@majdafan
|
Hakan, parmaklarını belli bir tempoyla direksiyona vuruyordu ve bunun farkında değildi. Farkında olsa kendine engel olur ama çok değil bir dakika içinde parmakları yeniden, belki bu sefer farklı bir ritimle, direksiyona yeniden vurmaya başlardı çünkü tekdüze bir hızla araba kullanmak onu bunaltıyordu. Araba kullanmaya, özellikle de yalnız başına, pek fırsatı olmuyordu. Olduğunda da bunu otobanda hız sınırını zorlayarak yapmayı tercih ediyordu ki bu, kendisine izin verdiği birkaç nadir aşırılıktan biriydi. Ama işte burada, annesinin yaşadığı semtte, cırlak renkli bir topun ardından o topu yakalamak amacıyla gözü dönmüş bir şekilde caddeye fırlama ihtimali olan ufak bir çocuğu tekerinin altından çıkarmamak için mecburen ellinin altında gitmek zorunda kalıyordu. Pazar gününün neredeyse tüm dünyada tatil olması, saatin henüz on bire bile gelmemiş olması bir şeyi değiştirmiyordu: Sağındaki kaldırımda bir eliyle ip çevirirken diğer eliyle de ona el sallayan havuç kafalı velede benzeyen birkaç tanesi hep dışarıda olurdu. Nasıl bir mahalleyse, yıllardır çocukları büyümemişti. Annesi, Güliz Hanım, “Burada gençler var, gencin olduğu yerde çocuk olur.” derdi. Yüzünü buruşturdu. Bu “çocuk” mevzusundan artık gına gelmişti. Her cumartesi gecesi ortaya çıkan ve pazar öğleden sonraya kadar geçmek bilmeyen baş ağrısının sebebi, Güliz Hanım’ın bu mahallede oynayacak çocuk sayısına Hakan’ın da katkıda bulunması gerektiğine dair sarsılmaz inancıydı. Aslında Hakan’ın inançlara büyük saygısı vardı. Hele annesinin inançlarına inanılmaz saygısı vardı ama keşke bu işe Hakan’ı bulaştırmasaydı! “Of!..”ladı. Bir kadın, bir anne; neden çocuğunu yetiştirdikten sonra, onun iş güç sahibi olmasını fırsat bilip keyfine bakmazdı ki? Torun sahibi olmayı isteyerek yeniden aynı hengamenin içine girmek kadar başka büyük bir saçmalık Hakan’ın aklına gelmiyordu. Üstelik Güliz Hanım bu saçmalığı tam dört kez yaşamıştı. Anlaşılan oydu ki iki kızından ikişer torun sahibi olmak ona yetmiyordu. “Senin de evladın olsun, sen de anlarsın!” Ah, bu cümleler! Bu anne cümleleri! “Çocuk eve neşe katar!” Hakan, aslında “çocuk” fikrine çok fazla karşı değildi. Annesi, evlenmeden çocuk sahibi olmasına hoşgörüyle yaklaşacak olsa bunu deneyebilirdi belki. Ama yaklaşmazdı. Ve evlilik... Homurtusu, Müslüm Baba’nın pes sesine karışarak yok oldu. Evlenmeyi hiç düşünmemişti, düşünmüyordu, düşünmeyecekti! Uzak, çok çok uzak gelecekte bile düşünmeyecekti! Evlenip de ne yapacaktı? Kadın dırdırı mı dinleyecekti? Dırdır dinlemektense, dırdır yapmaya fırsatı olmadan çekip gitmek zorunda kalan kadınları tercih ederdi. Bu düşüncesini annesine söylese... Yüzünde beyaz dişlerini ortaya çıkaran bir sırıtış belirdi. Annesine bazen tahammül etmekte güçlük çekiyor olabilirdi ama bu, onun kalp krizi geçirmesini istediği anlamına gelmezdi. Hakan, bazen onunla empati kurmaya çalışıyordu. Gerçekten çalışıyordu! Tıpkı dün geceki gibi yaptığında ise onun annesi olduğunu unutmak istiyordu. Diğer türlü insan annesini nasıl gırtlaklayabilirdi? Güliz Hanım, hangi akla hizmet gün arkadaşının yeğeniyle kendi oğlunun iyi bir eşleşme olduğunu düşünmüştü bunu ancak Allah bilebilirdi. Hakan; onun darılacağını bilmese, ki darılırdı, anında masayı terk ederdi. Bunun yerine sanki yapacak başka işi gücü yokmuş gibi dün geceden önce bir kez olsun görmediği, gördükten sonra da hiçbir şekilde etkilenmediği kadınla iki saat boyunca anlamsız bir sohbete mahkum olmuştu. Annesi ne sanıyordu acaba? Bu şekilde kurduğu mizansenlerden birinde, yan karakterlerden birinin esas kızlığa terfi edeceğini mi? Eğer öyleyse, daha çok beklerdi. Hakan, ‘ilk görüşte aşk’ gibi romantik saçmalıklara inanmıyordu; elbette inanmıyordu. Annesinin karşısına çıkardığı kızlarsa ilk görüşte beğenisini bile kazanamıyordu. Hakan öyle müşkülpesent biri değildi ama karşısındakinin yüzüne bakmaktansa peçetesiyle oynamayı tercih eden kadınları beğenmesi de mümkün değildi. Annesine bunu da anlatmaya çalışmıştı ve tabii hiçbir işe yaramamıştı. “Ben biliyorum senin nasıl kızlara alıştığını!” diyerek onu azarlamıştı yaşlı kadın. “Öyle arsız arsız gözünün içine bakıp sırıtacaklar, değil mi?” Arabanın içinde çınlayan telefon, müziğin kesilmesine neden olunca düşünceleri dağıldı. Arayanı görünce tesadüfün bu kadarına gülümsemeden edemedi. Annesinin söylediğinin aksine Hakan arsız arsız gözünün içine bakıp sırıtan kızlardan hoşlanmazdı ama o tip kızlardan hoşlanan birini tanıyordu. O birini, Kasım’ı, “Pazar sabahı olduğunun farkında mısın?” diyerek selamladı. “Uyumuyorsun değil mi?” “Seninle konuştuğuma göre hayır!” “Bu iğrenç esprileri dinlemek için aramadım.” “O zaman sadede gelseniz Kasım Bey!” Karşıdan uzun bir ıslık sesi yükseldi. “Anlaşılan Güliz teyze yine baş ağrısı yapmış sende.” “İki ağrı kesici yuttum, bana mısın demedi!” Kasım güldü. Sonra, “Yalnız mısın?” diye sordu. “Annemden dönüyorum. Tabii ki yalnızım!” “Onu biliyoruz oğlum! Savaş ve Barış yanında değil mi?” Biri koruması, diğeri de hem koruması hem şoförü olan ikizleri soran arkadaşını, “Onların cumartesi gecesinden bugün öğlene kadar izinli olduklarını da biliyorsun.” diye yanıtladı. “Tabii yerlerini dolduracak birilerini istemedin?..” Arkadaşının sesindeki eleştirel ton karşısında sessiz kalmayı yeğleyen Hakan, onun “Salağın tekisin!” diyerek sesini yükseltmesi karşısında hiç şaşırmadı. “Yani onlara izin ver tabii ama yerlerine güvenlik şirketi başka elemanlar versin.” Her ikisi de Hakan’ın tercihinin güvenlik şirketiyle ilgisi olmadığını biliyordu. Üstelik güvenlik şirketinin kurucu ortağı ve yöneticileri zaten Savaş ve Barış’tı. “Anneme giderken tantanaya gerek yok!” “B.k yok!” diyen Kasım, “Tam bir geri zekalısın!” diye ekledi. “Sanki o mahalle çelikten fanusun içinde!” Sabrı taşan Hakan, “Kes şunu sabah sabah!” diye homurdandı. “Annemle işbirliği mi yaptın?” “Ne oldu bebecik? Yoksa başının ağrısı mı arttı?” “Ya, Kasım! Ne diyeceksen de de, kapat şu telefonu!” “Münir Bey aradı.” Hakan, yaylanır gibi oturduğu sürücü koltuğunda doğruldu. “İki saat geyik yaptıktan sonra mı söylüyorsun bunu?” “Selam sabah yaptık... Tabii anlayana!” diye laf sokan Kasım’ı umursamadan, “Ne dedi?” diye sordu Hakan. “Yarın onda bekliyor.” “Yani bu iş oluyor.” “Bence oldu.” “Dur bakalım! Erken öten horozun boğazını keserler!” “Uğursuz konuşanlarla ilgili de bir atasözü yok mu Allah aşkına?” Hakan güldü. Sonra saatine baktı. “Benim bir eve uğramam lazım. İki saate şirkette buluşalım.” “Tamamdır patron!” diyen Kasım telefonu kapattı. Hakan ufak yollu bir küfür salladı. Patrondu, evet Kasım ona “patron” deyince bozuluyordu. Onlar çocukluk arkadaşıydı ve Kasım bu şekilde hitap ettiğinde, sanki... sanki... Kulağına kötü geliyordu işte! Kasım düşüncelerini duysa, kesin, “Duygusal bebe!” diye onunla dalga geçerdi ve onun bu hiç lafını esirgemeden konuşması Hakan’ın içine su serperdi. Düşünceleri Kasım’ın söylediklerine kaydı. İçi kıpır kıpır oldu. Kendini avını yakalamak üzere olan bir yırtıcı gibi hissediyordu. Kalbi ilkel bir zevkle hızlı hızlı atıyordu. İki senedir bu iş üzerinde çalışıyorlardı ve sonunda başarmalarının önündeki tek engel de kalkıyor gibi görünüyordu. Münir Bey, ülkenin en ünlü kalp ve damar cerrahlarından biriydi. Babası, dedesi, hatta onun dedesi bile hekimdi fakat Münir Bey’in çocukları değil hekim, sağlık sektörünün herhangi bir birimiyle bile ilgili değillerdi. Biri öğretmen, diğeri mühendis olmayı seçmişti ve ailenin sahip olduğu “Darüşşifa” hastaneler zinciri, yıllık bilançoları dışında onların ilgisini çekmiyordu. Aslında bu, birkaç yıl öncesine kadar Hakan’ın da ilgi alanına giren bir sektör değildi. O eczacıydı, eczacılık yapıyordu. Belki sahada değildi ama sonuçta koca bir ecza şirketini yöneterek de olsa işini yaptığı söylenebilirdi. Son on yılda medikal araçların üretimine de başlamışlardı. Hakan bu iş için babasını ikna etmeyi başarmış, ardından yönetim kurulunun onayını da almıştı. Beş yıl içinde ilaç sektöründe olduğu gibi medikalde de bir numara olmayı başarmışlardı. Babası sık sık, “Ne iyi ettin de beni bu işe ikna ettin!” deyip dururdu. Yüzünde hüzünlü bir ifade belirdi. Onu özlüyordu. Bir babaydı ama bir arkadaştı da, bir dayanak. Yutkundu. Ne zaman babasını düşünse boğazı düğümleniyordu. Belki aradan daha çok zaman geçtiğinde yokluğuna bir parça alışır, bu kadar zorlanmazdı. Belki o zaman vedalaşmak için onlara tanınan süreye şükredebilirdi bile. İki yıl önce babası pankreas kanserine yenik düşmeden önce geçirdikleri birkaç ayın zor ama ne kadar kıymetli olduğunu daha iyi anlardı. Ama şimdi, hala kaybı için yas tutmakla meşguldü. Babası ölmeden önceki bir ayını hastanede geçirmişti. Durumu ağırlaşıp da doktorlar hastanın yanına kimseyi almayıncaya kadar Hakan da zamanının çoğunu onun yanında geçirmişti. Öleceğini bilmesine rağmen babasının neşesini nasıl koruduğuna, kendinden daha kötü durumda olanları görünce onlar için nasıl dua ettiğine şahit olmuştu. Hatta bir gün, “Burası bir nimet.” demişti yaşlı adam. Artık iyice eridiği, konuşmanın bile ona zor geldiği günlerden biriydi. “Bu halimle bana evde nasıl bakılırdı?” Bakılırdı bakılmasına ama Hakan babasının ne demek istediğini çok iyi anlamıştı: Evde, hastanede olduğu gibi anında ve gerekli donanımlarla müdahale şansı mümkün değildi. İşte o zaman aklına babasının anısını taşıyacak bir hastane yaptırma fikri gelmişti. Bu fikrin ne zaman hastane, bu durumda hastaneler, satın almaya evrildiğini doğrusu hiç hatırlamıyordu. Ve şimdi düşüncesi, gerçeğe dönüşmek üzereydi. “Umarım bu işi yüzüme gözüme bulaştırmam baba!” diye mırıldandı. Düşüncelerinden tam da korktuğu gibi yolun ortasına yuvarlanan bir top ve onun peşinden yola atlayan çocuk yüzünden sıyrıldı. Çocuk, yol boş mu dolu mu aldırmadan ileri atılıvermişti. Hızı zaten düşük olduğu için durmakta zorlanmayan Hakan, çocuğa tehditkâr bir ifadeyle parmak sallamakla yetindi. Çocuk da olmayan üst dişleri yüzünden korkunç bir görüntü sergileyen damağını göstererek sırıttı. Hakan, yeniden hareket ederken, başını iki yana sallıyordu. Birkaç yüz metre sonra ana yola çıkıp bu cendereden kurtulacağı için seviniyordu ki sevinci kursağında kaldı. Sağ taraftan hissettiği kuvvetli sarsıntıyla başı ileri geri sallandı. Hatta gövdesi de. Neyse ki emniyet kemeri daha fazlasından onu korumuştu. Sarsıntıyla birlikte farkında olmadan frene asıldığı için araba güçlü bir titreyişle durmuştu. Hakan telaşla aşağı indi. Arabasının sağ ön tarafında derin bir çökük vardı. Başını usulca çevirdi. Ona çarpan arabanın hali içler acısıydı. Muhtemelen motor da dahil ön taraf tamamen yamulmuştu. Hakan, arabadan sarsak bir biçimde inen sürücüyü görünce gözlerine inanamadı. “Seni Allah’ın belası!” diye homurdanırken birkaç adım atmış ve henüz reşit olmadığı her halinden belli olan çocuğu tuttuğu gibi kendine doğru çevirmişti. Çocuğun titrediğini hissettiğinde bundan acımasız bir zevk duydu. “Bak.” dedi çocuğu arabasına doğru çekiştirerek. “Gördün mü?” Çocuk titreyerek kafasını aşağı yukarı sallayınca, bu kez de onu az önce içinden çıkarttığı arabaya çevirdi. “Ya bunu?” Yine bir kafa sallayışla yanıtlanınca Hakan’ın siniri iyice tepesine çıktı. Çocuğu şöyle bir sarstı ve “Ne o, dilini mi yuttun?” diye bağırdı. “Babanın arabasıyla hava atmayı biliyorsun ama değil mi?” Çocuğun başını örten kapüşonun altına uzanıp onun kulağını yakaladı. Hafifçe bükerken, “Hadi bakalım… Şimdi sen korkudan altına yapmadan babanı arayalım. Bakalım o ne diyecek bu işe?” Çocuğun titremesi iyice artmıştı. Hakan, hemen onu bu kadar korkuttuğu için bir parça vicdan azabı duymaya başladı. Kulağını bıraktı, bir iki adım geri çekildi. Tam teselli edici bir iki söz de edecekti ki aslında onun titremediğini güldüğünü anladı. O kadar sinirlendi, o kadar sinirlendi ki kendine karşısındakinin henüz ergen bir çocuk olduğunu hatırlatmak ihtiyacı hissetti. Kendine zar zor hakim olmayı başararak, inanmazlıkla, “Utanmadan bir de gülüyor musun?” diye bağırdı. “Madem öyle, babanı geçiyoruz!” Cebinden telefonunu çıkardı. “Derdini polise anlatırsın!” Çocuk bir anda dondu. Sonra başını hızla iki yana sallamaya başladı ve boğuk, cırlak bir sesle bir şeyler söyledi. Hakan, onun ne dediğini anlayamadığı için başını çocuğun ağzına doğru yaklaştırdı. “Ne dedin?” “Polis olmaz!” Çocuğun sesi kurbağa yutmuş gibi, aslında o kurbağa henüz boğazından yeni geçiyormuş gibi neredeyse “vırak”lar gibi konuşuyordu. Hakan onun kötü bir ergenlik geçirdiğini düşündü. “Niye olmazmış? Merak etme seni içeri almazlar. Senin yerine babana iyi bir fırça çekerler.” Hakan’ın gözü arabasının önüne takılınca, “Oğlum!” diye bağırdı sinirle. “Şu yaptığına bak! Bu arabaya kaç kağıt saymıştım sen biliyor musun? Daha alalı bir gün oldu.” Gerçekten de bir gün olmuştu. Hakan’ın çoğu erkeğin aksine arabalarla ilgili bir takıntısı yoktu. Ayağını yerden kesmesinin yeteceğini düşünürdü. Gerçi kabul etmek gerekirdi ki bindiği arabalar da zaten şikâyet edebileceği türden arabalar değildi. Üstelik arabayı kendisi kullanmazdı, bu görev Barış’ındı. Buna rağmen bu arabayı birkaç gün önce görmüş ve kişisel kullanımı için istemişti. Ve şimdi... Sabırsızlıkla boynunu sıvazladı. “Şimdi kararını ver: Ya babanı çağıracağız ya da polisi!” “Heeey!...” Hakan, başını caddenin diğer tarafından gelen kadın sesine doğru istemsizce çevirdi ve bir an gözlerinin yandığını sandı. Neon yeşili mini etekle, deliklerinden içindeki siyah çamaşırı olduğu gibi gösteren kısa, çingene pembesi bluz giymiş sarışın bir afet onlara doğru el sallıyordu. Hakan, hem pazar hem de daha sabahın erken saatleri olduğu için şükretti. Yoksa bu el kadar kıyafetlerle bu kadının bir kazaya neden olması kaçınılmazdı. Sarışın, sağa sola bakınarak caddeyi geçip yanlarına yaklaşırken; Hakan, onun elinden aşağı doğru sarkan boncuklu çantayla takım gibi görünen boncuklu ayakkabılarını fark etti. Tam bir rezaletti! Ama… Kadının öyle bir vücudu vardı ki başka zaman olsa Hakan bu rezaleti görmezden gelebilirdi. Başını hızla geri çevirip bu dikkat dağınıklığında çocuğun ortadan kaybolup kaybolmadığına baktı. Kaybolmamıştı. O da bakışlarını aynalı güneş gözlüklerini çıkarıp harika yeşil gözlerini kırpıştırarak, “Ah, ben bir şey mi kaçırdım?” diye soran sarışına dikmişti. Eh, Hakan onu suçlayamazdı. Kadının sesi bal gibiydi, belki daha da tatlı. Hakan bile kendini hafifçe sersemlemiş hissetti ama sadece bir an! Belki sarışının sadece sesini dinleyip ne konuştuğuna kulak vermese, bu his çok daha da uzun sürebilirdi. Sarışın; iri, yeşil gözlerini açarak işveli işveli, “Aaa!..” diye hafif bir çığlık atmıştı. “Bu sizin arabanız mı?” Bir taraftan da elini kaputun üzerinde okşarcasına gezdiriyordu. Arkasında kalan delikanlının iç geçirdiğini duyan Hakan, gözlerinin hipnoza uğramış gibi o ele takılı kaldığını fark ederek hemen silkindi. “Çok güzel! Çok da pahalıdır, değil mi? Ay, bir arkadaşımın da buna benzeyen arabası vardı. Böyle, bunun gibi 1200 silindir motor filan...” Hakan, şu haliyle hiç de yeni gibi görünmeyen arabasına edilen hakarete sessiz kaldı. Yine de suratında bir şeyler görmüş olmalıydı ki sarışın hatasını telafi etmek ister gibi elini bu sefer Hakan’ın kolu üzerinde usulca gezdirdi. Sanki teselli etmek ister gibi, “Eminim çok hız yapıyordur.” dedi. Kirpiklerini eskisinden de daha hızlı kırpıştırıp duruyordu. Hakan, gözlerini bu içi boş muhteşem ambalajdan zorlukla ayırdı. Sert bir sesle, “Delikanlı, verdin mi kararını?” diye sordu. Sarışın “Delikanlı mı?” diye ciyakladı. Hakan içinden “Ya sabır!” çektikten sonra, “Bu delikanlı bana çarptı!” diyerek kadına durumu anlatmaya çalıştı. “Nasıl yaniii?.. Sizin gibi güçlü bir erkeği görmedi miiii?...” Ambalaja mambalaja bakmadan sarışının üzerini bir kalemle çiziverdi Hakan. Bir insan bu kadar aptal olamazdı. Her iki arabadaki hasarı görmemiş olması mümkün değildi. Sabırla, “Arabama çarptı hanımefendi!” diye açıkladı ve kadın, anlamıyormuş gibi, yemyeşil gözlerini kocaman açınca, “Aptal sarışın!” diye düşündü. Yeniden garip görünüşlü delikanlıya döndü. Sinirleri bir parça yatıştığı için şimdi onu daha dikkatli inceleyebiliyordu. Sersem çocuğun henüz bıyıkları bile terlememişti. Yüzü, muhtemelen korkudan, iyice solmuş; neredeyse bir porselen kadar beyazlamıştı. Bol, sözcüğünün hafif kaldığı montunun içindeki bedeni cılızdı, o kadar ki Hakan üflese yere kapaklanıverirdi. Montun kapüşonunun gizlediği saçlarını tam olarak göremiyordu. Ya kısaydı ya da at kuyruğu yapacak kadar uzundu. Kulağında bir şey parıldadığını görünce, bunun tek taş bir küpe olduğunu gördü ve yüzünü buruşturdu. Tam bir hanım evladıyla karşı karşıya olduğunu anlamıştı. Böyle küpe falan takıp kız gibi etrafta dolaşan çocuklardan hiç hoşlanmazdı. Biriyle konuşurken gözlerini görememekten de hoşlanmazdı. Çocuk da babasının olduğu gün gibi ortada olan geniş çerçeveli, erkeksi bir güneş gözlüğü takıyordu. Suratının yarısı da onun altında kalıyordu. Hakan’ın bakışları aşağı doğru kaydı. Charlie Chaplin’in pantolonlarını aratacak bolluktaki eşofman altıyla emanetten alınmış gibi görünen garip ayakkabıları açık bir aşılamayla süzdü. Çocuk o kadar süklüm püklüm görünüyordu ki sinirleri yeniden zıpladı: “Şu haline bak!” diye bağırdı. Hepsi birden, bu arada yoldan geçen meraklı bir çocuk da katılmıştı aralarına, dönüp delikanlıya baktı. “Bu ayakkabılarla araba mı sürülür?” “Ne... Ne?...” Çocuk boğulur gibi öksürmeye başlayınca cümlesini tamamlayamadı. “Tamam, tamam.” diyen Hakan’ın öfkesi hemen yatıştı. Çocuğun sırtına vururken, “Hasta mısın yoksa?” diye sordu. O karga gibi sesin nedeni ergenlik olmayabilir miydi? “Ay, canım beniiim!...” diye ciyakladı sarışın. Gidip çocuğun yanına oturdu. Çocuğun öksürüğü geçer gibi oldu. “Tabii, sarışının bacaklarından geriye örtülü pek bir şey kalmayınca çocuğun hassaslığı boğazından başka bir yerine kaymış olmalı!” diye düşündü Hakan. Gözü sarışının bacaklarından arabasına dönünce yeniden kan beynine sıçradı. “Şu pazar sabahı başıma gelene bak! Yahu, çocuk nerden çıktın karşıma? Ne biçim çarptın öyle? Şuna bak! Ön taraf perişan oldu.” “Hiii!” diye çığlık attı sarışın. Gözleri bir an Hakan’ın pantolonunun önüne kaymıştı. “İnanmıyorum!” Adam gözlerini devirerek, “Ne gün ya Rabbi!” diye isyan etti. Sarışının gözlerinin içine bakarak, “Arabanın önünden bahsediyordum hanımefendi.” diye vurguladı. Bir taraftan da böyle arsız arsız bakabilen ve konuşabilen bir kadının mesleğiyle ilgili kafasında bir şeyler oluşmaya başlamıştı. Sarışın bakışlarını arabaya çevirerek, “Gerçekten yazııkk!...” dedi. Sonra elini çocuğun omzuna attı. “Ama bu delikanlının kötü bir niyeti yoktur. Eminim bundan!” “Bunun niyetle ne ilgisi var?” diyemeden; sarışın, “Öyle değil mi delikanlı?” diye sordu. Çocuk hızla başını salladı. “Hergele!” diye düşündü Hakan. “Buldun can simidini, şimdi sıkı sıkı sarıl bakalım.” “Siz bu çocuğu tanıyor musunuz?” diye sordu kadına. “Evet. Ya-yani hayır!” Hakan, sabırla, “Evet mi, hayır mı?” diye sordu. “Benim evin orada oturuyorlar.” derken arka taraftaki bahçeli apartmanları gösteriyordu. “O zaman evi gösterin de bu sersemin babasıyla bir konuşalım bakalım.” “A, onun babası yok ama!” “Yok mu?” “Annesi var.” Hakan çocuğa bakıp, “Baban yok mu?” diye sordu. Çocuk başını aşağı yukarı salladı. “Öldü mü?” Çocuk yeniden başını salladı. Hakan bir süre çocuğa ciddi nazarlarla baktı. Sonra boğazını temizledi ve “Şimdi şöyle yapacağız.” dedi. “Ben senden ya da annenden davacı olmayacağım, hatta arabanı da ben yaptıracağım. Ama sen de bundan sonra ehliyetini almadan araba kullanmayacaksın!” Elini çocuğun omzuna koyup başını onun yüzüne doğru yaklaştırdı. “Anlaştık mı delikanlı?” “E... Evet, anlaştık.” diye vırakladı çocuk. “Benim adım Hakan Alagöz.” dedi. “Şimdi... Bana annenin numarasını ver bakalım!”
|
0% |