@madrabazbiryazar
|
İçimden bir ses burayı hemen terk etmem gerektiğini söylüyordu. Ne yapacağımı düşünürken ondan korkmam gerektiğini söyleyen iç sesime karşı sessiz kalmıştım. Gidersem kapıdaki korumalara ne cevap vereceğimi düşünüyordum. Burada kalırsam azar işitecektim. Her iki ihtimalde kötüydü. Ne zaman başıma kötü bir şey gelse her zaman en kötüsünü düşünüp boşuna kendimi endişelendirirdim. Etrafı toparlamak için oturduğum yerden hızla kalktım. Saatlerdir masa üzerinde bekleyen sarmaları gördükçe çektiğim zahmete acıyordum. Elime tabakları alıp mutfağa götürdüm. Masayı kısa bir süre içinde toparlayıp eski haline getirdim. Yapılacak iş kalmayınca ayakta bir oraya bir buraya gidip gelirken ne yapmam gerektiğine karar vermeye çalışıyordum. Saatler geçtikçe içimdeki stres artıyordu. Telefonumdan saate baktığımda gece yarısını geçmişti. Biraz daha beklersem burada uyuyakalacaktım. Acaba bir bahane bulup gitmem gerektiğini söylesem dışarıdaki adamları buna inandırabilir miydim? Hayır, buradan hiçbir yere gidemezdim çünkü ondan korkmadığımı yüzüne bakarak söylemiştim. Eğer gidersem korkup kaçtığımı düşünecekti. Canı cehenneme ne düşünürse düşünsün! Saat olmuş gecenin bilmem kaçı bu saate kadar onu bekleyip azarlanmak akıl kârı değildi. Hem kızacaksa da sabah kızsın canım, ucunda ölüm yok ya! Ani bir kararla kalkıp çantamı ve telefonumu aldım. Kapıdan çıkmak üzereydim ki korumaların olmadığını görünce harika bir fırsat yakaladığım için sevindim. Ses çıkarmadan kapıyı kapatmak isterken arabanın taşlı yolda çıkardığı sesi duyunca elim ayağım birbirine girmişti. Bana doğru gelen adama bakarak kaçacak yer arıyordum. Karşı taraftan korumalar geliyordu. Bozuntuya vermeyip onu bekliyormuşum gibi yaptım. Belki bu konuyu çoktan unutmuştur. Araf'ın giderek yaklaştığını gördükçe heyecandan hızla atmaya başlayan kalbime söz geçirmeye çalışıyordum. O sıra Araf, neden dışarı çıktığımı tahmin etmiş gibi bakıyordu. Kapıda olduğumu görünce kaşlarını çatarak yanıma kadar geldi. Sanki Araf'ın geldiğini yeni fark etmişim gibi şaşırmış numarası yaptım. Bir açıklama yapma gereği duyarak "Hoş geldiniz. Ben de tam çıkıyordum. Size iyi geceler..." diye bir şeyler geveleyip gitmek üzere adımladım. Tam kurtuldum, derken kaçmama engel olmak için hafifçe kolumu kavradı ve kendine doğru çekti. O, kadar yakınımdaydı ki aldığım nefes ciğerlerime yetmiyormuş gibi nefes alıp elimden geldiğince korktuğumu belli etmemeye çalışıyordum. Yüzüne ciddi bir ifadeyle bakıp "İçeri gir!" deyince kaşlarım çatılmaya başlamıştı. Bir kez daha düşündüğüm kötü ihtimallerin sadece kendi başıma geldiğine hükmettim. İçimden daha hızlı karar veremediğim için kendime kızarken bir bahane bulup gitmeyi düşünüyordum. "Araf Bey gerçekten çok uykum geldi ve saat çok geç oldu. Merak etmeyin yarın yine geleceğim, o zaman istediğiniz kadar bağırır, çağırır kızarsınız." Yaptığı tek şeyin bu olduğunu bir çırpıda söyleyerek onu sinirlendirmeyi başarmıştım. Hafifçe tutmakta olan kolumu bırakmadı. Kesin kararını belirtti: "Hiçbir yere gidemezsin!” Durumun vahametini kavrayınca kolumda bir ağrı hissettim. Araf elini çekerek hızla içeri girdi. Tüymeli miydim? Hayır henüz ölmek için çok gençtim! Peşinden gelmediğimi görünce arkasını dönmeden yüzünü çevirip bir bakış attı. Korkak gibi görünmek istemiyordum. Bir şey yapacağını pek zannetmiyordum biraz bağırır çağırır, egosunu tatmin ettikten sonra salardı. Salona kadar Araf'ı takip edip peşinden gittim. Yemek yaptığım için teşekkür edeceği yerde hesap soruyordu. Sabahki çayın acısını unutmadığı belliydi. Birden arkasını dönüp yüzüme baktı: "Kapıyı kapatmadan niye geliyorsun? Git ve kapıyı kapat!" Deyince yüzüme sahte gülücükler yerleştirdim. Salondan ayrılıp kapının önüne kadar gittiğimde açık kapıya bir süreliğine bakıp hazır buraya kadar gelmişken kaçmayı düşünüyordum ancak bu hayal dünyasından Araf’ın bağırışıyla irkilerek gerçek âleme geri dönmüştüm. Sesi koca evin içinde yankılandı: “Dikilme orada armut gibi. Hemen buraya gel ve yaptığın saçmalıkların hesabını ver!” Gerçekten onu bu kadar sinirlendirecek ne yapmıştım. Bu herif de azarlamak için yer arıyordu. Onu daha fazla sinirlendirmeyi düşünüyordum. Askerden kaçmak için deli taklidi yapan erler gibi numara yapsam belki yakamı bırakırdı ancak onu kolay kolay alt edemeyeceğimi biliyordum. Araf pek göstermese de zeki bir adamdı. Onda ki bu kurnazlıkla, bendeki bu şansızlık ancak ölümüme sebep olurdu. Umutsuzca söylenip kapıyı kapatarak salona doğru ilerledim. Yanına geldiğimde manasızca sorular sorup dikkatini dağıtacak şeyler söylemeye çalışıyordum: "Siz ilaç kullanıyor musunuz?" Yüzüme bunu neden soruyorsun der gibi bir bakış atarak cevabı çok net bir şekilde vermişti. Evet, kullanıyordu. Hem de deli ilacı! Öyle söylememişti ama ben bunu davranışlarından hareketle bir çıkarımda bulunmuştum. Yine de susmaya niyetim yoktu. Güzel bir yerden giriş yaptığımı Araf'ın çatılan kaşlarından anladım. "Bana böyle saçma sapan sorular sorma!” Diyerek çenemi sıkı tutmam konusunda uyardı. Konuşacağımız asıl mevzuyu da alakasız sorularımla ona unuttururken sinirlenmek için bahane arayan kötü patronum birden elini masaya vurarak beni korkutmayı başarmıştı. “Lan ben sana ne diyorum sen bana ne diyorsun! Senin yüzünden ne söyleyeceğimi unuttum.” Diye esip gürlerken sinirden konuşamamıştı. Herif de sadece obsesyon değil aynı zamanda alzheimer da vardı. Bana biçilmiş ömrü daha da kısaltmadan hemen sesimi kesip Araf’ın sakinleşmesini bekledim. İğneleyici bir ses tonuyla "Tedavim hakkında öğrenmek istediklerin bittiyse esas konuya dönelim." derken kendime engel olamamıştım: "Bence sizin tedaviniz yarım kalmış gibi çünkü sizde sadece takıntı değil, gereksiz sinir patlamaları ve aynı zamanda narsistlik de var!" Araf cesaretime gülümseyip "Doğru, bunu psikiyatristim de söylemişti.” deyince anlamıştım zaten bu adamda bir delilik alametleri olduğunu. Yüz ifadesini görünce merakımı içimde tutamadım: “Bir şeyi çok merak ediyorum. Bana zorla yemek yaptırmakla elinize ne geçiyor?" Rahat bir ses tonuyla cevap verdi: "Sen buraya onun için gelmedin ki..." Susmak yerine cümlenin devamını getirse o da rahatlayacaktı ben de ama inatla söylememekte ısrar ediyordu. “Aynısını arkadaşınız da söyledi. Gerçekten amacınız ne anlamıyorum." diyerek amacını öğrenmeye çalıştım. Bu da amma ketumdu. "Sır saklamasını bilir misin Alisa?" Gizli olan şeylerden her zaman kaçmayı başarmıştım ama bu adamdan kaçamıyordum. İtiraz etmekten başka şimdilik bir şey yapmadım. "Ben sır falan saklayamam. Lütfen bana bir şey söylemeyin çünkü suçlarınızın ortağı falan olmak istemiyorum." Gülümseyerek yüzüme bakıp sordu: "Bunun suçlarla ilgili olduğunu nereden anladın?" "Parlak bir istikbalinizin olmadığı her hâlinizden belli oluyor." Korkmadan verdiğim cevaba sinirlenerek "Her neyse unut gitsin!" Deyip kestirip attı. Sırrının ne olduğunu merak ediyordum ama tekrar sormak istemedim. "Şimdi sana söylediğim yemeği yapmayıp kendi kafana göre sarma yapmanı konuşalım biraz. Ha, ne dersin?" Diye hesap sormaya başlamışken, geldiğimden beri aklımı kurcalayan soruyu sormadan edemedim. "Türk mutfağı varken neden İspanyol yemeğini tercih ediyorsunuz?" Bugünkü marifetimi de eklemeyi unutmadım. "Bence yaprak sarma söylediğiniz yemekten çok daha güzeldir." "Sen kovulmak istiyorsun ama bunu ben istersem gerçekleştirebileceğimi unutuyorsun. Ben neyi seversem o en güzelidir! Kendi zevkin beni ilgilendirmiyor." Başka zaman olsa kendimi savunacak binlerce şey söylerim ama şu an aklıma bir şey gelmiyordu. O sırada Araf, rahmetli anacığım gibi söylenmeye devam ediyordu. "Neden hep kendi bildiğini okuyorsun!" Ona karşı mantıklı bir açıklama bulamamaktan yorulmuştum. "Artık gidebilir miyim, geç oldu!" Aramızdaki mesafenin azaldığını attığı adımlardan sonra fark edip bir adım geriledim. Buz gibi bir sesle cevap verdi: "Hayır, gidemezsin!" "Neden?" Diye sorma cesaretini gösterip o an bunu sorduğum için kendimi takdir ettim. Cevap vermeyip alayla yüzüme bakıyordu. "Çünkü ben öyle istiyorum!" İçimdeki şeytanın devreye girdiğini Araf'ın sözlerinden sonra anlamıştım: "Öyle bir şey yapamazsın!" Dün evime gittiğim gibi bugün de evime gidecektim ve Araf buna mani olamazdı. "Yapamam öyle mi!" Ceketinin cebinden çıkardığı kağıdı uzatıp sordu: "Okuma yazman var mı?" Dörde katlanmış kağıdı açınca sözleşme başlığıyla karşılaştım. Konuşmanın nereye varacağını merak ederek "Bende senin bildiğinin aksine çok daha fazlası var." diye çıkıştım. "Bak bakalım o maddelerde ne yazıyor? Sözleşmeyi okumadan imzaladığın için ne yazdığını bilmiyorsun." Kağıdı sağ elimde tutarak iki parmağımla destek verip içimden yazıları okumaya başladım. "Dördüncü maddede ne yazıyormuş sesli oku anlayalım!" Elimdeki kağıtta söylediği maddeye bakınca gözlerime inanamadım. Bunu daha önce fark etmeyip şimdi gördüğüm için hemen itiraz ettim: "Böyle bir şeyi kabul etmiyorum! Sırf siz istiyorsunuz diye neden evime gidemeyecekmişim?" Elimdeki kağıdı alıp tekrar katladıktan sonra ceketinin cebine koydu: "Sözleşmeyi imzaladın artık bunun geri dönüşü yok, onu imzalamadan önce düşünseydin!" Elini ceketinin üzerine gezdirip düzeltirken gözlerimi ceketten ayırıp kaşlarımı çattım: "Diyelim ki dediğinizi yapmadım o zaman ne olacak?" Sorduğum soru hoşuna gitmiş gibi gülümseyip kendi adıma üzüldüğünü belirten bir ses tonuyla cevap verdi: "Sözleşmeye uymamış olursun ve bu da sana pahalıya patlar. Ben kovmadığım sürece burada olmaya devam edeceksin." "Hata üstüne hata yapıyorum. Elinizde gayet haklı bir gerekçeniz varken kovun beni!" Başımda türlü belalar varken burada kalarak zaman kaybetmemeliydim. Kovmayacağını kesin ve net bir şekilde anlatırken son olarak bir açıklama yaptı: "Şimdilik ortam buna müsait değil. Merak etme seni burada tutmaktan zevk almıyorum!" "Dün olduğu gibi bugün de evime gitmek istiyorum." Koltuğa oturmadan önce ceketini çıkartıp yanlarını çevreledi. Düz bir şekilde soluna koyarken kendisi de oturmuştu. O an beni dinlemediğini fark edince "Beni duyuyor musun sana söylüyorum?" Diyerek eve gitmek istediğimi anlatmaya çalıştım. "Ben asla evine gitmeyeceksin demedim. Şimdilik buradan gidemezsin diyorum. Seni burada tutsak etmek isteseydim telefonunu zorla alır sana da hiçbir açıklama yapmazdım. Gördüğün gibi bir durum olmadığına göre..." Sözlerine devam etmesine fırsat vermeden tekrar eve gitmek istediğimi söylediğimde sesini yükselterek burada olmam gerektiğini söyledi. "Bu evi başına yıkarım duydun mu, tek bir dahi eşya kalmaz!" Diyerek onu tehdit ettim ama bunu umursamamıştı. Gayet sakin bir tavırla solundaki vazoyu işaret etti: "Buyur şundan başla." Orta boydaki vazonun değerini düşününce bunu sen istedin der gibi başımı sallayıp sol tarafa geçtim. Vazoyu elime alıp incelerken bir süre gözlerinin içine bakarak yapma demesi için konuşmasını bekledim. Ama karşımdaki adam telaşlanmak yerine koltuğa oturmuş zevkle olanları seyrediyordu. Vazonun değerli olmasına aldırış etmeyip parmaklarımı serbest bırakarak kırılmasına izin verdim. Her bir parçası ayrı yerlere saçıldığında ne tepki vereceğine baktım. Bazıları büyük bazıları ise küçük parçalar hâlinde yerde dağınık bir vaziyette duruyordu ama, o bu durumdan hiç huzursuz değildi. Gözüm duvardaki tablolara takıldı. Araf'ı umursamadan oraya doğru yürüdüm. Bir tanesine parmaklarımla dokunup devirdim. Yere düşen tablonun üstünden geçerken çıkan sesten sonra ona baktım ama yine aldırış etmemişti. Hayatımda ilk defa böyle bir şey yapıyordum. Değerli birçok eşyayı kullanılmaz hâle getirirken karşımdaki adam yaptıklarıma müdahale etmeden koltuğa oturup beni izliyordu. Pencere kenarına gelip perdelere dokundum: "Bu ne güzelmiş siz mi seçtiniz?" Kendi soruma yine kendim cevap verdim. "Siz böyle zevk sahibi biri olamazsınız!" Perdeyi sıkıca bileğimden kavradım ve aşağı doğru çektim. Büyük bir gürültüyle aşağı düşen demirlerden kaçmak için birkaç adım geriledim. Kendimi şımarık küçük bir çocuk gibi hissediyordum. Perdeleri bırakıp televizyon ünitesinin oraya geldim. Bu kadarını bile fazla görüyorken, şimdi ne yapacağımı düşündüm. Yaptığımdan vazgeçirecek bir şeyler söylemesini istedim: "Evinizi ne hâle getirdim ama bu sizin umrunuzda bile değil. Siz ne tür bir manyaksınız, pardon ama beni kovmak için daha neyi bekliyorsunuz?" Diye sorunca kaşlarıyla arka tarafımı işaret etmişti: "Televizyon ve ünitesi kaldı." Başımı çevirince televizyonu gördüm. Onu da etkisiz hale getirmem lazımdı. Araf'a dönüp gülümsedim: "Ah.. siz yeter ki isteyin. Hatta emredin hemen yapayım, bundan şeref duyarım!" Televizyonu iki elimle destek alarak üniteden aşağı doğru atarken yan devrilmişti ama kırılmadı. Koca televizyon etrafın dağınık gözükmesinde büyük rol oynadı. "Kendi ellerinle sonunu hazırladığının farkında değilsin." Kumandayı elime almışken söylediği şeyle beraber kaşlarımı çatıp kumandayı koltuğa fırlattım. "Sen niye böyle rahatsın? Kimin adına iş yapıyorsun da bu kadar sakinsin?" Diye sordum. "Ben kimse adına çalışmam. Sürekli aynı şeyi sorup durma çünkü, kim olduğumu bilmek istemezsin! " Adamın ciddi ses tonuna yalandan bir kahkaha atıp dalga geçtim. "Hayalet Casper falan mısın, nesin sen!" "Biraz düşün bakalım, Erdal neden senin peşinde ve neden ben canımı hiçe sayıp seni o adamdan koruyorum?" Diye sorunca gözümün önüne o pislik adam geldi. Savurduğu tehditler kulaklarımda çınlarken daldığım hayalden sıyrılıp cevap verdim: "Çünkü zenginsin ya da salak da olabilirsin!" Araf, söylediklerimi hiç duymamış gibi yaptı: "O adamın sana zarar vermesini istemiyorum. Erdal'ın güçlenmesini istemediğim için sen şu an yaşıyorsun. Yoksa bırakırdım seni kendi haline artık onlar da öldürüyorlar mı yoksa işkence mi ediyorlar umrumda olmazdı!" O gün eve gelen adamın tehditlerinden sonra hayatta olmam bir mucizeyken bu sözleri yabana atmak istemedim. Ellerimi göğsümde bağladım: "Peki kendi hizmetinizi yaptırmanız da beni koruduğunuz için mi? Yoksa çıkarcı olduğunuz için mi? Mesela yemek yapmak ve sabahın en erken saatlerinde kahvaltı hazırlatmak gibi!" "Amacım sadece seninle uğraşmak. Ne yemek yapman ne de kahvaltı hazırlaman önemli değil." Utanmadan bir de bunu kendi ağzıyla söylemişti. Ulan madem önemli değil o zaman ne diye beni sabahın köründe uyandırıyorsun, demek istiyordum. Sabah ezanıyla yola çıktığım anı gözümün önüne getirip bugünkü sardığım dolmanın acısını ondan çıkarmak için büyük çaba harcayarak “Ben onca zahmete siz eğlenin diye mi katlandım yani! Madem öyle bana ihtiyacınız yok o zaman ne diye sözleşme imzalatıp beni kullanıyorsunuz!" Diye sordum. Koltukta boynunu hafifçe geriye atıp derin bir nefes aldıktan sonra sakin olmaya çalıştı: "Çünkü eve gelen o adamın öyle bilmesi gerekiyor!" "Erdal'ın peşimde olduğunu bildiğinize göre o zaman benden ne istediklerini de biliyorsundur." Ellerimin titremesine mani olamıyordum. Bir kez daha yanlış yapma fırsatım yoktu ve bu benim hayatta kalmam için son şansımdı. Ciddi bir ses tonuyla hiçbir şey bilmediğini ama ne olduğunu mutlaka öğreneceğini söylerken yüzüme bakarak şüphe eder gibi konuştu: "Belki herkese oyun oynuyorsun, belki de sende olan her neyse onu açığa çıkmaması için saklıyorsun." "Ben hiçbir şey bilmiyorum. Peşimde birilerinin olduğunu son birkaç günde fark ettim. Neden bana inanmıyorsunuz gerçekten doğruyu söylüyorum." "Benim inanmam hiçbir şey ifade etmez. Önemli olan o adamın sana inanması. Yoksa çok sürmez seni ortadan kaldırır ve bunu öyle bir yapar ki kimsenin ruhu duymaz. Üzgünüm ama belki öldüğünde bir mezarın bile olmaz." Bunları normal bir şeymiş gibi söylerken beni korkuttuğunun farkında değildi. Korkuyla bir adım geriledim. Sakin kalmaya çalışarak sordum: "Hani beni koruyacaktınız? Şimdi neden beni öldürebileceklerini söyleyip yüreğime indiriyorsunuz?" Senin için yapabileceğim bir şey yok der gibi başını salladı: "Ben olası ihtimalleri söylüyorum. Gerçekleri bilmeye senin de hakkın var." "Onlardan kaçmamın başka bir yolu yok mu?" Diye sorarken tekrar yurt dışına gitmemek için başka bir yöntem düşünmeye çalışıyordum. "Maalesef..." Beni koruyarak kendini tehlikeye atan biri gibi durmuyordu. Bu kadar rahat olmasının altında başka bir neden olduğunu söyleyen iç sesim, şüphelerimi Araf’a yöneltmişti ama o zaman beni neden o adamdan koruduğunun sorusuna verecek bir cevabı yoktu. "Bildiğim her şeyi anlatsam? İnanmaları için gerekirse ben de bir şey olmadığına dair kanıtlar gösteririm." Babamdan tehditle aldıkları parayı zimmetlerine geçirmeyi planlayan adamların hayallerini suya düşürüp, paraları tekrar bankaya teslim etmiştim. Babamı esir aldıkları gün paraların bende olduğunu düşünmüşlerdi. Eğer parayı onlara teslim etmezsem babamı öldürmekle tehdit etmişlerdi. Polisten yardım istemeye gittiğimde elimdeki kanıtlarla adamlarından birkaçını hapis cezasına çarptırılmıştı. Ele başları olan şerefsiz ise bana gözdağı vermek için önce babamı sonra Seher’i öldürmüştü. Şehirde güvenliğim tehlikeye girdiğinde çareyi yurt dışına kaçmakta bulmuştum. Araf’ın ses tonuyla kendime gelip gözyaşlarımı sildim. O ise bana tavsiye değil akıl veriyordu: "Ellerine düştüğün an onlara tutsak edilirsin. Bir şekilde gerçeği öğrenirler sonra da seni öldürürler." "Beni onlardan koruyamaz mısınız?" "Elbette buna gücüm yeter fakat yapılan sözleşmenin maddelerini uygulamak şartıyla bunu yaparım. Seçim senin." Öyle bir seçim hakkı tanımıştı ki ne tarafından tutsam elimde kalıyordu. Alayla gülümseyip cevap verdim. “Seçim hakkım olduğu pek söylenemez çünkü sözleşmeyi zorla imzalatmıştınız." "O bir iş sözleşmesiydi. Bu ise yalnız ikimiz arasında olması gereken bir şey olacak." Araf çalışma odasına gidip birkaç kağıt ve bir kalemle geri döndü. Kırık parçalara basmadan önüme kağıtları koyduktan sonra karşı pencerenin önüne geçip dağınık etrafa aldırmadan, “Ben söyleyeceğim sen yazacaksın." Dediğinde başımı onaylayarak salladım. Maddeleri sıralamaya başlarken yazıma özen gösteriyordum. Her maddenin sonu mutlaka emir cümlesiyle sona eriyordu. Yazarken ara sıra duraksayıp itiraz etmeyi düşünüyordum ama o pislik tarafından ölümümün en feci şekilini tasavvur edince itiraz etmekten vazgeçip yazmaya devam ediyordum. Acıyla bileğimi ovuştururken kaçıncı maddede olduğunu unutup sorunca kırk üçüncü maddeyi yazmakta olduğumu gördüm. İki sayfa tutan maddelerin daha ne kadar süreceğini merak ediyordum ama o kadar hızlı konuşuyordu ki kaçırmamak için susuyordum. Boğazını temizler gibi yapıp yazdırmaya devam etti: "Elli sekizinci madde..." Mübarek roman yazdırıyordu sanki! İşaret parmağım uyuşmaya başlamıştı bu hâlin daha ne kadar süreceğini sordum: "Bu sözleşme kaç maddeden oluşuyor Araf Bey? Yazı yazmaktan kolum koptu da! Teknoloji Çağı'ndayken bunları neden elimle yazıyorum?" Arkasını dönmeden camdan dışarı baktı: "Çünkü ben öyle istiyorum. Sen yazmaya devam et..." Koskoca salonda yalnız o konuşuyor ben yazmaya devam ediyordum. Son maddeyi yazarken, dikkatle yüzüme bakıyordu artık çok yorulmuştum ve 'yeter artık' der gibi nefes alıp yazmaya devam ettim. "Doksan dokuzuncu madde: Araf'ın her sözünü itiraz etmeden kabul edeceğim." Son maddeyi duyup söyleneni otomatiğe bağlanmış gibi yazarken ne dediğini yeni fark etmiştim. Gözlerim büyüdü. Bu ağır şartı kabul etmemek için itiraz ettim: “Araf Bey ama bu son madde geri kalan diğer doksan sekiz maddeyi özetliyor. Sadece bu maddeyi söyleseydiniz diğerlerini yazmaya gerek kalmazdı. İki saattir oturmuş burada yazı yazıyorum. Sırf işkence ettirmek için yaptınız bunu!" Kalemi kağıtlar arasına sinirle bıraktım. Yüzüme bakarak gözlerini kıstı: "İnsanları uğraştırmayı severim." "Yani ya öleceksin ya sürüneceksin diyorsun! Tamam ben sürünmeye razıyım yeter ki beni öldürmelerine izin vermeyin." "Emin misin bir daha düşün istersen çok çabuk kabul ettin. Sonra 'vazgeçtim' demeyeceksin. Ben vazgeçmeden sen asla vazgeçemezsin." "Düşününce sözleşmeyi kabul etmek de mantıklı gelmiyor. Başka şansım da yok... Daha doğrusu fazladan canım yok. Keşke kediler yerine ben dokuz canlı olsaydım. O zaman ne size ihtiyaç duyardım ne de bir başkasına..." Sesli düşündüğümü Araf'ın yadırgayan bakışlarını görünce fark ettim. "Çok vaktin yok Alisa, bir karar ver. İşim gücüm var seninle vakit öldürmek istemiyorum." Elimin tersiyle kağıtlara vurarak cevap verdim: "Kaç saattir şurada yazı yazarken vaktiniz kaybolmadı da iki dakika düşününce mi zamanınızı alıyorum?" "Seçimini yap artık." Doksan dokuz madde dile kolaydı. Düşünmek için fazla vaktim yoktu ama hemen kabul etmek içimden gelmiyordu: "Kararsız kaldım." "Kararsız olmanı gerektirecek bir durum yok. Dokuz canlı ve kedi olmadığına göre kabul etmekten başka şansın yok!" Şu haldeyken bile dalga geçiyordu. Cesaretlenmem için bir şeyler söyledi: "Merak etme burada insan yemiyorlar. Basit bir sözleşmeye imza atacaksın hepsi bu!" Kalemi elime alıp karar verdim: “Tamam. İmzalayacağım." "Allah'ım sonunda..!" Saatine bakıp geçen süreye göz attığında benimle işi bitmişti. İmzalamadan önce son bir itirazda bulundum. "Ne oldu vaz mı geçtin yoksa?" Diye sorunca kızaran parmağıma baktım: "Saatlerdir yazıyorum parmaklarım tutmuyor." "Kıyamam sana.." Diyerek dalga geçti. Kağıtları sıraya dizip son maddeyi öne çıkarırken cevap verdim: "Kendinize eğlenecek başka birini bulun!" Maddelerin altını imzalayıp bıraktım. Yanıma gelip kağıtları alırken alay etmeye başladı: "Çok cesursun bakıyorum." Sözlerinin altında kalmamak için gururla kimseden korkmadığımı söylediğimde güldü: "Buraya geldiğin gün pek bir korkaktın." Onu susturmazsam sabaha kadar alay edecekti. Kendimi savunmak için hemen cevap verdim: "Ben korkak biri değilim." "Bu bile bir şeyleri ispatlamam için yeter. Cesur görünmek için bile fazla tecrübesizsin." "Tecrübesiz falan değilim." Bunların içinde iyi tecrübelerim de olmuştu fakat birden öyle söyleyince ben de itiraz etmiştim. Bir başka şey daha soracağını hissettim: "Silahtan korkuyor musun?" İçimden bir ses zaten bu soruların cevabını onun da bildiğini söylüyordu. Bozuntuya vermedim: "Silahtan kim korkmaz ki?" Aslında silahtan çok onu doğrultanın vicdansızlığından korkuyordum. Işığa kısa bir göz atıp "Karanlıktan korkuyor musun?" Diye sorunca boş bulunarak evet cevabını verdim. Yanıtladığım her cevaptan sonra yüzündeki gülümseme giderek artıyordu: "Gerçekten bayağı cesurmuşsun." "Sen ne saçmalıyorsun, ben gidiyorum!" "Olmaz, gidemezsin diyorum otur! Madem geceler uzun o zaman bizde birlikte Rus ruleti oynayalım." Ses tonu öyle korkunç çıkmıştı ki bir adım dahi atmaya cesaret edemedim. Silahı çıkarıp masanın üzerine koydu. Delirdiğini düşünmeye başlarken silahtan korktuğumu belli etmemeye çalışıyordum. Belli ki bu manyak insanların korkularından zevk alıyordu. "Sen kendi kendine oyununu oyna! Ben gidiyorum, sen de ben varmışım gibi oynamaya devam et." Ayağa kalkarak hızla evden çıkıp bu durumdan kurtulmak istedim. Birkaç adım atmıştım ki sesiyle duraksadım: "Tek bir adım dahi atma! Bu mesafeden ıskalamam." Tetiğin çıkardığı sesi duyunca ellerimi kaldırıp ona döndüm. Silahı doğrultmuş sakince yüzüme bakıyordu. Silahı doğrultmaya devam ederek oturmamı söyledi. Çaresiz kaldığım için mecburen geri gelip yerime oturdum. Ellerimi indirmeden sordum: "O gerçek mi? Lütfen bana oyuncak olduğunu söyle." "Denemek istersen al, bak bakalım gerçek mi?" Biraz önce neredeyse vurulacaktım. Gerçekten böyle bir şey yapamayacağını düşünmüştüm ama artık kesin olarak emindim. Ellerimi indirerek, "Peşimdeki düşmanlardan değil asıl senden korunmam gerekiyor. Silahı bana doğrulttuğunun farkında mısın?" Diye sordum. "Bu sadece basit bir oyun." "Ama içindeki kurşun gerçek!" Şaka yapmak için fazla ciddi bakıyordu. "Silahın gerçek olduğunu ben de biliyorum." "Başka bir şey oynayalım. Silahla oyun olmaz. Patlar falan Allah korusun. Bunun yerine satranç oynayalım mı?" Onu ikna etmeye çalışsam bile bunda pek etkili olamamıştım. "Sürekli kazanmak hiç eğlenceli değil." Adama bak, belki bu oyunda çok iyiyim! Daha şimdiden kesin kazanacağını söyleyip moralimi bozmaya çalışıyordu. “Tamam başka bir şey oynayalım." Çocuk ikna eder gibiydim. Silaha bakıp, "Hayır! Bu oyunu oynayacağız." Dedi. Zorla oyun oynatacaktı. Bu oyun değil, intihar etmekti. Israrına tahammülüm kalmamıştı: "Ben bunu oynamak istemiyorum!" "Bana bir daha bağırma!" Uyarısına kulak asmadım: “Çok merak ediyorum ne olurmuş bağırırsam?" "Bi dene bakalım ne olacak beraber görelim, ha?" Aslında silahın namlusu bu soruya cevap vermişti ama bir anlık sinirle ne dediğimi bilemez hâle gelmiştim. |
0% |