@madrabazbiryazar
|
Ortam iyice gerilmişken aramızdaki tartışma giderek alevleniyordu. Yanlış bir şey yapmasına engel olmaya çalışarak oturduğum koltuktan kalktım. Ne yapmaya çalıştığımı merak eden bakışlarını yönelttiğinde cesaretimi toplayıp konuşmak istedim ama, yerime oturmam gerektiğini söylediğinde onu dinlemedim. Ellerimi göğsümde birleştirerek hâlâ ayakta dikilmeye devam ediyordum. Araf'ın öfkeli bakışlarıyla yılmak yerine daha da cesaretlenmiştim: "Neden oturayım? Oyunu senin kurallarına göre oynamak zorunda değilim! Yapılacak tonla işim var seninle uğraşamam." Hiç oralı değilmiş gibi sözlerimi dinlememesine bozuldum. Arkada durup olan biteni izleyen adamlarda gergin yüzleriyle bize dikkat kesilmişti. Kimse araya girmedi, belki de beni böyle yalnız bırakmayı uygun bulmuşlardı. Elinde silah olduğunu unutup bencilliğinden şikayet ettim: "Dünya senin etrafında dönmüyor. Sabahtan beri buradayım. Saat geç oldu, artık evime gitmek istiyorum. Sabaha kadar başınızda duramam!" Araf sayıp döktüğüm hiçbir şeyi umursamıyordu. Son cümlemi esas alıp kaşını kaldırarak, "Nedenmiş o?" Diye alaycı bir uslüpla sorunca ona açıklamak zorundaymışım gibi bir de laf anlatmaya çalışıyordum. Klasik bir bahane uydurmakta gecikmedim: "Çünkü beni merak eden bir ailem var." Elindeki silahı bir süreliğine indirip arkasına yaslandı. Kendinden emin bir ses tonuyla cevap verdi: "Doğru, insan mezar ziyaretini sadece bayramlarda yapmamalı.." Kimsem olmadığını böyle rahatça söylerken ağzının payını vermek istedim ama kelimeler boğazımda düğümlendi:. “Sende hiç merhamet yok mu?” diyebildim güçlükle. Araf gülümsedi ama bu gülümseme bir tehdit gibi yüzüne yayıldı: "Merhamet, kaybedenlerin bahaneleridir. Bana yalan söylediğini biliyorum. Seni merak eden bir ailen yok. Sevdiklerim dediğin insanlardan nefret ediyorsun. Geri kalanları ise hayatına kaldığı yerden devam ediyor zaten seni çok da umursadıkları söylenemez... Her neyse şimdi oyuna başlayalım!" Şok olmuş bir ifadeyle ona bakıyordum. Bu adam ailemin öldüğümü nereden biliyordu, daha doğrusu bunu kimden öğrenmişti? "İlk tur senin, al bakalım!" Diyerek ciddi bir ifadeyle silahı uzattı. Kaşlarımı çatıp başımı hayır anlamında sallamakla yetindim. Bu hâlimden memnun olmayıp silahı elinde tutmaya devam ederken tekrar uyardı. İş bu vaziyetteyken inat etmem kendi zararıma olacaktı. Emirini sorgusuz yerine getirmek için hızla silahı aldım. Elimdekini öyle bir tutuyordum ki neredeyse yere düşürecektim. Araf, içimdeki savaşı izlerken bir avcı kadar acımasız bakışlarını üzerimde gezdirmeye devam ediyordu. Oyunu ne kadar hızlı oynarsak o kadar çabuk eve döneceğim hakkında bir şeyler söylediğinde tuhaf bir ifadeyle yüzüne baktım. Bu lanetli oyunla baş etme yolunun bir anlaşma yapmaktan geçeceğini düşündüm ama aklıma bir şey gelmiyordu: "Çok mantıklı bir şey söylemiş gibisin, bunu sıkarsam evimden önce başka bir yere gideceğim." Alay etmekten ne dediğimi anlamayan Araf gülümseyerek "Nereye gidecekmişsin?" Diye sorunca korkmak yerine sinirlenerek kaşlarımı çattım: "Nereye olacak tahtalı köye! Ölümle oyun olmaz!" Ciddiyetle eğilip yaklaştı: “Hayatında en azından bir kez güçlü olmayı dene! Çok zor değil, alt tarafı tetiği çekeceksin ve oyun bitecek." Silahın içinde kurşun varken bunu söylemesine şaşırıyordum. Kurşun birimize denk geldiği an sonumuz olacaktı: "Dalga mı geçiyorsun yoksa ciddi misin anlayamıyorum! Böyle yapınca eline ne geçecek merak ediyorum?" Gözlerinden anladığım kadarıyla, bu durum onun için hâlâ bir oyun gibiydi. "Gökay'ın önerisini dinlerken benim lafımı çiğnedin. Bir cezayı hak ettiğini düşünüyorum." "Sen insanları hep böyle mi cezalandırırsın, yoksa bu bana özel bir şey mi? Daha kötü bir yemekte yapabilirdim. Tadına bile bakmadın. Alt tarafı bir sarma yani niye bu kadar aşırı tepki gösteriyorsun?" Araf, bu çıkışımı beklemediği için kaşlarını çatmıştı sonra sorumu yineledi: "Neden tepki gösteriyorum öyle mi? Senden başka bir yemek yapmanı isterken, sarma yaptığın için olabilir mı? Mantıklı bir açıklama yapmadığın yetmiyormuş gibi bir de sürekli konuşuyorsun!" Tartışma devam edecek gibiydi. Çok yorulmuştum. Kısa bir sessizlik olunca "Silahı bırakabilir miyim?" Diye sordum. Kesin ve net bir ifadeyle yüzüme bakıp önce tetiği çekmem gerektiğini söyledi. Silah elimde olduğu için korkuyordum bir bahane bulup bu durumdan kurtulmalıydım ama o bu oyunu sürdürmekte kararlıydı. Basit bir yalan bularak "Kolum ağırdı." Deyip işin içinden sıyrılmak istedim ama bu onun umrunda olmadı. Alaycı bakışlarından dolayı kafamın içinde sürüklenen düşünceler birbirine karışıyordu. Kimse zarar görmesin diye, düşünmeden buraya geldiğim gün, en çok kendimi tehlikeye attığımı şimdi daha iyi anlamıştım. Silah bendeyken ondan korkmamalıydım. Duruma bakılırsa şimdilik tehlikede olan ben değil Araf'tı ama silahı ona doğrultmaya ne cesaretim ne de vicdanım el veriyordu. Onunlayken nasıl biri hâline dönüştüğümü fark edip soğuk soğuk terlemeye başladım: "Seni vurmaya cesaret edemememin tek sebebi korkum değil!" Deyince bir an şaşırmış görünse de yüzündeki gülümseme kaybolmadı. İstediğini yapmazsam sabaha kadar burada kalacağımı biliyordum. Bir ân ne yaptığımı sorgulamadım yavaşça silahı yukarı doğru kaldırdım ve gözlerimi kapatarak tetiği çektim. Odadaki her şeyin sessizleştiğini ve tüm gözlerin üzerimde toplandığını hissettim. Göz kapaklarımı araladığımda hâlâ hayatta olduğum için kalbim deli çarpıyordu. Sıra ona gelince silahı alıp hiç tereddüt etmeden tetiği çekti. Silahı kendi kafama dayamışım gibi gözlerimi kırptım ama kurşun ona da isabet etmemişti. Olanları ağzım açık seyrettim. Bu cesaretlik değil delilikti. Ölümün kıyısından dönerken gayet sakin görünüyordu. Gözlerimi kocaman açmış dehşetle bakarken sıra bana gelmişti. Soğukkanlılığımı daha fazla devam ettiremeyip korktuğumu görünce "Noldu, yüzün bembeyaz oldu?" Diye sordu. Cevap vermemi beklemeden silahı tekrar bana uzattı. Donakalıp almadığımı görünce zorla elime tutuşturdu. Bu sefer öleceğime kesin karar verdim. Gözlerinin içine baktım: "Normal davranmadığının farkında mısın? İkimizden birisi ölecek ve bu durum umurunda bile değil. Madem birimiz öleceğiz o zaman beni neden koruyorsun?" Sorularımdan birine bile cevap vermedi. O şerefsizle ittifak kurup benden intikam almak için böyle bir şey yapıyor olabileceğini düşündüm. İçimde ona karşı bir öfke belirdi: "Yalancı! Sen beni korumuyorsun. O adamla birlik olarak beni öldürmek için böyle bir oyun oynadın!" Ayaklanıp dağınık etrafa aldırmadan elleri cebinde salonu turlarken suçlamalarıma bir cevap verme gereği duydu: "Madem o adamla iş birliği içinde olduğuma karar verdin, benimle böyle konuşmaya nasıl cesaret ediyorsun?" Diye sorup başını çevirip tekrar baktı: "Karşında kim olduğunu bilmediğin bir adam varken böyle konuşma." Mantıklı tavsiye verdiğini düşünen Araf, az önceki sözlerimi inkar etmedi. Ona karşı duymaya başladığım güven hızla yok oldu. Uğruna iki kişinin öldüğü bir olaya sebep olan şerefsiz, amacına ulaşamayınca intikam alma derdine düşmüştü. Onlar birlik olup bana cephe açtılarsa ben de onları birbirine düşürmekten zevk alacaktım: "Bakıyorum da bu durumdan çok memnunsun. Bana korkak diyorsun ama asıl korkak sensin!" Gözlerimdeki tereddütün yüzüme yansıdığını biliyordum ama kararlı görünmeye çalıştım. Araf, gözlerini gözlerimden ayırmadan, derin bir nefes aldı: "Sendeki bu cesaretin cahillikten kaynaklandığını düşünüyorum. Kendini tanıyamayacak kadar korkak biriyle oynamak, bana zaman kaybettiriyor." Sözlerini umursamadan sordum: "Erdal gibi birine nasıl güven duydun? Ben de seni zeki biri zannediyordum." Açık sözlülüğüm karşısında kaşlarını çattı: "Niye bana "sen" diye hitap ediyorsun, ben senin patronunum!" Takıldığı noktanın bu olması beni çileden çıkarttı: "Hatırlarsanız ben az önce istifa etmiştim." Sözlerimi dikkatle dinledi, ardından başını hafifçe eğdi: "Ben henüz kabul etmedim. Kabul etmeyi de düşünmüyorum." Beni kovması için her şeyi yapacağımı söyleyerek onu inadından vazgeçirmeye çalıştım. Gözleri, üzerimde düşünceyle parlıyordu. Buradan kurtulmam için neler yapabileceğimi merak etmiyor değildi. "Sabahtan beri bitmek bilmeyen emirlerini yerine getirmekten bıktım. Özenerek yaptığım hiçbir şeyi beğenmiyorsun!" Alay eder gibi "Sarma özenerek yaptıkların arasında değildi sanırım." Deyince çektiğim zahmetin boşuna olduğunu bir kez daha anladım. Yorgunluktan başımı geriye atarak tavana baktım. Başımı sağa sola çevirip ağrısını dindirirken, uyuşan kolumu ise hissizleşmeye başlamıştı. "Böyle daha ne kadar bekleyeceğim?" Diye sordum. Belki zayıf bir anını kollarım, diye düşündüm. Erdal konusunda ağzını bıçak açmıyordu ama dolaylı yollardan onunla iş birliği içinde olup olmadığını öğrenebilirdim: "Bizim ev sahibini öldürmekle tehdit eden siz miydiniz?" Diye sordum. Bunu Erdal şerefsizi de yapmış olabilirdi. Yanıt vermeden önce biraz düşündü: "Sence ben yapmış olabilir miyim?" Diye sorunca yüzündeki ifadeden kesinlikle onun yaptığını anlamıştım. Nasıl yaptığını ben daha sormadan anlatmaya başladı: "Kamil, kiranızı çoktan ödendiğini söyleyip bu işe razı olmamıştı ama sizi evden atmaları karşılığında kiranın üç katını teklif edince hemen kabul etti." İçimden Kamil'e sövemiyordum çünkü, kimse kiracısı için başına bela almak istemezdi. Üstelik bunu para teklif ederek yapan biri varken, Kamil gibi uyanık bir adamın bizi koruması düşünülemezdi: "Peki bizi evden çıkarmaları için ev sahibine yapılan tehditlerde bir parmağınız var mı? "Oysa parayı gönül hoşluğuyla vermiştik." Diyerek tehditlerin bizi evden çıkarmak için uydurulan bir yalan olduğunu anladım. Kamil'in iki yüzlülüğünü bir kenara bırakıp merakla yüzüme bakınca başka bir şey daha sormalıydım ama oyunu unutturmaya çalıştığımdan şüphelendi. Hemen konuyu değiştirerek sordum: "Merak ediyorum şu hayatta değer verdiğin bir şey var mı?" Uzaklara dalarak sessizliğini sürdürünce oyun tamamen unutulmuş gibiydi gülümsedikten sonra cevap verdi: "Olmaz olur mu, var tabii ki!" Cevap vermeyeceğini düşündüm ama dikkatle dinlediğini gördüğümde devam edecek gibiydi. "Ne mesela?" Dikkatini dağıttığımı fark edince gözlerini kısıp alayla baktı: "Bilmen gerekmiyor. Bunu anlatacağım son kişi bile değilsin." Bir çırpıda söylediği sözü, bir ay boyunca ezberlesem bile ona söyleyemezdim. "Benden nefret ediyor gibisin. Hatta daha fazlası var gibi... Bu yersiz nefretinin sebebini öğrenebilir miyim?" Onun düşüncelerine ulaşmak istiyordum, ama daha fazla konuşursam kendimi ele verecektim. Gözleri donakalarak görünürken cevap verdi: "Sevmediğim insanlar genelde senin gibi çok konuşanlardır." Bu sözler, kalbimin kırılmasına yetmişti. Son birkaç gündür yaşadıklarımı düşününce gözlerim yerdeki kırık parçalara odaklandı. Karşımda dertlerimi dinleyen biri var zannederek konuşmaya başladım: "Kubilay'ı öylece bırakıp gittiğim için kendimi suçluyorum. Aslında onunlayken başımda bir belanın olduğunu unutmuştum. Her şeyin çok güzel olacağına tekrar inanmaya başlamışken o gün seninle karşılaştım. O günden beri hiç mutlu değilim." O sıra mırıldanarak bir şey söyleyen Araf dikkatimi dağıttı. Duygusal şeylerden nefret ettiğini belli etmese daha devam edecektim. Az önce ne dediğini sorduğumda sabır dileyerek cevap verdi. "Bir kere fazla hasas kalplisin böyle davranmaktan vazgeç! Bir de her şeye bir anlam yükleme. Bazı şeyler anlamsızken daha anlamlı. Bu şekilde davrandığın sürece her şeyi eline yüzüne bulaştırmaya devam edeceksin." "Yani bana beceriksizsin mi demek istiyorsun?" Diye sordum. Aslında bu sorunun cevabını onun gibi birinden duymak hiç hoş olmazdı. Uyumadan önce tüm gün sözlerini düşüneceğime adım gibi emindim. Nasıl bu kadar acımasızca sözler söyleyebiliyor? Sorularımın yanıtını yine kendim verdim. Çünkü insanları üzmemek gibi bir derdi yok. Gözlerimi silaha çevirip "Oyunu devam ettirmemiz şart mı?" Dedim. "Ben yarım iş yapmayı sevmem. Konuşmayı bırak ve tetiği çek!" Bu mücadelede kazanan olmadan, her şeyin kaybedileceği kötü bir sona doğru ilerliyorduk. "Sizin için söylemesi kolay silah sizde değil ben de!" "Bu söylediğine üzülmem mi gerekiyor?" Diye alay etti. Oyun oynuyoruz ayağına ölüp gidecektim. Rahat bir nefes alıp arkasına yaslandı. Silahı ona doğru uzattım: "Benim yerime oynar mısınız? Az önceki cesaretinize gerçekten hayran kaldım. Buyurun lütfen bu eli de siz oynayın." Silahı eline almak yerine gözlerimin içine odaklanmasına bakarken içimde tuhaf bir his dolaşıyordu. Başka bir yere bakıp bu etkiden kurtarmaya çalıştığımda bile hâlâ tepkisizdim. "Oyunbozanlık yapıyorsun, çek şu tetiği artık!" Diyen Araf'ın sesiyle kendime gelmem kısa sürdü. Ne badireler atlatıp bu yaşıma kadar sağ salim gelmeyi başarmıştım ama bir sarma yüzünden ölüp gideceğimi hiç düşünmemiştim. Tetiği çekmeden önce karşımdakini iğneler gibi konuştum: “Üçüncü eli ben oynayacağım ve eminim ki patlayacak. Ölürsem eğer iki elim yakandadır. Her gece ziyaretine geleceğimden şüphe etme çünkü seni asla rahat bırakmayacağım. Geceleri kabusun olacağım. Uykuya hasret kalacaksın!” Daha saydırmaya devam edecekken oturduğu koltukta hareketlenip yüzüme doğru yaklaşarak gülümsedi. Bir şey söylemek istediği açıktı ama gözlerindeki karanlık ifade kaybolmuşken "Çok konuşuyorsun artık icraata geç!" Diye mırıldandı. |
0% |