Yeni Üyelik
3.
Bölüm

Second Chance Spell Part III.

@maedhros


Mart Ayı, Romanya, 1950


Mart ayı başlamış olmasına rağmen, kar her sokağı ve çatıyı kaplamıştı. Şehirdeki insanların çoğu sabahleyin öğle güneşinin karları yumuşatması için beklemiş, daha yeni yeni ellerinde küreklerle evlerinin önünde birikmiş beyazlığı at arabalarının işini zorlaştırmak istercesine sokaklara doğru kürüyorlardı. Boynuna beyaz, kaliteli bir kumaştan yapılma yemek mendilini asmış, bir yandan çiğnerken bir yandan çiğ denebilecek kadar az pişmiş bifteğini kesen Zeptor, aklı çevresinde geçen konuşmalardan çok çok uzaklarda bir yerde, renkli camdan yapılma yemek odası penceresinden dışarıyı, daha doğrusu bir kez daha yağmaya başlamış karı izliyordu. İnsanlar çok salaktı. Boşuna doğaya karşı mücadele vermek yerine o ve arkadaşları gibi kışın sonuna kadar karı kendi haline bırakmalılardı oysa. Nasıl olsa, aynen şimdi olduğu gibi tekrar yağacaktı kar, küremenin ne alemi vardı. Sağ tarafından gelen öksürük ile etini kesmeyi bir an bırakıp olmayan saçlarının aksine oldukça gür olan kaşlarının altından Morwen’e baktı. “Eveet?” dedi uzatarak, sadece adamın sinirlerini bozacağı için. “Bakanlığın yaptığını cidden önemsemiyor musun?” Morwen içten bir şekilde şaşkın ve sinirli görünüyordu. Siniri bakanlığa, şaşkınlığı her ne halt yaptılarsa Zeptor’un bunu hiç mi hiç takmamasınaydı. “Yine ne yapmışlar?” diye sorduktan sonra ağzına çatalına sapladığı biftekten büyük bir lokma attı. Morwen’in kırsalın yakınındaki kiliselerine seherbazların nasıl baskın yaptığını anlatışını keyifsizden çok ilgisiz bir biçimde dinledi sarı gözlü adam. ‘Arkadaşının’ bilmediği şey, yaşlı adamın bunu zaten beklediğiydi. Yıllar içinde satanist kilisesine yapılan yardımlar ve bağışlar sayesinde rahatça yaşayabileceği miktarda bir para biriktirmişti Zeptor. İnsanlar bir şeye inanmak istiyorlardı, fakat inanmak kolay değildi. Duygular kadar da mantıkla yaratılmış şeylerdi insan ırkı, görmedikleri, duyuları ile hissedemedikleri bir şeye inanmaları zordu. Kiliseler işte burada devreye giriyordu, Hristiyan kilisesi insanlara eski bir kitap gösterir, bunun cennetten bir adama indiğini ve o adamın geçmişte mucizeler gerçekleştirdiğini söylerdi, ama tabii başka insanların mucize yaratmaya çalışması yasaktı, büyü yasaktı, büyü kafirlikti, büyü yapan yakılırdı. Neden? Çünkü saçmalıklarının gerçek olmadığını insanların keşfetmesini istemiyorlardı. Satanist kilisesi ise tam tersi şekildeydi, insanların araştırmasını, denemesini istiyordu, hatta kitaplarında hiç korkmadan büyüyü bile anlatmış, yöntemleri göstermişti. Tabii Zeptor’un gerçekten büyücü olduktan sonra öğrendiği biçimde kitaptaki büyülerin yüzde doksan dokuzu çalışmıyordu. Yine de cesaret, cesaretti. Ve insanlara cidden gözleriyle görüp inanacakları bir şeyler vad ediyordu. Uzun yıllardır bunu kullanıyordu satanist kilisesi, oradan biraz parlama, şuradan biraz ateş… Hepsi kimyasalların ürünüydü. Zeptor, bunu biraz daha ileri götürmek istemişti, hem biraz yaramazlık yapıp bakanlığa iş çıkarmanın da zararı olmayacağını düşünmüştü. Bu yüzden gerçek büyü göstermişti insanlara, çok fazla değil, az biraz. Ne olur ne olmaz bakanlığın dikkatini çekebilir diye de Bükreş’de ki en küçük kiliselerini seçmişti bu iş için. Tahmin ettiği gibi çekmişti de. Morwen nasıl herkesin hafızalarını sildiklerini ve orada tuttukları büyülü eşyalara el koymuş olabileceklerini söylerken yaşlı adam ağzının dolu olmasını umursamadan esnedi. Hareketine karşılık bir anda masada oturan herkes susmuştu. Zeptor sessizlikten memnun ağzını kapatıp gülümsedi. “Oh bitirdiniz mi? Güzel.” Etinden yeni bir parça daha kesmeye girişirken çevresini saran aptallardansa leziz yemeği ile muhatap olmayı tercih ederek yüzlerine bakmadan konuştu. “Eşyalar konusunda endişelenme. Misty’ye geçen haftaki küçük gösterimizden önce gidip hepsini başka bir yere götürmesini söyledim.” Masada oturan adamlar arasında gergin bir bakışma geçti. Sol tarafındaki üç sandalyenin ortasında oturan Hendrick sormak için aslında pek cesareti olmadığından alnından boncuk boncuk terleyerek hafifçe öne doğru eğildi. “Peki… Umm… Eşyalar şimdi nerede?” Zeptor dişlerini göstermeden sırıttı. “Bilmek için ne çok şey verirdin değil mi Hendrick?” derken bir yandan çatalını sallıyordu. Aslında konuşurken ellerini sallama huyu vardı, çatal sadece o an elinde olduğundan harekete katılmıştı, yine de masada oturanların, özellikle de sağındaki Morwen ve solundaki Chatul’un gerildiğini hissetti sarı gözlü adam. Hepsi çatalı bırak, elinde daha zararsız şeylerin bile silaha yada işkence aletine dönüşebileceğini görmüşlerdi. İçten içe bundan haz alarak çatalını masaya bıraktı. Dirseklerini de ahşap zemine koyup keçi sakalı ile örtülü çenesini ellerine dayadı. “Son iki yılda hızlanarak büyüdük, geçen yıl çıkardığımız muggle ve koftileri saymazsak elli kişi varız değil mi? Eğer bakanlık bizi umursamasa bunu hakaret olarak alırdım.” Masadaki adamlar arasında yine bir bakışma geçti, en sonunda ona en uzak sağında oturan Jaccel konuştu. “Ne yani? Hiç bir karşılık vermeyecek miyiz? Bize sataşıp durmalarına göz mü yumacağız?” Saçı sakalı birbirine karışmış, siyaha yakın koyuluktaki gözlerinde sinirli bir ateş olan adam hiç bir zaman sabırlı biri olmamıştı. Hiddetini saklaması gereken yerleri de seçebilecek kadar zeki de değildi, eğer zeki olsa, Zeptor cesaretine saygı duyardı. Yaşına yakışmayacak fakat masada oturanların ensesindeki tüyleri ürpertecek kadar ince bir şekilde kıkırdadı sarı gözlü adam. “Demek bakanlığın bize bulaşmasını istemiyorsunuz?” Gergin bakışmalar tekrarlandı, ancak bu kez hepsi ‘eh, yani’ der gibi bakıyorlardı, en sonunda hepsi aynı anda kafaları ile onayladılar. “Bunun çözümü basit. Kiliselerimizi ve buluşma noktalarımızı aranızda bölüştürün. Yarın hepiniz gidip bu masada oturanlar ve onların aileleri dışındaki üyelerin hafızalarını sileceksiniz.” Neredeyse tozlu masa örtüsünün üstüne yapışacak açılmış çeneleri izlerken keyifli bir biçimde ağzına biftek attı Zeptor. Masada aniden itirazlar yükselmeye başlamıştı. Sonunda kiliseleri genişlemeye başlamıştı, bunu nasıl yapabilirdi? Onca uğraşıdan sonra bir anda kilisenin küçültülmesine gitmenin mantıklı olmadığını çok iyi biliyordu, aslında en iyi o biliyordu, daha fazla vakti olsa böyle bir şeyi asla yapmazdı. Ama şimdi tek bir amacı vardı, zamanını uzatmak. Ve bunun için çalışmalıydı, çevresinde dikkatini dağıtacak bir şey olmasına izin veremezdi. Eğer bakanlığın yakasından düşmesi için üye sayılarını düşürmeleri gerekiyorsa öyle olsundu. Hem yönetecek daha küçük bir topluluk ona asıl önemli olan amacı için daha fazla vakit bırakırdı. Sarı gözlü adam bir iç çekti, sonra çatalını masanın ortasına sapladı. Üç küçük sivri uç masa örtüsünü geçmiş, ahşaba saplanmıştı. Çatalın metali odada çınlayan bir ses ile yankılanırken masada oturanlar sustu. “Rica etmedim. Yapın dedim.” Sert sesinin ardından çatılmış kaşlarını ve bükülmüş dudaklarını düzeltip sırıttı Zeptor. “Şimdi yemeğinizi bitirdiyseniz gidin.” Adamlar sandalyelerini zemine sürterek ve birbirlerine dirsekleri ile yanlışlıkla çarpıp durarak ayaklanıp kapıya doğru yalpaladılar. Hallerine bakarken ister istemez güldü yaşlı adam. İnsanlar gergin olduklarında nede komik hareket ediyorlardı.

Yemeğinin bitişinin ardından fazla oyalanmadan masadan kalktı sarı gözlü adam. İlerleyişinin hızına rağmen yapacak çok şeyi ve gittikçe tükenen az bir zamanı vardı. Yakasına sıkıştırdığı yemek peçetesini masaya fırlatıp odadan çıktı vaktinin çoğunu orada geçirdiği bodrumuna, çalışma odasına indi. Misty bir kaç ay önce odaya küçük bir yatak koymuştu. Uyumayı unutup çalışmaya devam eden ve sonunda sandalyesinin üstünde uyuya kalan adamın göz önünde bir yatak olursa bu huyunu bırakacağını ummuş fakat istediğini alamamıştı. Yaşlı adam içeri girince sadece mum ışığı ile aydınlanan odanın içinde minik gözleri ıslak birer mücevher gibi parlayan kafeslerin içindeki tavşanlar ve fareler huzursuzlandı, ince sesler çıkararak rahatlama için birbirlerine sokuldular. Adam yanında sararmış dişlerini görebilecek kimse olmadığından nadiren yaptığı biçimde dişlerini göstererek gülümsedi ve titreyip kıpırdanmaları ile kafeslerini titreten hayvanların başında dikildi. Fareler dörder yada beşer biçimde kafeslere ayrılmışlardı, bunun nedeni her kafesteki farelerin kardeş olmasıydı. Nedenini hala çözememişti Zeptor ama büyünün kardeşler üstünde işe yarama olasılığı daha yüksekti. Kanla ilgili bir şey değildi bu, çünkü anneleri yada babaları ile büyüyü denediğinde işe yaramıyordu. Nadir bir şekilde iki alakasız fare üstünde işe yaradığını da görmüştü, ama o kadar nadirdi ki tesadüf gibiydi. Aynı şekilde büyü ırklar arasında da işe yaramıyordu, bir farenin ruhu bir tavşana, yada bir tavşanın ruhu bir kediye geçemiyordu. Kardeş iki fareyi alıp masasının üstündeki tebeşir ile çizilmiş dairenin üstüne koydu ve asasının ufak bir hareketi ile öyle kalmalarını sağladı. Çizili dairenin içinde farklı işaretler vardı, hayat, ölüm, zaman ve ruhun simgeleri iç içe ve yan yanalardı. Hançerinin elinin altında olduğuna emin olduktan sonra kafesteki tavşanlardan birini almaya gitti yaşlı adam. İki farklı tür arası ruh geçişi yapılamadığını fark ettiğinden beri tavşanları sadece kanları için kullanıyordu, fareleri bulundurması daha kolaydı fakat kanları küçük de olsa çemberin çevresini kapatmak için yeterli değil. Hızlı bir hareket ile kulaklarından kavradığı hayvanın hayatına son verdi Zeptor, kan yere damlamaya başlarken boğazını çembere doğru tuttu ve tebeşir ile çizilmiş yuvarlağın çevresini kan ile bir kez daha çizdi. Çember kapandığı anda cildinde büyünün gücünü hissetmeye başlamıştı. Kurban vermek böyle bir şeydi, geçici de olsa güç veriyordu. Tavşanı masasına bıraktı ve asasını çıkarıp sağdaki gri fareye doğrulttu yaşlı adam. “Sufletul se debarasa.” Siyah asasının ucunda patronusu andıran fakat daha koyu renkli bir ışıltı belirirken fare titredi, küçük göğsü son bir kez daha oynadı ve durdu. Kısa bir süre sonra vücudu hızlanmış bir şekilde çürümeye başladı, Zeptor bir kaç dakika içinde sadece kemiklerinin kalacağını biliyordu zaten, bu nedenle onu umursamadan asasını diğer fareye doğrulttu, bu fare de diğerinin neredeyse tıpatıp aynısıydı, tek farkı bunun sırtına mürekkeple bir nokta çizilmiş olmasıydı. “Să accepte și să plaseze suflet.” Fare titredi, vücudu bir kaç kez kasıldı, sonra normale döndü ama ne olduğunu anlamaya çalışır gibi küçük burnunu havaya kaldırıp çevreyi kokladı. Bunun iyiye işaret olduğunu bilerek asasını bir kez daha salladı ve farenin hareketini serbest bıraktı. Masasının diğer ucunda bir kaşar tekeri ve bir küp keçi peyniri vardı. Deneylerden önce Misty’den ona öğrettiği şekilde fareleri eğitmesini istemişti. Sırtında nokta olan fareler, şimdi önünde duran gibi kaşara gitmelilerdi, noktası olmayanlar ise keçi peynirine. Ama şimdi bu noktalı farenin içinde keçi peynirine alışmış bir farenin ruhu vardı, yani eğer deney başarılı oldu ise keçi peynirine gitmeliydi. Vücudu çözülmüş fare korkak bir biçimde pembe burnunu kaldırıp havayı kokladı, ardından yarın yokmuş gibi hızla koşarak keçi peynirine atıldı. Hayvan ufak dişleri ile kendine bir ziyafet çekerken Zeptor güldü. İyi yanı, bir kez daha büyüyü başarı ile tamamlamıştı. Kötü yanı, hala neden büyünün sadece kardeşler üstünde işe yaradığını bilmiyordu. Ki, bu büyüyü onun için neredeyse işe yaramaz kılıyordu çünkü kendisinin genç bir kardeşi bırak, bir kardeşi bile yoktu. Bir iç çekip keçi sakalını ovuşturarak masasının gerisindeki sandalyesine çöktü yan tarafında yemek yiyen fareyi ürküterek. Bir sigara yakarken beyin fırtınasına ihtiyacı olduğunu düşündü ve bağırdı. “Misty!” yaklaşan ayak seslerini duyamayınca gözlerini devirdi. Kadında yaşlanıyordu herhalde, duymuyordu kulakları. “MİSTY!” Aniden merdivenlerden koşarak inen adım sesleri duyuldu ve sarışın kadın hızla bodrumun kapısını açtı. “Usta?!” Zeptor ona ‘endişelenme’ der gibi elini salladı. “Duymadın, bende çığlık attım.” Misty bir şey diyecek gibi ağzını açtı ama sonunda her zaman ki gibi kafasını yaşlı adamın çocuksu tavırlarına onaylamayan bir şekilde sallamakla yetindi.

İçeri ilerleyip çemberin çevresindeki taze kana ve tavşana baktı sarışın kadın. “Yine yapmışsın.” Yaşlı adam kafasını salladı. “Evet, ama hala neden sadece kardeşler üstünde işe yaradığını bulamadım.” Misty kollarını arkasında kenetleyip odanın içinde yürümeye başladı. “Tamam, şimdiye kadar bulduklarını gözden geçirelim.” Zeptor gözlerini devirdi. “Benden öğrendiklerini bana satıyorsun ama… Devam et çekirge, belki basmayan kafandan bir şeyler çıkarırım.” Kadın ona ustasının umursamadığı kötü bir bakış attı ama dendiği gibi devam etti. “Türler arası işe yaramadığını ve kan bağı olmayanlarda nadiren işe yaradığını biliyoruz. Aynı türde ve kardeşlerde işe yaradığını biliyoruz… Bu bir çeşit bilmece gibi. Çoğunlukla kardeşlerin ama nadiren yabancıların da paylaştığı şey nedir?” Volta atmayı bırakıp ustasına döndü düşünceli bir şekilde Misty. Zeptor sigarasını aralarında tuttuğu iki uzun tırnaklı parmağını ahşap masasına vurmakla meşguldü. “Çoğunlukla kardeşlerin ama nadiren yabancıların da paylaştığı şey nedir?..” diye tekrar etti kadının sözlerini mırıldanarak. Derken aralarından kül dökülen parmaklarına bakan sarı gözleri ışıldadı ve kafasını kaldırıp öğrencisine baktı. “Bunlar kardeş değiller.” Misty kaşlarını çattı. Neredeyse sinirlenmiş gibiydi. “Ne demek kardeş değiller? Yeni doğum yapacak fareleri bulmak için ne kadar uğraştığımı biliyor musun sen-” “Öyle değil!” diye kadının sözünü kesti ve hızlıca ayağa kalktı Zeptor. “Yani, kardeşler ama insan gözüyle bakarsak bir özellikleri daha var. İkizler!” Sarışın kadın aklı karışmış bir şekilde kafasını kaşıdı. “Umm…” Buluşundan dolayı havalara uçan deli gibi mutlu olmuş yaşlı adam ona gözlerini devirdi. “Görüntü ve anne baba dışında ikizlerin paylaştığı şey nedir Misty?” “Soyad?” Zeptor onu öğrencisi olarak aldığı güne belki de bininci defa lanet etti. Omuzları neşesi kaçarken aşağı düşerken konuştu. “Doğum tarihi. Hepsi aynı gün doğuyorlar. O kadar çok deneme yaptım ki tesadüfen doğum tarihi aynı olan iki fareyi denk getirmiş olmalıyım. Bu yüzden nadiren kardeş olmayan iki fare üstünde de işe yarıyordu büyü.” Sarışın kadın gözlerinde büyük bir hayranlık ve neşe ile gülümsedi. “Çözdün usta.” Zeptor kafasını iki yana salladı. “Emin olmalıyız. Bana aynı gün doğmuş ama kan bağı olmayan fareler lazım. Yada tavşan, yada kedi, yada köpek, yada istersen sincap. Umurumda değil.” Misty bunu nasıl bulacağını düşünerek ama yine de mutlu bir şekilde bodrum katından yukarı çıktı. Kapı kapandığı anda bazen yaptığı gibi kendini hızlıca sandalyesine attı yaşlı adam, bir an iki ayağı üstünde kalkmıştı sandalye, neredeyse geriye doğru düşecekti ama düzeldi son anda. Bir kahkaha koyarken dışarıda kar değilde şimşek ve yıldırımla karışık bir yağmur olmasını diledi Zeptor, gülüşüne gök gürültüsünün o an yakışacağını düşünüyordu çünkü.

Loading...
0%