@majdafan
|
"Benim gi... gibi mi?" Gonca'nın ilk anda yaptığı, adamın sözcüklerini tekrar etmekten ibaretti; yoksa onun ne dediğini ya da demek istediğini zerre kadar düşünmemişti. Sonra... Belki beş-on saniye içinde olabilir, sözcükler kafasında bağlamlarıyla netleştiğinde, düşünebildiği utançtan bayılmamaktı; bayılıp da bu adamla olan tanışıklığında yeni bir rezillik zirvesi yaşamamak. Tabii bu düşünce de beş ya da on saniye kadar ancak kafasını meşgul etti. Akıllı bir insandı, mantıklı bir insandı. Henüz "telepati" denilen şey, bilim kurgudan daha ileriye gidemediğine göre karşısındaki adamın onun düşüncelerini bilme olasılığı yoktu. O zaman... Hakan Alagöz, "Evet, sizin gibi." dediğinde, neden kalbi göğüs kafesine vura vura çarpmaya başlamıştı? Ya neden şimdi gözlerinin kocaman açılmasına engel olamıyordu? Ve neden, Hakan Alagöz, "Aslında ben de sizinle ilk baş başa görüşmemizin böyle olacağını tahmin etmemiştim!" diyerek devam ettiğinde, akıllı ve mantıklı insan olmayı bir kenara bırakıp adamın büyük bir zihin okuyucu olduğuna hükmediyordu? "Karşılama biçimimin uygunsuzluğunun ben de farkındayım." Beklenmedik hislerinin ve bir türlü mantıklı zemine oturmayan düşüncelerinin darmaduman ettiği beyni, sevgili patronunun gülümseyerek kurduğu cümlesindeki tek bir sözcüğe takılıp kalmayı da başararak Gonca'nın, "U... Uygunsuzluk?.." diye kekelemesine neden olmuştu. Hakan Alagöz'ün gülümsemesi, beyaz dişlerini iyice ortaya çıkaracak biçimde genişledi. "Evet, uygunsuzluk. Tamamıyla uygunsuzluk!" Adam konuşmaya devam ettikçe Gonca bir taraftan kafasını bir yerlere vurma ihtiyacını dizginlemeye çalışıyor, bir taraftan da kendini azarlıyordu: "Papağan Gonca! Geri zekalı Papağan Gonca!" Son birkaç dakikaya bakınca, kim onun ülkenin en iyi tıp fakültelerinden birinden dördüncülükle mezun olduğuna inanırdı? "Şu halime baksanıza!" "Bakayam mı?" Bir kez daha adamın söylediklerini tekrar ettiğini fark ettiğinde, esefle, "Kimse!" diye düşündü. Kimse inanmazdı. Sakinleşmeliydi, çabucak sakinleşmeliydi. Bunu nasıl başaracağına dair hiçbir fikri olmasa da gerçekten sakinleşmeliydi. Diğer türlü bu odadan başı dik çıkması mümkün olmayacaktı. Bu yüzden, kendi sefilliğinden nefret ederek, gözlerini birkaç saniyeliğine yumdu ve derin bir nefes almadan da açmadı. Açtığındaysa bakışlarını Hakan Alagöz'ün daha çok yeşile çalan ela gözlerine özellikle sabitlemeye çalıştı. Bu adama, patronuna, ne kadar sakin ve kendine ne kadar hakim olduğunu kanıtlamak zorundaydı ve tabii ne kadar aklı başında olduğunu da. Kendini tutmasa aynı anda hem inlemeyi hem de gülmeyi başarabilirdi. Hakan Alagöz'le ilk karşılaşmalarında adamı dolandırmadığı, ikinci karşılaşmalarında da ayaklarının dibine düşüp bayılmadığı kalmışken; onu yarı deli veya histerik, daha da kötüsü düzenbaz bir kadın olduğuna ancak inandırabilirdi. Yine de denedi. Bir kez daha derin bir nefes alarak en ağırbaşlı sesini kullanmaya gayret ederek, "Yani... Bakıyorum, demek istedim!" dedi. "Bakıyorum!" Sesi ilk sözcüğünün ardından bir çeşit titremeyle çatlamıştı ve yine papağandan az hallice bir yaratık gibi konuşmuştu. "O zaman ne demek istediğimi de anlamış olmalısınız." Kadının büyüyen gözleri, aslında onun hiçbir şey anlamadığını gösteriyordu ve aklının ne kadar karışık olduğu bakışlarından belli oluyordu. Hakan, içinden, kıs kıs gülerken, "Akıl karışıklığı ve kekelemek ne ki?" diye düşündü. "Üstelik yeter mi?" Zihninde şekillenen soru, bir saniye bile geçmeden yine zihninde, "Mümkün değil!" diye yanıt buldu. "Kesinlikle yetmez!" İşin aslı, GoncaTemur'un yaptıkları karşısında "yetecek" olanın tam olarak ne olduğunu Hakan da bilmiyordu. Hayal gücünün tüm sınırlarını zorlamış, yine de kadının hakkı olan cezayı bir türlü bulamamıştı. Bedel ödetmekten hoşlanan bir insan olsaydı belki işi daha kolay olabilirdi ama Hakan, hiçbir zaman, basit ve ilkel dürtüleriyle hareket eden biri olmamıştı. Yine de bu, çok sevgili Gonca Hanım'ın suratında okuduğu, "Neden burada olduğumu hiç bilmiyorum!", "Bu adam neden bahsediyor hiç bilmiyorum!" ifadelerine bayıldığı gerçeğini değiştirmiyordu. İçgüdüleri, Gonca Temur'la bu odada göz göze geldikleri ilk anda onun aklından geçenlere daha da bayılabileceğini söylüyordu ama maalesef onları öğrenmesi mümkün değildi. "Olsun!" diye düşündü. O anda kadının yüzünün aldığı karmaşa bile her şeye değerdi. Saç ya da dikkat dağıtıcı başka bir şey olmadığı için daha da ön plana çıkan yüzünde dalgalanan farklı duyguları izlemek büyük keyifti. Hatta... Ayağına çağrıldığı adamın, bir buçuk ay önceki aptalın, eğlence malzemesi olduğunu bilse Gonca Hanım'ın yüzünün daha başka hangi şekillere girebileceğini düşünmek, daha da büyük bir keyifti. Hakan onu bir böcek gibi ezebilirdi. Mecazen de olsa onu ezebilecek her türden enstrümana sahipti. Karşısındaki kadına olabildiğince sakin yaklaşmasının nedeni, kesinlikle doğuştan ılımlı bir tabiatı değildi. Zaten "ılımlı", yakınlarının onu tanımlarken kullanacağı bir sözcük olmazdı. Hakan, Gonca Temur'a karşı sadece makul olmaya çalışıyordu ve işin aslı, bu hiç kolay olmuyordu. Sebepleri, sonuçları düşünüyor; ne yazık ki hiçbirine mantıklı açıklama getiremiyordu. Yine de ani kararlar vermek istemiyordu. Hayatında ani kararlar verdiği dönemi, çok şükür, geride bırakmıştı. Ayrıca zamanında öfkeyle kalkanın zararla oturacağını da çok fazla tecrübe etmişti. Yine de bu; brunch'tan beri, yani son bir aydır, Gonca Temur'u aşağılayarak kovduğunu hayal etmesine engel olmamıştı. Babasının öğütleri, ruhunun en derinine işlememiş olsa belki bu hayalini gerçeğe dönüştürebilirdi de. Rahmetli, her zaman, insanların iyi niyetli olduklarını varsayarak işe başlamanın çok önemli olduğunu söylerdi. "Böyle başlarsan, hem kendine hem de karşındakine iyilik etmiş olursun." Gonca Temur'la ilk karşılaşmalarında, özellikle de o aptal sarışın "kalbi olan anne" kartını oynadığında; Hakan bunda bir art niyet aramamıştı. Kalbinden hasta bir anne, ölmüş bir baba ve kendine en az iki-üç beden büyük gelen kıyafetleriyle "rap" sahnesine çıkmaya hazır bir ergen. Bu tabloda art niyet arayacak ne vardı? Hakan, bugün bile geri dönüp baktığında hala doğru davrandığını düşünüyordu. Doğru davranması da zor değildi. Bir parça vicdanı olan herkes aynı şekilde davranırdı. Sonuçta... Yanlış yapan Hakan değildi, bu gerçekti. Ne yazık ki ortada bir yanlışın olduğu da kesin bir gerçekti, hem de çok önemli bir gerçek! "İşe gelince... İyi niyetini yine koru ama hep kuşkulu ol! İş sadece senin değil, aynı zamanda bizden ekmek yiyenlerin de işi! Bunu hiç unutma!" Babasının bu öğüdünü de hep aklında tutardı ve sırf bu öğüt yüzünden, Darüşşifa grubunu devraldıktan sonra üzerine binen iş yüküne rağmen, Gonca Temur ve Nisan Yağmur hakkında kapsamlı bir soruşturma raporu istemişti. O soruşturma raporu gelmeden de iki kadınla resmi olarak yüz yüze gelmemişti. Birkaç gün içinde önüne konulan kağıtlarda, ne aptal sarışının ne de şimdi karşısında duran şu kadının sicillerinde iş disiplinine aykırı herhangi bir hareket rapor edilmişti. Aksine, yazılanlardan, her ikisi için de hastaları söz konusu olduğunda neredeyse dünyanın durduğu anlaşılıyordu. Hakan raporu okur okumaz top yapıp çöp sepetine fırlatmıştı. Aslında sinirden kağıdı yiyebilirdi de. Sadece bir hata istemişti, minicik bir hata! Yeterdi. Her iki kadına da, "Yolunuz açık olsun." derdi; hem de gönül rahatlığıyla hem de zevkle, büyük bir zevkle! Allah kahretsin ki diyememişti çünkü adil olması gerekiyordu. "Sadece işinde değil, ailende de adil olmalısın Hakan! Hak edene hakkını vermekten asla korkma! Başka türlü doğru bir insan olamazsın!" Babasının özellikle bu sözleri son bir aydır kulağından hiç çıkmıyordu. Ama yine de istinasız her sabah Hakan, kendine, Gonca Temur'a karşı adaletli olacağını hatırlatmak zorunda kalıyordu çünkü gün bitip de yatağa girdiğinde, Gonca için akla hayale gelmeyecek insafsızlıklar planlamaya başlıyordu. Çoğunlukla yorgunluktan bir iki dakikada sızıp kalması bile ona engel olmuyordu. O anlarda kadını işinden etmek, aklından geçen diğer seçeneklerin yanında son derece basit ve sıradan kalıyordu. Ne yazık ki sonra... Yine sabah oluyor ve Hakan, güne yeni uyanan aklıyla, Ahmet Alagöz'ün oğlu olduğunu bir kez daha hatırlıyordu. Satın alma kesinleştiğinde, çalışma saatlerinin normalin çok üstüne çıkacağını tahmin etmişti ama günde on beş, on altı saati bulacağını doğrusu o bile düşünememişti. Hatta bazen üzerine bir iki saat koyarak çalıştığı da olmuştu. Alagöz'de her şey güvenli ellerde olduğu için gelecekteki üç ayının büyük bir bölümünü yeni işini ve o işin işleyişini daha iyi anlamaya ayırmıştı zaten. Sonrasında her alana inecek zamanı olmayacağı için özel olarak ayarladığı bu süreyi elinden geldiğince iyi ve verimli geçirmeyi planlamıştı. Şimdiden bir ay geçmişti ve Hakan bu bir ayda iyi işler yapmıştı, faydalı işler yapmıştı. Diğer illerdekiler hariç tüm hastaneleri tek tek gezmiş, her birine birkaç gününü ayırmıştı. Sadece üst düzey yöneticilere değil, tüm çalışanlara patronlarını tanıma fırsatı vermişti. Belki hepsiyle tek tek tanışamamıştı ama bölümleri gezerken kendini göstermesinin bile personele "ulaşılabilir" olduğu izlenimini verdiğini umut ediyordu. Bölümleri gezmesinin bir diğer nedeni de başarısı tescilli edilmiş personeli onurlandırmaktı. Biraz zahmetli ve uzun sürse de bu işi başarmıştı. Bir yetmişin üzerindeki boyu, kum saati vücudu ve muhteşem bacaklarıyla Nisan Yağmur da tebrik ettikleri arasındaydı. Kadının bedeninin muhteşemliği, bir o kadar güzel suratla kutsanmıştı. Öyle ki istese şov dünyasında kendisine kolaylıkla yer bulabilirdi ama istememiş, kalp cerrahı olmuştu. Hakan onun özgeçmişini okurken küfretmişti. "aptal sarışın" fakülteyi birincilikle bitirmiş, yetmemiş uzmanlık sınavını da birincilikle kazanmıştı. Hakan bu binada çalıştığı günlerden birinde onu görmüştü. Tüm bakışları üzerine çektiğinin farkında olmasına rağmen özgüvenli yürüyüşü, çevresindekilerin düşüncesine karşı "çok da tın" tarzı Nisan Yağmur'a karşı Hakan'ın içinde hiç istemediği bir saygı oluşmasına neden olmuştu. Kadın, bahçedeki hızlı yürüyüşünü bir bankın yanında noktalamış; Hakan da istemsizce kendini Nisan Yağmur'u elinde ufak bir servis tepsisiyle karşılayan diğer kadını daha iyi görmek için alnını pencerenin camına dayarken bulmuştu. Aralarında kesinlikle on santim vardı. Diğer kadının saçı gibi boyu da kısaydı ve aslında saçı için "kısa" demek çok yeterli bir ifade değildi. Uzunluğu bir parmak boğumu kadar ya var ya yoktu. O anda Hakan; bugüne dek hep uzun saçlı kadınları tercih etmiş, kadının en güzel süsünün saç olduğuna inanmış bir adam olarak Gonca Temur'a uzun saçın hiçbir zaman bu kısacık hali kadar yakışmayacağına karar vermişti. Saçı böylesine kısa olmasa biçimli kaşları, badem gözleri, çok hafif genişliği dışında estetik cerrahın elinden çıktığı izlenimi veren burnu , dolgun dudakları ve kalp biçimli yüzü böylesine ön plana çıkmazdı. Hakan, o gün elbette kaç kat yukarıdan kadının yüz hatlarını tüm detaylarıyla görememişti ama brunch'ta, görmüştü. Münir Bey daha onları tanıştırmadan önce Gonca dikkatini çekmişti. Çarpıcı yüzü, görür görmez, aklına takılmış ve tanıştıktan sonra onu kovmayı, hatta sık sık boğazını sıkmayı düşünmesi bile o yüzü unutmasını sağlayamamıştı. Şimdi her ne kadar bir parça şaşkın görünse de her ne kadar Hakan içten içe ona karşı bilenmeye devam etse de Gonca Temur'un yüzü hala çok çarpıcıydı ve... Güzeldi. Evet; güzeldi, çok güzeldi. Hakan, Gonca'yı bu şekilde düşündüğü her seferinde olduğu gibi yine kendine çok sinirlendi. Evli kadınlara bir kez olsun gözünün ucuyla bakmamışken şimdi Gonca Temur'a biraz bile, ki birazdan fazlası olduğunu biliyordu, bakıyor oluşu Hakan'ı çileden çıkarıyor, öz saygısını sorgulamasına neden oluyordu. Böyle bir şey, tüm ilkelerine aykırıydı ve ilkelerinden biri de çalışanlarıyla sınırlarını kesin ve net çizgilerde tutmasıydı. Onlara asla karışık sinyaller göndermezdi. Bu yüzden, ne hissederse hissetsin, şimdi de göndermediğini ümit ediyordu. Gerçi Gonca'yı karşılama biçiminin sıradışılığı düşünülünce bundan çok emin olamıyordu. Yanlış anlaşılmaya fırsat vermemek için , "Birim müdürleriyle toplantım yeni bitti." diyerek açıklamaya başladı. "Çabucak bir duş alıp kendime gelmek istedim ama..." Gülerek ellerini iki yana açtı. "Gördüğünüz gibi zamanlama konusunda ciddi bir hata yapmışım." Gerçekten de sabahtan beri aralıksız toplantıdaydı. Zaten burada bulunduğu zamanının çoğu, diğer hastanelerin müdürleri ve üst düzey yöneticileriyle toplantı yaparak geçiyordu. Aslında önce onlarla Alagöz'den getirdiği adamları toplantı yapıyor, çıkarılan notların ardından Hakan da gerekli gördüğünde bu toplantıları kendini de dahil ederek yineliyordu. Geçenlerde, "Lan oğlum!" demişti Kasım. "Bırak da millet işini yapsın! Her şeye, her yere yetişeceğim diye hem kendi dengeni hem de milletinkini bozacaksın!" Haklıydı. Ne kadar güç sahibi olursa olsun, insanın hükmedebileceği alan sınırlıydı. Yine de Hakan bütün sınırlarını zorlayarak hakim olabileceği kadar alana hakim olmaya çalışırdı. Elbette gücü dağıtmayı da severdi ama kontrolden de asla vazgeçmezdi. Bu sabah Darüşşifa Hastanelerinin ana üssü olan bu binada olmasının nedeni de bu kontrol etme tutkusuydu. Hastanenin sağlık hizmetleriyle otelcilik hizmetleri arasındaki tutarsız faturalandırmaların sebebini öğrenmek istiyordu. "Suç mu?", "Hata mı?" sorusunun cevabı çok önemliydi. İlgili herkes masanın etrafındayken aradığı cevabı bulmak hem daha kolay hem de her zaman tercihiydi. Hata varsa, hata yapan en yukarıdan uyarı almalıydı. Geçmişte hatalar fark edilmediyse şimdi edileceğini herkes öğrenmeliydi. Ve eğer suçlu varsa, bu yeni dönemde, suçlunun gerekirse adli vakaya kadar uzanacak cezası hiç acımadan verilmeliydi. Nitekim yarım saat önce o cezayı hiç acımadan vermişti de. Ve şimdi Gonca Temur karşısındaydı. Toplantıları bittiğinde, onunla yapması gereken görüşmeyi daha fazla erteleyemeyeceğine karar vermişti çünkü bu görüşme artık bir zorunluluk haline gelmişti.
|
0% |