Kasım Ayı, Romanya, 1948
Gece yarısına az bir zaman kala Bükreş’in çevresine sürekli hakim olan sis, sanki vardiyası bitmiş bir asker gibi yerini koyu renkli yağmur bulutlarına bırakmıştı. Şehrin çoğunluğunu oluşturan ve dağ eteklerini kaplayan taş yapıların ve ahşap evlerin yağmurdan ıslanmış yüzeyleri sık sık düşen yıldırımların ışığı ile aydınlatıyor, camlardan içeri girip yataklarında kıvrılmış küçük çocukların ve bazı yetişkinlerin odada anlık beliren gölgelerden dolayı ürpermesine neden oluyordu. Bu sırada çocuklardan çoğunun gölgeleri ona benzeterek titrediği şekil, öğrencisini, bir kaç arkadaşını ve uzun senelerdir biriktirdiği eşyalarını alabilecek mütevazı büyüklükteki evinde hala ayaktaydı. Evinin altında, çalışma odasına dönüştürdüğü bodrumunda, üstüne çalışmalarını yaydığı masanın önünde dikiliyordu adam. Yetişkinler onu ne zaman görse haç çıkarmalarına, çocuklarına ona yaklaşmamalarını söylemelerine rağmen, o bir adamdı. O bir hiçti. Seneler geçtikçe, vücudu bunu kendisine acımasızca bildirdikce, her yağmur yağışında romatizmaları daha da arttıkça bunu istemeyerek, sinirlenerek kabulleniyordu Zeptor. Normalde sinsi bir ışıltı ile parlayan sarı gözleri şimdi önünde serili olan çalışmalarını içeren parşömenlere neredeyse boş bir şekilde bakıyordu. Dışarıda yeni bir gök gürültüsü çatılara çarpan su damlalarının sesleri yetmiyormuş gibi yağmurun devam ettiğini bildirircesine patlayınca uykusundan uyanmış bir heykel edasıyla uzanıp önünde duran parşömenlerden birini yere attı. Hiç bir değeri yoktu. Birinin kanını damarlarında kaynatabilir, ölmüş bir insanı bir kaç dakikalığına da olsa geri getirebilirdi ama hepsi boştu. Hiç birinin yararı yoktu. Hiç biri yaşlanmasını, boş geçmiş hayatının sonunda toprağın altında çürüyerek yok olmasını engelleyemiyordu. Kafasını kaldırıp masasının arkasındaki sandalyenin gerisinde, mum ışığında neredeyse parlayan aynaya baktı. Kafası son yedi senedir keldi, saçlarının dökülmeye başladığını fark ettiğinde kabullenmek istememiş, bunu görmek yerine tümden kafasını kazımayı tercih etmişti. Sarı gözlerinin yanları sırıtmaktan kaz ayakları kazanmış, kaşlarının ortası kırışmış, dudaklarının yanlarındaki, burnuna doğru giden çizgiler belirginleşmişti. Kilosu normal olmasına rağmen boyun derisi sarkmış, ona ikinci bir çene verme yoluna gider olmuştu, boynunun aşağısına inen siyah ve karışık keçi sakalı bile bunu saklayamıyordu. Bakışları yer yer odaklanmaktansa tümden yüzüne bakınca, aynadaki adamın yüzündeki tiksinmeyi gördü ve sinirlenerek gözlerini bir kez daha masaya indirdi ellilerini neredeyse bitirmek üzeri olan yaşlı adam.
Elli dokuz yıl, tam elli dokuz yıl çalışmıştı. Kendisi için, büyüyü bulmak için, onu geliştirmek için, güçlenmek için… Ama sonuçta hiç bir işine yaramamıştı bunlar. Elinde ondan korkan bir avuç insan dışında bir şey yoktu. Ailesi yoktu artık, araştırmaları ile o kadar meşguldü ki, ne annesinin ne babasının cenazesine gitmişti, çocuğu yoktu, karısı yoktu, arkadaş dediği bir avuç insan, onunla sadece güçlerinden yararlanmak istedikleri için yakın kalıyor, konuşurken gözlerinde korku dışında görebileceği en cana yakın şey saygı oluyordu. Masadaki ağır ciltli kitaplardan birini alıp biraz önce kendi yansımasına baktığı aynaya fırlattı. Cam gök gürültüsünü daha ince bir oktav ile takip ederek çatlayıp kırıklarını yere gönderirken iç çekip elleri ile uykusuz yüzünü ovuşturdu Zeptor. Düşünmeden, gereksiz bir hareket yapmıştı, ama son yıllarda kendine bakmak gittikçe daha da zorlaşıyordu. Yüzündeki her kırışıklığın karanlık izi ona mezarının karanlığını, derinliğini hatırlatıyordu. Kırılmış aynanın çatlamış yüzeyine, üstünde bir sirkin ayna odasına girip çarpıtılmış gibi duran kendi yüzüne baktı. Alışkanlıkları düşünüldüğünde fazla vakti kalmamıştı, her an, her saniye yere yığılıp kalabilir, mezara atılıp vücudunu yaşarken işleten gazlar bu kez dışarı çıkıp onu öğütmeye, şişirmeye başlayıp aynadaki çarpık görüntüsüne çevirebilirdi bir tabut içerisinde. Ve geride elle tutulabilir hiç bir şey bırakmamış olurdu. Zeptor çenesini kasmış, yumruklarını sıkmışken bodrumun kapısı açıldı. Baktığı çarpık yansımasına sarışın genç bir kadının da görüntüsü eklenmişti. Kim olduğunu bildiği halde yavaşça arkasını dönüp öğrencisine baktı yaşlı adam. Misty kapıda çekingen bir şekilde duruyordu, hiç kişiliğine göre değildi bu, güçlü, zeki bir kadındı. Yine de son bir kaç aydır kendisi mezarının düşünceleri ile boğuldukça, o da onun için duyduğu endişe ile çöküyor gibiydi. ‘En azından,’ diye düşündü sarı gözlü adam, ‘Öldüğümde bir kaç günde olsa yas tutacak biri var.’ çenesi düşünce ile kitlendi, dişleri acılı bir şekilde ağzının içinde gıcırdadı. “Usta? Ne oldu?” Zeptor içten bir şekilde meraklanmış kadına arkasını döndü. Aslında bu ne bir büyü için nede sinirden ilk kez ayna kırışı değildi, ama son bir kaç aydır, her şey, özellikle de üstünde çalıştığı büyüler anlamlarını kaybetmeye başladığından beri elini asasına bile nadiren değdirmişti. Bu yüzden şimdi şaşırıyordu öğrencisi. “Akşam yemeğine gelmedin, seni merak ettik.” Yaşlı adam bir kargayı rahatlıkla çağrıştırabilecek ince uçlu burnu ile kaba, inanmayan bir ses çıkarttı. Misty belki, diğerleri büyük ihtimalle onun yokluğundan memnun olmuştu. Gerçi onları da fazla suçlamaması gerektiğini biliyordu Zeptor, insanları rahatsız etmekten ve diken üstünde tutmaktan haz almak gibi kötü bir huyu vardı. Masasının üstüne eğilirken koyu renkli ahşap yüzeye koyduğu, kesmek ile uğraşmadığı için fazlasıyla uzamış tırnaklarını tıkırdattı sabırsız bir biçimde.
Bu böyle bitmemeliydi. Bitemezdi. Muggle bir ailenin yanında sıfırdan başlayıp buralara kadar gelmiş, ama yan tarafta gittikçe solup giden hayatın basit zevklerinden mahrum bırakmıştı kendini. “Bu kadar çaresiz kalmak için fazla zekiyim…” diye mırıldandı sarı gözlü adam narsistliğin dalgalarının vücudundan geçtiğini hissederek. Ne dediğini tam olarak duyamamış Misty kafasını yana eğerek ona yaklaşmıştı bu sırada. “Ne dedin?” Aniden kadına dönüp tiyatral bir biçimde ‘hiç bir şey’ der gibi kollarını iki yana açtı Zeptor, kadın ani dönüşünden irkildiği için kendi kendisine sinirlenerek kaşlarını çatmıştı. Yaşlı adam bir anda enerjisi tavan yapmış gibi iki hızlı adımla masasının etrafında dolaşıp kendini canının acımasına aldırmadan ahşap, işlemeli eski sandalyeye attı. Yüzüne aylardır uğramamış sinsi sırıtışı geri dönmüştü. Misty ayların ardından bir anda tekrar ortaya çıkmış bu yüz ifadesinden ne çıkarması gerektiğini pek anlayamayarak önündeki parşömenleri karıştırmaya, kitapları açmaya başlamış adamı izledi bir süre. Ustasının değişken ruh hallerinden ne çıkacağını ön görmek, kuduz bir köpeğin sırayla kimleri ısıracağını söylemek kadar zordu, ama şimdi, önündeki açık kitaplara bakarken… “Usta?” Zeptor kadına kötü bir bakış atmak için bir anlığına sırıtışına ara verdi. “Git başımdan. Çalışmam lazım.” Misty şaşkınlıkla gözleri açılırken yüzüne bir gülümseme yayıldığını hissetti. “Yoksa-” Yaşlı adam ona sıkılmış bir şekilde gözlerini devirdikten sonra işine yaramayacak bir kitabı ona doğru fırlattı. “Evet, evet, yeni bir büyü. Şimdi beni yalnız bırak kadın!” Öğrencisi mutlu bir şekilde bodrumun kapısını kaparken bu kez keyifli bir şekilde iç çekti sarı gözlü adam. O güne kadar öğrendiği her şey nihayetinde boşuna olamazdı, edinmek adına hayatını harcadığı bu güçle, şimdi kendine yeni bir hayat verecekti. İkinci bir şans.