aradan geçen birkaç saate rağmen başımdaki uğultu devam ediyordu. Yavaşça yatağımdan doğruldum. Saba makamından okunan ezan hâlâ bitmeden, hızla hazırlanıp evden çıkmıştım.
Sabahın erken saatlerinde tatlı kuş cıvıltılarından çok, kargaların gaklamaları duyuluyordu. Etrafı aydınlatan sokak lambaları olmasa korkudan bir adım atmaya cesaret edemeyecektim. Sokakta, namaza giden yaşlı bir adam haricinde kimse yok sayılırdı.
Yüzümü defalarca soğuk suyla yıkamama rağmen bir işe yaramamıştı. Gece hiç uyumamışım gibi yorgundum. Şeytan inadına bu sabahki uykumu tatlı gösteriyordu. Gözlerimin istemsizce kapanmasına engel olmaya çalıştım. Her ân bir yere düşüp uyuyakalacağımdan şüphe yoktu.
Taksiye binince adresi tarif edip arkama yaslanarak gözlerimi açık tutmaya çalıştım. En yakın zamanda bir yolunu bularak o sözleşmeyi yok etmeliydim.
O adam sabah erkenden kahvaltı etmek yerine uyumayı tercih etseydi, belki bu saatte uyanmam gerekmeyecekti. Elindeki sözleşmeyle pes edeceğimi düşünüp beni yıldırmalarına izin vermeyecektim. Sabrım sınanıyordu sanki.
Taksi durunca geldiğimizi anlamıştım. Bu ıssız yere taksiyle gidip gelmekten cebimdeki para bitmek üzereydi. İnmeden hemen önce, parayı adama uzatıp indim.
Gökyüzü tam aydınlanmamıştı. Şu soğukta içim titreye titreye tek başıma evin bahçesinden geçip yürümeye başladım.
Kargalar ağaç üzerinde gaklıyordu. Kapıda Ayşe ve Araf Bey'in ayaküstü konuştuklarını görüp o tarafa gittim. Yaklaştığımı görünce Ayşe memnun olmuş gibi gülümsedi: "Günaydın Alisa." Ben de aynı şekilde gülümsemesine karşılık alayla cevap verdim: "Gün henüz aymadı, daha on üç dakika var." Soğuktan uykumun geldiğini bile unuttum. Rüzgar yüzüme doğru esince üşüdüğümü tekrar hatırlayıp üzerimdekine iyice sarılarak Araf'a doğru başımı çevirdim.
Benden ne için yardım istiyor olabilir ki? Direkt sormak içimden gelmiyordu. Sanki dış görünüşünden bir çıkarımda bulunabilirmişim hissine kapılarak onu izlemeye devam ettim. Baştan ayağı siyahlara bürünmüş ve dikkatli bakmasam cenazeye gittiğini zannedecektim. Üzerinde spor kıyafetleri vardı. Saatlerce koşarak efor sarf ettiği için yüzünde acı çeken bir ifade görmeyi beklemiştim, ama oldukça enerjikti. Şaşırmış gibi tebessüm ettim. "Günaydın Araf Bey." Zaten tüm enerjisini spora harcamıştı. Bana bakmakla yetindi sadece. Hazır, o evin dışındayken sözleşmeyi bulsam ne güzel olurdu. Üşüdüğümü söyleyip onları bahçede bıraktım.
Eve girip mutfağa yöneldiğimde içerisi sıcacıktı, ama bırakıp gittiğim yatağım daha sıcaktı. Bu yüzden Araf denen adama sabah saat altıda beni zorla buraya getirmek neymiş göstermek için sabırsızlanıyordum.
O sırada Ferda yüzü beş karış içeri girince sevgili patronlarından azar işittiklerini anlamam zor olmamıştı. Çay demlenirken ben de banyoya gidip tekrar yüzümü yıkadım. Sıcak su biraz rahatlamama yardımcı olmuştu.
Banyodan döndüğümde Ferda mutfakta biriyle tartışıyordu. Kimle konuştuğunu görmek için içeri girdiğimde Ayşe'nin biraz önce demlediğim çayı çöpe döktüğüne gözlerimle şahit olmuştum. Ferda beni görünce vereceğim tepkiden çekinerek Ayşe'yi uyarmıştı. O an sinirlerim tepeme çıksa da sakin olup kızların yanına gittim.
"Ben o çayı daha yeni demlemiştim. Neden döküyorsun?" Yüzüme bakıp gayet rahat bir edayla cevap verdi: "Araf Bey sabah kahvaltısında çay içmiyor."
İçimden onca şey söylemek geliyordu ama alayla gözlerimi kıstım: "Öyle mi, Araf Bey sabahları ne içiyormuş?" Dikkatle üzerinde gezinen gözlerimden sinirlendiğimi anlamıştı. İstifini bozmadan elini tezgaha koydu: "Sabahları kahve ya da bitkisel çay içiyor. Önce ona soracaksın." Yılmayacağım derken daha şimdiden illallah ettirmişti.
"Çay da bir bitki Ayşe. Ot yani o da, uzaydan gelmedi. Çayı kötü patronunuza değil bize yapmıştım!" Ferda başını cam tarafına çevirip kıs kıs gülmeye başladı.
Ayşe, arkadaşına sinirlendiğini belli ederek iğnelemek isteyen ses tonuyla aslında Ferda'ya da susması gerektiğini hatırlattı: "Çok özür dilerim... Sanırım dünkü sözlerim yanlış anlaşıldı. Birbirimizi kırmanın âlemi yok. Araf Bey de bugün ters tarafından kalkmış gibi. Bir de siz üstüme gelmeyin lütfen."
Elinin birini omuzuma koyarak gülümseyince içime Pollyanna kaçmış gibi yumuşadım: "Peki Ayşeciğim dediğin gibi olsun. Bugün sorun çıkarmayacağım." Kötü bir şey yapmayacağıma ikna olmuştu. Not defterini ve telefonunu masanın üzerinden alıp, arka bahçede olacağını haber verdikten sonra yanımızdan ayrıldı. Ben de o sırada derin bir nefes aldım.
Hava tamamen aydınlanırken yorgunluğumun ve uykumun bir an da gittiğini fark etmiştim. Bugün Araf'ı huzursuz etmeyi düşünmüştüm ama Ayşe'ye verdiğim sözden ötürü, uğursuz planlarımı sonraya sakladım.
Boş boş oturmaktan canım sıkılınca Ayşe'ye yardım ettim. İşi bitirip mutfağa geri dönerken, bahçeye hazırlamış özenli kahvaltıyı gören Ferda'nın ağzı açık kalmıştı. Herhalde bizim bu kadar marifetli olacağımızı hiç düşünmemişti. Bahçeye kadar gelip alayla tebrik etmek isteyince çok sevinmemesi gerektiğini söyleyerek huzurunu kaçırmıştık.
Açık havada mutlu mesut konuşmaya dalarak aramızdaki gerginliği sonlandırmıştık. Saatime baktıktan sonra başımı kızlara çevirdim: "Beyefendi zuhûr etmek için neyi bekliyor?"
Ayşe'nin gözleri açıldı: "Aman gözünü seveyim biraz tahammül göster."
Ferda arkadaşına acıyarak baktı: "Amma korkaksın. Misal bak bana.. o beni burada görürse canıma okur. Niye, çünkü şu an beni işte biliyor."
Ayşe alttan alttan laf sokarak konuşunca yine tartışmaya başladılar. Onları bahçede bırakıp mutfağa gittim.
Araf da spor sonrası yorgunluğunu üzerinden atmak için yukarı çıkıp duş aldıktan sonra hazırlanmaya başlamıştı.
Ferda sevimli göründüğünü düşünerek yanıma yaklaşınca bir şey isteyeceğini anladım. Meğer Ferda, Araf Bey'in imzaladığı dosyalar üzerine kahve dökmüş, benden de bunları tekrar imzalatmamı istiyordu. Bu istediği şey mümkün değildi. Adama zaten sinir oluyordum.
"Sen aklını kaçırdın herhalde!" İkna olmam için iyice masumlaşmaya çalışarak gözlerini kırpıyordu. Ferda iş yerindeki yokluğunu fark ettirmeden bir an önce gitmesi gerektiğini söyleyerek yaptığı hatayı bana devretmek istemişti. Bir çift ayak sesi duyulunca adamın buraya yaklaştığını hissettik.
Ferda bahçe kapısından çıkmadan hemen önce mutlaka dosyaları imzalatmamı söylemişti. Adamın buraya doğru geldiğine emin olmak için mutfak kapısına kadar yürüdüm.
Araf üzerinde koyu tonlardan oluşan bir kıyafetle merdivenlerden aşağı iniyordu. Parfüm kokusunu alır almaz tuhaf hissetmeye başlamıştım.
Ona görünmemek için bir adım gerilediğimde az kalsın arka üstü yere düşecektim ki son anda dengemi kurmayı başarmıştım.
Adam mutfakta olan hareketliliğe başını çevirip bakmadı bile, sanırım telefonla konuştuğu için beni fark etmemişti. Gizli gizli ne yaptığına bakarken az kalsın yakalanıyordum. Soğuk ve ciddi duruşundan tedirgin olunca istemsiz bir etki beni ele geçirmişti. Kendime gelip kapının ardından tekrar ne yaptığına baktığımda elinde bir dosyayla bahçeye doğru gittiğini gördüm.
Mutfaktan ayrılıp salona kadar geldim. Bu adam sanki geçtiği her yerde tuhaf bir tesir bırakıyordu. Dışardan gelen ses ciddi bir şey olduğunu gösterir gibi olunca hemen salondan çıkıp bahçeye yöneldim. Çimlere basılmaması için düzenlenen küçük taş parçalarını, ayaklarımın altında hissedip ilerlemeye devam ettim. Gelişim onun için uzun sürmüş olmalıydı ki tekrar konuşuyordu: "Bu yumurta neden burada?"
İçeride olduğumu düşünüp bana seslenmişti de zaten kendisine yaklaşmakta olduğumu fark etmiyordu bile. Arkasından yaklaşıp 'bö' diye bağırmamak için kendimi zor tuttum.
Araf bir anda arkasında belirdiğimi görünce kaşlarını çattı. Karşısına geçip yüzümü görebileceği bir yerde durdum. Gözüm Ayşe'yi arıyordu. Yine ortadan kaybolmuştu. Araf'a baktığımda masada bir şey dikkatini çekti: "Bu ne?"
Yumurtadan bahsettiğini anladım. Sanırım yine bir şeyleri yanlış yapmıştık. Alayla, "Ne olacak yumurta işte, tavuktan çıkıyor ya hani, civcivler... Hatırladınız mı?" Diye sordum.
Sabah sabah saçmalamama sinirlenmişti. Yine de bana karşı kontrollü olmaya çalıştı: "Ben onu sormuyorum." Kendime engel olamayıp gülümsedim. Onunla alay etmek hoşuma gitmişti: "Ne bilmek istiyorsunuz yumurtayla ilgili?" Kahvaltının her şeyiyle Ayşe ilgilenecekti, ama şu an onun yanında sadece ben vardım. Yumurtaya ne bahane bulacağını merak etmiyor değildim.
İşaret parmağıyla gösterdi: "Ayşe nereye gitti ve niye masamda yumurta var?" Tam itiraz etmek için ağzımı açıyordum ki izin vermedi: "Yumurtaya alerjim olduğunu bilmiyor mu?"
Tuhaf bir şey olmuş gibi bir adım geri çekilmeme aldırış etmeyip kahvaltısına devam etti. Kendi ağzıyla alerjisi olduğunu söylemeseydi zorla yumurtayı ona yedirecektim. Ben de bilip bilmeden hemen kızıyordum. Az önce yersiz sinirlendiğim için pişman oldum: "Yumurtaya alerjinizin olduğunu bilmiyordum."
Aklımdan geçen şeytani düşünceyi bir kenara bırakıp masadan yumurtayı kaldırdım. Bu yumurtayı ben hazırlamıştım ama Ayşe yumurtayla ilgili hiçbir şey söylememişti ve şimdi de birden ortadan kaybolması bir şeylerin ters gitmesi için planlanmıştı sanki.
Tuhaf tuhaf yüzüme bakınca hiç bozuntuya vermedim. Sürekli gidip gelmemek adına, başka bir isteği olup olmadığını az önceki mahcubiyetimden kalma bir sesle sordum. "Kahvaltınızda eksik başka bir şey var mı? Ayşe'ye söyleyelim de getirsin."
Elindeki dosyaya dikkatle bakmayı bırakıp gözleriyle masadaki bir başka şeyi işaret etti: "Bu çay kaşığı neden masada, ayrıca şeker kullanmıyorum." Ayşe'nin kahvaltı için benden yardım istemesini şimdi anlıyordum. Şu güzelim masaya bile memnun olmamıştı. Biraz önceki pişmanlığım uçup gitti. Adam beni sinirlendirmeyi bir şekilde başarıyordu.
Yan tarafına geçip kaşığı aldım. Eksik bir şey varmış gibi tekrar masaya kısa bir göz gezdirirken, adam elindeki dosyayı incelemeye devam etti. Ayşe'yi bir elime geçirirsem fena yapacaktım.
Çay için mutfağa gidecektim ki kağıtlardan başını kaldırmayarak yanına oturmamı söylemişti.
Ayşe'ye verdiğim sözü bu noktada yerine getirmekten vazgeçmek üzereyken olacakları hayal ettim. Netice olarak huzuru bozmaktan başka elime bir şey geçmeyecekti.
Yanındaki sandalyeyi çekip oturdum. Ona bakmak yerine etrafıma göz gezdirmeye çalıştım. Yanında geçirdiğim bir dakika bile çok uzun sürmüş gibi bir türlü geçmek bilmiyordu. Bir şey söylediği de yok. Burada beni boşuna oyalıyordu.
Kalkıp gitmek için bir bahane bulmayı düşünürken aklıma harika bir fikir geldi. Tam o sırada Araf konuştu: "Ayşe yine kayıplara karıştı değil mi? Boşuna bakıyorsun o tarafa. Ona bizi rahatsız etmemesini söyledim." Kağıtları bırakıp yüzüme bakınca elim ayağım birbirine girdi: "Burada ikimizden başka insan yok. Ben seninle yalnız kalmaktan hoşlanmıyorum."
"Çocukları insanlardan saymıyor musun Alisa?" Kubilay'ın sesi tam arkamdaydı. Hızla başımı çevirdim. Gülen yüzüyle karşımda duruyordu. O günden sonra Kubilay'ı görmek çok istemiştim ama karşıma engeller çıkmıştı. Şimdi yanımdaydı ve ona sımsıkı sarılma fırsatı bulmuştum. Karşı sandalyeye geçip oturdu.
Araf Kubilay'a gülümseyerek baktıktan sonra bana döndü: "Benimle yalnız kalmak istemiyordun. Bak anında isteğini yerine getirdim, görüyor musun?"
Gülümsemek istemiyordum, ama kendimi tutamamıştım. Başımı çevirip Kubilay'la ilgileniyormuş gibi yaptım. Gözlerini üzerimden çekmeye niyeti yoktu sanki. Ayağa kalktım: "Mutfağa gidip kendime çay alacağım. Siz ne içmek istiyorsunuz?"
Kubilay ağaçtaki kuşlara dalmış, beni duymuyordu. Araf bitki çayı istemişti. Hangisini içeceğini sorduğumda alay eder gibi bakıp tane tane konuştu: "Ayşe'ye söyle o bilir." Burada ne için mücadele ediyordum ki, adam nezaketten gram anlamıyordu.
"Hemen getiriyorum." Yine kibarlığım tutmuştu. İçimde bir savaş olduğundan habersiz mutfak dolaplarındaki çayları ararken, etiketlerdeki içerikleri okuyordum. Bu sefer hangi çayı içeceğini kimseye sormadan istediğim bir tanesini hazırlayacaktım.
O sırada Ayşe mutfağa girdi. Yüzünde sinsi bir gülüşle ne yaptığıma bakıyordu. Çayları aradığımı görünce yardımcı olmak yerine sustu. Aradan geçen iki üç dakikanın ardından söyledi: "En son raftaki ilk kavanoz." Ayşe'ye dönüp kısa bir bakış attım. En son raftaki ikinci kavanozu alıp, hiçbir şey çaktırmadan gülümsedim. Niye güldüğümü anlamaması işime gelmişti. Bana yardımcı olduğu için teşekkür ettim.
Kavanozu elimde çevirip yazılanlara göz gezdirdim. Üstünde rooibos yazıyordu. Tansiyonu düzenlediğini ve rahatlamak için kullanıldığını okuduktan sonra ona içirmek için bu çayı uygun bulmuştum.
Çay hazırlanırken büyük fincanları çıkardım. Kaynamakta olan çayı fincana doldurup tadına baktım. Midem bulanmıştı. Tadını kötü bulduğum için zor yuttum. İçildiği belli olmasın diye tekrar doldurup masaya götürdüm.
"Buyrun Araf Bey çayınız hazır." İçimdeki şeytan bundan zevk alırken daha şimdiden eğlenmeye başlamıştım.
Adam, çayını alıp teşekkür etti ve başını kağıtlardan kaldırmadan konuştu: "Çalışma odamdaki bilgisayarımı getir." Aldığım intikamdan sonra verdiği emirler bile havada kalıyordu. Gülmek için rahat bir yere ihtiyacım vardı.
Odasına bilgisayarını getirmeye gittim. Yandaki odanın kapısı açıktı. Düzenli olduğunu fark edince burayı da dağıtmayı düşündüm ama kendimi kontrol etmem gerekiyordu. O sözleşmeyi bana imzalattıkları için onları pişman edecektim. Çalışma odasından bilgisayarını alarak hızlıca aşağı indim. Elimde tuttuğum bilgisayarı gösterip heyecanla konuştum: "Getirdim, buyrun bilgisayarınız."
"Görüyorum, masaya koy." Dıştan gülümserken içimden neler neler geçmiyordu ki. Bilgisayarı masaya koyduktan sonra sordum: "Çayınız nasıl?" Gülmemek için ne kadar çaba sarf ettiğimin farkında değildi.
Önündeki kağıtlara o kadar dalmıştı ki sürekli verdiği cevapları kısaltıyordu. Çayına dokunmadığını görünce hevesim kaçmıştı. "Başka bir isteğiniz yoksa ben mutfaktayım."
Cevap vermeye tenezzül dahi etmedi. Araf, bilgisayarının başında saatlerce çalışmaya devam ederken, evin içinde Ayşe'yi aramaya çıkacaktım ki onu mutfakta yakaladığım için sevindim. Ellerini masaya koyup kara kara düşünürken oldukça dalgın görünüyordu. Ne olduğunu sorduğumda nazlanmadan hemen anlatmaya başladı: "İki gün önce aşçımız kovuldu." Bunu zaten ilk tanıştığımız gün anlattığını söyledim.
Yorgun bir bakış atarak başını olumsuz anlamda salladı: "Adam yemek yaparken elini yıkamayı unuttuğu için işten çıkarıldı. Kesin bir gün Ferda ve beni de kovacak. Giden adamın yerine birini bulmam gerekiyor ama doğru dürüst bir aşçı bile bulamadım. Araf Bey beni bu sefer kesin kovacak."
Aşçının elini yıkamadığından nasıl haberdar olduğunu sorunca bunun da Memduh'un işi olduğunu öğrendim. Onu böyle mutsuz görünce teselli etmeye çalıştım: "Bulursun endişelenme. İş ilanı verdin mi?"
Başını olumlu anlamda sallayıp yine sessizliğe gömülmüştü. Bir anda aklına harika bir fikir gelmiş gibi yüzüme baktı. Elimi tutup heyecanlanarak gözlerini kocaman açtı: "Dünkü yemeği sen yapmıştın. Bugün de sen yap. Lütfen ben aşçıyı bulana kadar idare et, yoksa işten atılmam an meselesi!" Ayşe çaresiz kalmasa asla benden yardım istemeyeceğini utanmadan yüzüme söylerken ona yardımcı olmayı kabul ettim. Yardım teklifini onaylayınca iltifatlara boğuldum.
Araf Bey'den izin almayı başaran Ayşe gülümseyerek ağzı kulaklarında mutfağa geldi. Teşekkür edip evden çıkmadan önce, elimdeki listeye bakakaldım. İş gözümde büyüdü. Zil sesine kimse aldırış etmeyince mutfaktan çıkıp gülümseyerek kapıyı açtığımda karşıma genç ve yakışıklı bir adam çıktı.
"Sen kimsin?" Kapının önünde sorguya çekildiğim için tuhaf bir ifadeyle yüzüne baktım. Cevap vermeme fırsat vermeden içeri girdi. Birini arıyormuş gibi etrafına bakınıp, aradığını salonda bulamayınca hızla yatak odasına doğru gitti. Merdivenleri saniyeler içinde çıkarak gözden kayboldu. Çok kısa bir süre sonra geri dönüp "Araf nerede?" Diye sordu.
Kim olduğuna anlam veremeden içeri girip Araf'ı arayan adamın bir oraya bir burada olması dikkatimi dağıttı. Sonunda konuşmayı akıl ederek "Bahçede kahvaltı yapıyor." Dedim.
Adamın yüzünde imalı bir gülüş belirdi: "Peki sen kimsin ve burada ne işin var?" Ardı arkası kesilmeyecek sorulara cevap vermeme fırsat tanımadı. Kaşının birini kaldırarak "Yoksa sen, Araf'ın bizden gizlediği sevgilisi falan mısın?" Her şeyi yanlış anlıyordu. Ona kendimi tanıttım. "Adım Alisa, niye bu evdeyim inan ben de bilmiyorum. O adam sevgilim değil, zoraki patronum."
Adam, kim olduğumu bilmesine rağmen hiç tanımıyormuş gibi bakarak şaşkınlıkla, "Yani sen şimdi burada mı çalışıyorsun?" diye sordu. Uysal bir ses tonuyla cevap verdiğimde bu durum hoşuna gitmişti.
Elini uzatarak kendini tanıttı. "Ben de Gökay..." Tereddüt etmeden adama gülümseyip elini sıktım. Kısa bir sessizliğin ardından tekrar bir şey söylemek için bekliyordu: "Ben de seni sevgilisi zannettim. Ayıptır söylemesi bizimki insan sevmez de... Yani seni evde görünce yanlış anladım. Kusura bakma."
"Önemli değil."
Adam gizli bir şey söyleyecekmiş gibi elinin tersini yanaklarına yaklaştırarak kimsenin duymamasına özen gösterir gibi kısık sesle konuştu: "İnsan sevmez, ama kadınlarla arası iyidir yani sen bakma onun böyle soğuk durduğuna sevdikleri için canını bile verir."
Adını öğrenmeye yeni fırsat bulmuştum. Benimle resmen ayaküstü dedikodu yapıyordu. Araf'tan bahsettiğini anladım. Aramızda kalsın der gibi bir bakış attıktan sonra sustu. Söylediklerine gülesim geldiyse bile dudaklarımı birbirine bastırıp ciddi durmaya çalıştım.
"Sen o kızsın yani?" Kaşlarımı çatıp ne demek istediğini anlamaya çalıştım, ama bunu söylemeyeceğini biliyordum. Neden burada olduğumu anlayan adam, bir açıklama yapmaktan geri durmadı: "Ben niye burada olduğunu anladım. Sana ne söylediler de buraya geldin bilmiyorum ama aslında Araf..." devamını getirmedi.
Kaşlarım çatarak onu dinliyordum. Devamını getirmesini bekledim ama sustu. "O ne demek?" Soruma cevap vermedi. Yüzüme imayla baktıktan sonra bahçeye yönelip arkadaşının yanına gitti.
Etrafta yine sessizlik hakim olmuşken bir anda çıkıp gelen adamın arkasından bakakaldım. Bir süre sonra Gökay ellerini iki yana açarak coşkuyla Araf'ın yanına yaklaşıp neşeli bir başlangıç yapmak istedi.
"Sürpriiiz!"
Araf bu coşkulu girişe hiç oralı olmamıştı. Gökay'a olabildiğince ciddi bir şekilde bakıp uyardı: "Sululuk yapma Gökay, otur şuraya."
Adam emir almış gibi yerine oturdu. Gökay'ın konuşkan ve neşeli tavrından hoşlanmıştım. Bu adam Araf'ın tam zıttıydı. Sessiz sedasız onları izlemeye devam ederken Gökay, selam sabah vermeden kahvaltısını yapmaya devam eden Araf'a sitem etti: "Sana da günaydın Araf... İyi gördüm seni.. iyi bende ne olsun, koşturup duruyorum. Ben de iyim, çok sağ ol!"
Araf arkadaşının tavırlarını anlayınca sinirlendi. Kaşlarını çattı: "Tamam en çok sana günaydın Gökay, sabah sabah amma konuştun!" Bu çıkışa alınmış gibi durmadı, rahat bir tavırla arkasındaki bahçe koltuğuna yaslandı: "Bu ne iş aşkı kardeşim?"
Araf çalışmaya ara vererek bilgisayarın ekranını kapatıp önünde duran çaydan bir yudum alınca dudakları yanmıştı. Fincanı bırakınca dikkatini çeken bir şey oldu. Ayağı kalkıp hızla mutfağa doğru geldiğini görünce mutluluktan olduğum yerde dans etmeye başladım. Gökay ne olduğunu sorunca Araf bir şeyler söylemişti, ama tam olarak ne dediğini duyamamıştım.
Mutfakta hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi otururken Araf, yüzüme bakınca ne olduğunu hemen anlamıştı.
"O çayı sen mi hazırladın?" Konuşurken acı çektiğini görünce bir an çayı fazla kaynattığım için adamı yaktığımı düşündüm.
"Sen yaptın!" Üzerime gelince hiç korkmamıştım. Kendi isteğiyle beni kovduğunu söylemeden ona rahat vermeyecektim. O sözleşme imzalayarak beni borç altına sokuyorsa ben de onu böyle huzursuz edecektim. "Evet ben yaptım hem de kimseye bir şey sormadan ne istiyorsam onu seçtim. Hadi kov beni de evime gideyim." Söylediğim söze birden gülünce yanmış olan dudaklarının acısını birbirine bastırarak dindirmeye çalıştı: "Çok beklersin." Elindeki fincanı içindeki çayla beraber çöpe atıp zafer kazanmış gibi mutfaktan çıkıp gitti.
Araf bahçedeki koltukların olduğu yere tekrar geldiğinde önündeki kağıtları bir araya topluyordu. Bu sefer mutluydu. Konuşmalarına devam ederlerken Gökay'ın gülüşü bozuldu. Araf'ın sürekli bir şeylerle meşgul olduğunu görünce vicdanını rahatlatmak istedi: "Bu aralar hiçbir şeye vakit bulamıyorum. Hem orası çok sıkıcı bir ortam hiç bana göre değil."
"Belli oluyor. Gömleğini yanlış iliklemişsin." Araf, kafasını hafifçe sallayıp konuşmaya devam etti. "Sen hiç değişmiyorsun Gökay, hâlâ aynı çocuksun."
Gökay, bu soğuk tavra rağmen umursamazdı: "Ben senin gibi kara kara düşünmek yerine hayatı biraz daha eğlenceli hâle getirmeyi tercih ediyorum. Ne de olsa hayat kısa!"
Araf, kaşlarını çatarak Gökay'a baktı: "Hayat kısa, ama sorumluluklar da uzun! Senin gibi her anı keyif alarak geçirenlerin dünyasıyla benim dünyam arasında dağlar kadar fark var." Kağıtların aynı sırada olmasına özen göstererek rüzgar önünde uçmasınlar diye üzerine telefonunu koydu.
"Sürekli işle ilgilenmek yerine biraz sevdiklerinle vakit geçir."
Araf ceketinin mendilini düzeltti ve kısa bir bakış atıp ayağa kalktı: "İş demişken bugün sen de geleceksin. Bir sürü işimiz var. Boşuna uğraşma itiraz kabul etmiyorum." Gökay'ın iş yapmak istemediği belli oluyordu. Anlaşılan bu adam sadece çalışanlarına değil arkadaşlarına da emir verir gibi konuşuyordu. Araf'ın emreder gibi konuşması Gökay'ın umrunda bile değildi.
Gökyüzüne bakarak onu vazgeçirmeye çalıştı: "Kardeşim ne şirketi ben oralarda bunalıyorum, hem bak bugün hava çok güzel."
"Geleceksin dedim Gökay!" Telefonunu ceketinin cebine koyup kağıtları eline aldı.
Gökay gitmemek konusunda ısrar etti: "Bence bugün ikimiz de işe gitmeyelim. Gece çok güzel bir mekana gideriz. Ha ne dersin?"
Arkadaşının teklifiyle ilgilenmeyen Araf kararından vazgeçmemişti: "Bugün yapılacak toplantı çok önemli ve kaçırmaman gerekiyor."
"Gerçekten geldiğime bin pişman ettin! Ben sana akşam bir yerlere gidelim diyorum senin bana ettiğin lafa bak."
"Ben olmasam da sen eğlenebilecek birisin niye ısrarla benim de gelmemi istiyorsun?" Diye sorunca adam bir cevap vermemişti.
Gökay'ın neşeli tavırları biraz daha ciddileşti: "Anlaşıldı, tamam bugün seninle işe geleceğim. İş toplantısını hallettikten sonra bir restoranın önünde buluşalım. Senin için uygunsa, Aslı da katılacak."
"Aslı kim Gökay?"
Gülümseyip arkadaşına baktı: "Yeni sevgilim eğer gelirsen sizi tanıştıracağım." Açıklamasını beğenmeyen Araf hemen itiraz etti: "İstemez zaten çok sürmez yine gider bir başkasını bulursun. Beni bulaştırma öyle şeylere işim başımdan aşkın."
Gökay koltukta dik bir vaziyet alarak çıkıştı: "Oğlum ne inat adamsın iyi gelme, otur burada!"
Adam, hızla mutfak yoluna doğru gelince tarif sayfalarını karıştırarak meşgul gibi göründüm. "Sürekli bardakların yerini kim değiştiriyor?" Diye sordu, çatacak birini arıyormuş gibi. Bardakların yerini söyleyince tekrar yemek sayfalarına baktım. Adam, sakinleşerek mahcup bir ses tonuyla teşekkür ettiğinde "Bir sorun mu var?" Diye sordum.
"Evet bir sorun var. Patronun olacak adam, çok sıkıcı! Gel beraber dışarı çıkıp eğlenelim, diyorum. şirkete gel, diyor. Hayır bu hep böyle zaten!"
"Belki eğlenmek için keyfi yoktur." Diye cevapladım. Sanki Araf'ın tarafını tutuyormuş gibi yaparak.
Bardağı makineye koyarken isyan bayrağını çekti: "Onun hiçbir zaman keyfi yerinde değil."
Araf, seslenince bahçeye gittim. Çayın intikamını alacağını daha şimdiden hissediyordum. Yanına vardığımda çıkmak için hazırlanıyordu. Yüzüme bakmadan konuştu: "Bugün akşam yemeği olarak Paella yapmanı istiyorum."
Ne dediğini anlamamıştım, ama cahilliğimi belli etmemek için anlamış gibi başımı sallayıp mutfağa geldim. Sanki çözüm yolu mutfak dolaplarında saklı gibi her yeri aramaya başladım. Son olarak umudumu tarif kitaplarına bağlamıştım. Aklıma gelen fikirle hâlâ mutfakta duran adama dönüp sordum: "Gökay Bey size bir şey sorabilir miyim?"
Şüphe ile yüzüme baktı: "Sorabilirsin Alisa, bu arada seninle konuşmamda bir sakınca yoktur umarım." Başımı hayır anlamında sallamakla yetindim sadece. Vakit kaybetmemek için derdimin ne olduğunu Gökay'a da açtım: "Paella nasıl bir yemek ve nasıl yapıldığını biliyor musunuz?"
"Biliyorum bilmesine de bunu senden Araf mı istedi?" Evet anlamında başımı sallayıp akşam yemeği olarak Paella istediğini söylediğimde hemen itiraz etti: "Bence, başka bir şey yap. O zor bir yemektir daha önce hiç yapmamışsın güzel olmayabilir, zaten Araf çok zor beğenir ve bizimki bir şeyi beğenmeyince kıyameti koparır. O yüzden ona bugün için yaprak sarma yap. Çok sever..."
Söylediği mantıklı geldiği için sarma yapmakta karar kıldım. Bunu ona da söylediğimde çok sevindi: "Aynen öyle yap! Ben şimdi gidiyorum. Bu arada yemekle ilgili kötü bir şey söylerse aldırma, zaten o hiçbir şeyi beğenmez. Hadi sana kolay gelsin."
"Teşekkürler Gökay Bey." Gitmek üzereyken arkasını dönüp kaşlarının birini kaldırdı: "Bey mi, lütfen adımın yanındaki o ciddiyet şeysini kaldırır mısın?"
"Ama..." Tam sözüne itiraz edecekken Gökay benden önce davrandı: "Ben bir bizimkine bakayım." Hızla mutfaktan ayrılıp Araf'ın yanına gitti.
Gökay'ın önerisiyle yaprak sarmasını akşam yemeğine hazırlamaya karar verdim. Ona öyle lezzetli bir sarma yapacaktım ki asla bahane bulamayacaktı. Mutfakta çalışırken düşünmeye daldım. Neyse ki, yaprak sarma yapmayı biliyordum. İç harcı için pirinci, kıymayı, baharatları ve diğer malzemeleri bir araya getirdim ve ustalıkla yapraklara doldurdum.
Yemek pişerken mutfak güzel kokularla dolunca, sarma pişmiş mi diye kapağını açıp baktım. Harika görünüyordu. Akşam yemeği hazır olduğunda, masanın eksiksiz olmasına dikkat ederek her şeyi tekrar kontrol ettim. Bu akşam bütün gününü arkadaşını ikna etmekle uğraşan Gökay, sonunda istediği olmuştu.
Dışarı çıkmak için giyinmiş olan Gökay ve Araf akşam yemeğinde masaya oturdular. Konuşmaya daldıkları sıra sarmayı servis etmeye başladım. İşimi bitirip mutfağa gittiğimde içeriden Araf'ın sesi duyuldu. Ne olduğunu anlamak için yemek masasının önüne geldim.
Sarmadan bir tane bile yememişti. Çatala batırdığı güzelim sarmamı bana doğru çevirdi: "Ben sana ne yapmanı söylemiştim Alisa?"
"Paella."
"Peki bu ne?" diye sorunca ihtişamlı olan masaya bakıp rahatlıkla cevap verdim: "Sarma..."
"Sarma olduğunu biliyorum. Ben sana akşam yemeğine sarma mı yap dedim?" Yüzümdeki ifadeyi aniden değiştirip kaşlarımı çattım. Gökay'a bakınca ne olduğunu anladım. Araf sarma sevmiyordu. Sinsice arkadaşına güldüğünü belirtmemeye çalışıyordu ama ben görmüştüm.
Hayal kırıklığına uğradığım yetmiyormuş gibi bir de Gökay'ın bunu neden yaptığına anlam veremediğim için şaşkındım. Hatamı telafi etmek istedim. "Özür dilerim Araf Bey."
"Özür dileme!" Sesini yükseltmesi sinirlenmeme sebep oluyordu. Ona güvenip sarma yaptığım için kendimi suçlu buldum. Ne olduğunu anlatsam beni kabahatli bulacağına adım gibi eminken Gökay'a bunu neden yaptın der gibi kısa bir bakış atıp Araf'a döndüm: "Bir daha olmaz Araf Bey." Biliyordum ki bu konu asla burada kapanmayacaktı. Gökay'ı dinlediğim için pişman olmuştum ama artık olan olmuştu.
Araf'ın gittikçe artan ses tonu evin her yerinden duyuluyordu: "Sen benimle dalga mı geçiyorsun Alisa? Ben sana sarma sar demedim!" Gökay dahi konuşmaya cesaret edemezken etrafı derin bir sessizlik kaplamıştı. Kalbim hızla çarpıyordu, sakinliğimi korumaya çalıştım: "Ben çok pişmanım..."
Gökay sanki hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Sinirden deliye dönen Araf, önündeki sudan birkaç yudum alıp, bardağı sertçe masaya bıraktı. Gökay ise sakince yemeğine devam ediyordu.
Sinirle masadan kalkıp yukarı çıkarak gözden kaybolduğunda Araf'ın yokluğunu fırsat bilerek hâlâ hiçbir şey olmamış gibi yapan Gökay'a hesap sordum: "Bunu yapmakla elinize ne geçti söyler misiniz?"
Çatala batırdığı yaprak sarmayı tabağına bırakıp cevap verdi: "Sadece dokunulmazlığın devam ediyor mu diye merak etmiştim. Seni başkalarından koruduğunu düşünerek mutlu olma, çünkü en çok zararı sana Araf'ın vereceğinden emin ol." Duyduklarıma inanamadım. Adamdaki rahatlık sinirime dokundu ama en azından sorularımı cevaplıyordu: "Beni Erdal'dan mı koruyorsunuz?"
"Bunları ailene neden sormuyorsun?" Soruma soruyla karşılık vermişti.
"Ailem yaşamıyor. Ne olduğunu sizler biliyorsunuz ama söylemiyorsunuz. Bunu bilmek benim de hakkım! Ne olduğunu bilmediğim bir şey yüzünden canım tehlikede ve elimden hiçbir şey gelmiyor."
Ayağa kalktı Gökay. "Bazı şeyler bilindiğinde insanı mutlu etmez. " Arkadaşının huyunu çok bildiğinden dışarı çıkmıştı ve arabada onu bekliyordu.
Araf aşağı inince göz göze geldik. Hâlâ masanın yanında olduğumu görüp yüzüme baktı: "Benim için henüz konu kapanmadı. Geldiğimde burada olacaksın, anladın mı beni? Sakın bir yere kaybolma!"
Adama ters bir bakış atıp tam konuşacakken sözümü kesti: "Kaçmayı sakın düşünme, yerin dibine bile girsen seni bulurum."
O yüzden mi yıllardır peşimdesin demek istemiştim. Alay ederek sordum: "Oradan bakınca korkak biri gibi mi duruyorum?"
Böyle bir cevap beklemiyormuş gibi şaşırdı ancak kısa sürede kendini toparlayıp ciddileşti: "Nasıl biri olduğunu gelince tartışırız. Tabii kaçmazsan..."
Sinirlendiğimi belli etmemeye çalışarak sözlerimi vurguladım: "Kaçmam merak etme. Burada seni bekliyor olacağımdan şüphen olmasın!"
Hiçbir şey söylemeden kapıyı çarpıp çıktı ve Gökay'ı da alıp güzel bir mekana eğlenmeye gitti.
Masaya oturarak yaptığım sarmaların tadına baktım. O yemiyorsa ben yerdim! Araf'ın gelmesini beklemeli miydim yoksa buradan bir an önce gitmeli miydim?
Nankör! Özenle sardığım sarmayı lütfedip tatmamıştı bile. Evde kimse yokken yukarı çıkıp çalışma odasına gittiğimde kapı kitliydi. Sinirle aşağı inip eski yerime oturdum.
Bir servis yapıp sarmaları yemeye başlamıştım. Çatalı sarmalara saplarken adamın sözleri kulaklarımda tekrar yankılanmaya başlıyordu sanki, başımı sallayarak sesleri susturdum: "Zevksiz, sarma sevmeyen mi olurmuş! Yaprak sarma sevmiyor, çay içmiyor, yumurta yemiyor. Zıkkımın kökünü ye!"
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 46.9k Okunma |
2.04k Oy |
0 Takip |
37 Bölümlü Kitap |