@majdafan
|
Hakan, "Yemin ediyorum; bu, bugüne değin yediğim en lezzetli su böreğiydi Hatice Sultan!" diyen Kasım'ı bir kez daha takdir etti. Onun insanları görme, tanıma ve kabul etme sürecinin çok kısa olduğunu biliyordu. Aslında bu süreç, Hakan için de pek uzun sayılmazdı. Sadece Kasım'ın aksine Hakan, yeni tanıdığı insanlara karşı her zaman daha temkinli davranmayı seçerdi. Dudaklarının kenarında ufak bir gülümseme belirdi. Bunu bir "seçim" olarak düşünmek kolayına gidiyordu. O zaman, kontrolün elinde olduğunu hissedebiliyordu. İsterse davranışını değiştirebileceğini varsaymak, bunun karakterinin değişmez bir parçası olduğunu varsaymaktan çok daha iyiydi. "Afiyet olsun Kasım Bey. Beğendirebildiysek ne mutlu!" "Beğenmek, ne kelime! Efsane! Efsane! Ayrıca beni çok üzüyorsun Hatice Sultan!" dedi Kasım küskün bir yüz ifadesiyle. "Bey, ne demek? 'Kasım', sadece 'Kasım'!" Hatice Hanım'ın suratına yayılan keyifli gülümseyiş, ister istemez bir benzerinin de Hakan'ın suratında belirmesine neden oldu. Aslında an itibariyle davranışlarını ya da konuşmalarını kendi beyninden ziyade başkalarının davranışları ya da konuşmaları belirliyor gibiydi. Onlar gülerse gülüyor, susarsa susuyor, konuşursa dinliyordu. Ya da... Bir şeyleri düşünüp yorumlamaktan öylesine uzak, dinlemeye çalışıyordu. Yine de, bir parça olsun, kafasının hala çalışan bir bölümü kalmış olmalıydı ki en azından ne durumda olduğunu biliyor, bunun için de Allah'a şükrediyordu: Muhakeme yeteneği, puslu bir karanlığın altında kaybolmaya yüz tutmuştu. "Madem öyle istiyorsun, 'Kasım' o zaman." diyen Hatice Hanım'a bir kez daha baktı ve yine gülümsedi çünkü Hatice Hanım da yine gülümsüyordu. Bir taraftan da kendi yüzündeki gülümsemenin az sonra yere yapışacak bir sarhoşunkine benzemediğini ümit etmekten başka elinden bir şey gelmemesinin ne kadar zavallıca olduğunu düşünüyordu. Kapanmaya meyleden gözlerini birkaç kez kırpıştırdı ve dikkatini yeniden Hatice Hanım'a vermeye çalıştı. Bir şeylere odaklanmazsa birkaç saniye geçmeden oturduğu yerden bir çeşit horlama sesi yükseleceğinden emindi. Hatice Hanım'ı daha önce bir kez görmüştü ve o zaman kadına çok da dikkatli baktığı söylenemezdi ama yine de zihninde ona dair birkaç hatıra kalmıştı. Tıpkı şimdi olduğu gibi o zaman da etine dolgun bedeni, bu sefer ev rahatlığıyla ense kökünden bağlamayı tercih ettiği baş örtüsü ve kolundaki birkaç bilezikle Hakan'da geleneksel bir kadın izlenimi uyandırmıştı ki Hakan, tıpkı şimdi olduğu gibi o zaman da Münir Bey gibi bir adamı böyle bir izlenimin etkileyeceğine bir an olsun inanmamıştı. Münir Bey'i etkileyenin son bir saattir ev sahipliğinin kusursuz örneğini sergileyen Hatice Hanım'ın karakteristik özellikleri olduğundan neredeyse emindi. Kadının anaç görüntüsünden uzak sivri dilinden, kızını ve torununu mutlak biçimde yönlendiren güçlü otoritesinden ve evin girişinden şu anda salonda oturdukları masaya kadar yansıyan tertip-düzeninden etkilenmemek mümkün değildi. Hakan, suratında aptalca olduğundan emin olduğu gülümsemeyi bir türlü silmeyi başaramayarak, Münir Bey'in şu anda bu masada olmamasının onun adına bir talihsizlik olduğuna karar verdi çünkü masa, mükemmeldi. Su böreğine fazlasıyla tav olan Kasım, "Çok acıkmışsınızdır!" denilerek hemen buyur edildikleri masada böreğin yanında zeytinyağlı sarma, etli pilav ve Gavurdağı salatasını görünce mest olmuş; kendini kaybederek, "Vay ana..." diye başladığı cümlesini, özür dileyen bakışlarını Hatice Hanım'a çevirerek, "Vay canına!" biçiminde düzeltmişti. "Enfes görünüyor! Sultanlara layık bir sofra!" "Naci dedem de ilk kez yemeğe geldiğinde aynısını söylemişti, zaten ondan sonra da anneanneme hep 'Sultan' dedi." diyen Mert'e, "İşte bunun altına imzamı atarım!" diyerek karşılık vermişti Kasım. Hakan; ilk olarak servis edilen analı kızlı çorbayı yerken, tıpkı Kasım gibi, "Vay anasını!" demek istemişti. Çorbayla arası iyi değildi ve mecbur kalmasa içmezdi ama utanmasa bu çorbadan bir kase daha istemekten çekinmeyecekti. Çok geçmeden tabağa değen kaşık, çatal seslerini ara ara bölen tatlı bir sohbet başlamıştı ve yemek faslı sona erdiğinde Hatice Hanım, çayın az sonra hazır olacağını söyleyerek onlara Hakan'ın oturmaya kıyamayacağı kadar temiz ve parlak görünen krem kasnaklı bordo koltukları göstermişti. Koltukların eskiyi hatırlatır oymalı işçiliğini görmemiş olsa Hakan onların yeni alındığına yemin edebilirdi. "Yok Hatice Sultan, böyle iyiyiz biz." demişti Kasım. "Masa başı sohbeti çok tatlı oluyor böyle." Hatice Hanım gülmüş ve "Madem öyle, rahatsız olmayacaksanız burada oturalım." demişti. Tabak çanak sesleri azalalı neredeyse on dakika olmuştu. Az önce Mert aynalı konsolun üzerine elektrikli bir semaver koymuş, o sırada Hatice Hanım da "Çayımız neredeyse hazır." demişti. Hakan, o çayın mutlaka tatlıyla ikram edileceğini düşünüyordu ve ne yazık ki midesinde bir parça bile yer kalmamıştı. Tıka basa doymuş, sandalyeye sırtını vermiş oturuyordu. İradesinin tamamını, masada devam eden sohbeti takip etmek için kullanıyordu. Karın tokluğuyla, fazlasıyla tokluğuyla, neredeyse iki günlük uykusuzluğun bir araya gelmesinden çıkan sonuç tam anlamıyla rezaletti: Hakan, kendini havada süzülüyormuş gibi hissediyordu. Aslında... Havada süzülen kafasıydı, bedeni daha çok külçe gibi olduğu yere yığılıp kalmaya hevesli görünüyordu. Aslında, yemek faslı sona ermek üzereyken, Kasım'a bir an önce kalkmaları için birkaç işaret yapmıştı ama o, birini bile anlamamıştı. En azından cep telefonu titreyip de Kasım'dan gelen mesajı görünceye kadar onun anlamadığını düşünmüştü. "Biraz sabret! Lokantada değiliz, hemen kalkamayız. Ayrıca kaşını, gözünü oynatmayı da kes!" Ona hak ettiği gibi bir karşılık vermediği gibi o karşılığı mesaj olarak da yazamamıştı. Anlaşılan o ki geri zekalı Kasım, gerçekten de iddia ettiği gibi iki işi aynı anda yapabiliyordu. Telefonunu hiç ortaya çıkarmadan mesaj atarak bunu ispatlamıştı çünkü o sırada ev sahibesi Hatice Hanım'la tatlı tatlı flört ediyordu. Hakan; bu şartlar altında değil iki işi aynı anda yapmak, sadece mesaj yazmayı bile başarabileceğinden emin değildi. Ayrıca böyle ortamlarda telefonunu kurcalayan insanları her zaman görgüsüz ve sinir bozucu bulurdu. "Kaldır o telefonu Mert!" Afallayarak Gonca'ya baktı. Aklından geçeni nasıl bilebilirdi? Geç algılayan beyni, Mert'in elindeki telefonu da geç fark etti, dolayısıyla Gonca'nın uyarısyla kendi düşünceleri arasında bir ilgi olmadığını da. "Yiğit mesaj atmış, ona bakıyordum." Çocuk, telefonu annesinin suratına doğru uzatıp, "Baksana anne, çok ciks görünmüyor mu?" diye sordu. Gonca, kafasını biraz geri çekip ekrana baktı ve başını iki yana salladı. "Hiç şansın yok!" "Neden ama?.. Hadi ama, anne ya! Bunda, bu kadar karşı çıkacak ne var anlamadım gitti!" "Anlasan zaten bu durumda olmazdık!" "Hakan abi, sence de iyi görünmüyor mu?" Hakan; masanın diğer tarafında, tam karşısında oturan Mert'in uzattığı telefona baktı. Birkaç kez gözünü kırpıştırdıktan sonra yine baktı. Mert yaşlarında uzun saçlı bir çocuktan başka bir şey göremedi. "Tam olarak..." diye başladı, kelimeleri yanlışlık yapmamak için tane tane telaffuz ederek. "Neye bakmam gerekiyor Mert?" "Küpelere baksana abi! Çok havalı değil mi?" Hakan, telefondaki çocuğun saç yığını arasında zar zor göze çarpan küpelere öylesine bir baktı ve kararsızca, "Hımm..." diye mırıldandı. "Yanlış adama soruyorsun Mert!" diyerek araya girdi Kasım. "Hakan erkeklerin küpe takmasından pek hoşlanmaz." Mert'in kaşları şaşkınlıkla havalandı ve aynı şaşkınlıkla Hakan'a baktı. "Gerçekten mi?" Hakan, çocuğun hayal kırıklığıyla sönen sesi karşısında yalan söylemek istedi ama normal şartlar altında bile yalan söylemeyi hiç beceremediği için hemen bundan vazgeçti. "Neden karşısınız Hakan Bey? Yani küpeye?" Gözlerini, Mert'in hemen yanında oturan ve bakmaktan kaçındığını kadına kaydırdı. Gonca'ya. Ona bir kez bakarsa; bu kafayla bakmaya devam edeceğinden, üstelik de suratındaki baygın gülüşle bir çeşit sapık gibi görüneceğinden korkuyordu. Sakin bir sesle, "Küpeye karşı değilim." diye yanıtladı Gonca'yı. "O zaman erkeklerin küpe takmasına, diye düzelteyim." Kapıdaki karşılama sırasında onun duş aldığını anlamıştı Hakan. Hafifçe pembeleşmiş yanakları bir yana; kısacık saçlarından ve teninden yükselen yumuşak, çok yumuşak şampuan kokusu burnuna dolmuştu ve Hakan, o kokuyu hala alabiliyordu. Ev rahatlığıyla şıklığı birleştiren siyah tayt ve erkek kesim, uzun beyaz gömlek; Gonca'nın ince, zarif bedenine çok yakışmıştı. Hakan o sırada, kapıda, ayakkabılarını çıkarırken kendinin de buna yakın bir sürü beyaz gömleği olduğunu düşünmüştü. Ona göre oldukça sıradanlardı ama bu akşamdan sonra onları bir kez daha sıradan olarak algılayabileceğinden kuşkuluydu. O gömleklerden birini bile Gonca'nın üzerinde nasıl duracağını düşünmeden giyemeyecek olması, şu an hayatında en son ihtiyacı olan şeylerden biriydi. Beyni, böyle bir düşünceye takılıp kalmadan da ona Gonca'yla ilgili kendini bir çeşit libido kurbanı ergen gibi hissettiren oyunlar oynayıp duruyordu. "Hakan Bey?.." Hakan'ın bakışları, Gonca'nın üzerinde abartılı sayılabilecek tek şey olan kulağındaki minik küpelerin yanında asılı duran kocaman altın halkalara kaydı. İyi ki de kaydı çünkü başka türlü Gonca'nın neden soru dolu bir biçimde seslenmiş olduğunu mümkün değil hatırlayamazdı. "Ben" dedi. "Küpenin kadınlara yakıştığını düşünüyorum." Beğeni dolu gözleri, Gonca'nın kulaklarından yüzüne kaydığında; kadının ne demek istediğini anlayarak kızardığını fark etti. Yine de Gonca başını öne eğmek yerine, "Yani yakışırsa erkekler de takabilir, mi demek istiyorsunuz?" diye sordu. "İşte bu!" diye düşündü Hakan, o kaçınmaya çalıştığı baygın gülüş dudaklarına iyice yayılırken. Kadının gerekirse kafa tutmaya hazır bu haline saatlerce bakabilirdi. Belki de Kasım haklıydı. Gonca'yı takıntı haline getirmiş olabilirdi. Kadına karşı duyguları, bugüne değin asla başına gelmemiş bir hızla ilerlemişti. Üstelik ne kadar ilerlediğinin Kasım'a heceleyerek, "Ben Gonca'yla evlenmek istiyorum." deyinceye kadar Hakan'ın kendi bile fark etmemişti. Aslında bu noktada korkması gerekirdi ya da ardına bakmadan kaçması ya da Gonca'yı daha iyi tanımaya çalışması ve belki de ona Hakan Alagöz'ü daha iyi tanıma fırsatı vermesi... Her zaman kendini olabildiğince "dürüst" bir adam olarak tanımlamaktan hoşlanan biri olarak Hakan, Gonca'ya kendini en doğru tanıtma biçiminin bu yanı olduğuna karar verdi: Dürüstçe kendini ortaya koymak. Bu yüzden, açıkça, "Gerçeği istiyorsanız... Erkeklerin küpe takmasından hoşlanmam Gonca Hanım." dedi. "Neden?" "İlle bir nedeni mi olması gerekiyor?" "Her şeyin bir nedeni vardır." "Sizin nedeniniz ne?" "Anlamadım?" Hakan; zihnini bir parça olsun açan konuşmaya odaklanmaya çalışarak, "Anladığım kadarıyla siz de Mert'in küpe takmasına karşı çıkıyorsunuz." dedi. Gonca güldü. "Doğru tespit. Burada önemli olan, Mert'in küpe takmasına karşı çıkıyor oluşum! Diğer erkekler beni ilgilendirmiyor." "Yani küpe takan bir erkekle evlenir misiniz?" Gonca çok hızlı ve çok net bir biçimde, "Hayır!" diye yanıt verdi. Hakan'ın yüzündeki gülümsemeye alaycı bir üstünlük bulaştı ve Gonca'nın, "Mesele küpe değil. Ben kimseyle evlenmem!" demesiyle de çabucak yok olup gitti. Dikkatli gözlerini kadınınkilere dikti ve orada tam bir dürüstlük gördü. Yan tarafta masanın altına doğru, güya bir şey almak için, eğilen Kasım'ın alaycı bir biçimde, "Hapı yuttun!" diye fısıldadığını duydu. O sırada kendi de "İşim gerçekten çok zor!" diye düşünmekle meşguldü. Ama Hakan, hayatı boyunca zorluklardan kaçan bir adam olmamıştı. Üstelik pek de sağlıklı çalışmayan zihni; bunu bir zorluktan ziyade, meydan okuma olarak algılamıştı. Öyle ya da böyle bu akşam, bu masa bir şeyleri anlamaya çalışmanın zamanı ve yeri değildi. Bu yüzden sadece, "O zaman Mert'e niçin karşı çıkıyorsunuz?" diye sormakla yetindi. "Tam olarak olgunlaşmadan bedeninin orasını burasını deldirmesine karşıyım." Kasım kıkırdadı. Hatice Hanım, "Gonca!" diye bağırdı. Mert de "Ben yeterince olgunum!" diyerek annesine itiraz etti. "Ayrıca diyelim ki değilim, yani olgun. Senin 'olgun' olduğuma inandığın yaşa gelince küpe takmaktan vazgeçersem ne olacak?" Gonca omzunu silkti. "Takmayacaksın." "Ne kadar da kolay! Merak ediyorum: Çocuklarının hayatı ve bedeni üzerinde hak sahibi olmak, siz ebeveynleri daha mı güçlü hissettiriyor?" Mert'in annesine yönelik suçlayıcı sözleri ve yükselen sesi; anneannesinin, "Mert!" diye feryat etmesine, oğlunun tavrından şaşıran Gonca'nın da gözlerinin kocaman olmasına neden oldu. Masaya çöken sessizlik, Hakan'ın sesli bir biçimde boğazını temizlemesiyle son buldu. Hakan, "Mert" diye seslendi çoğu çalışanına kullandığı, isteğini reddetmeyi imkansız kılacak ses tonuyla. "Rica etsem, bana lavabonun yerini gösterebilir misin?" Ateş saçan gözlerle annesine bakmaya devam eden Mert, bir anlık kararsızlığın ardından ayağa kalktı. Hakan, her ne kadar hala çok öfkeli gibi görünse de çocuğun şimdiden pişman olmaya başladığını çöken omuzlarından anlayabiliyordu. Onun için üzüldü. Yavaşça ayağa kalkarken Hatice Hanım'a baktı. "İzninizle..." "Estağfurullah!" Sandalyesini itti. Kapı sağında kalmasına rağmen uzun yolu seçerek sola, Kasım'ın tarafına, döndü ve o sırada eve girerken Hatice Hanım'ın uzattığı kalın tabanlı terliklerin tam da şu anda çok iyi bir amaca hizmet edeceğini düşünerek yüzünde memnuniyet dolu bir gülümseme belirdi. İlk adımına bütün ağırlığını verdi. "Ah!.." Kasım'ın feryadı üzerine şaşkınlıkla, "Ne oldu?" diye sordu. Arkadaşı homurdanır gibi bir ses çıkarınca da kulağını ona doğru eğerek, "Anlamadım?" dedi. Kasım bir kez daha, ama bu sefer daha açık bir biçimde homurdandı. "Ayağıma basıyorsun!" Hakan anlamamış gibi birkaç saniye daha Kasım'a baktı. Sonra gözlerini aşağıya indirdi. Şaşkınlıkla, "Ayağına basıyormuşum!" dedi. Kasım yine homurdandı. "Basmaya da devam ediyorsun!" "Ah!" dedi Hakan kasıtlı bir yavaşlıkla ayağını kaldırırken. "Kusura bakma. Keşke Hatice Hanım'ın verdiği terliği giymiş olsaydın o zaman bu kadar canın yanmazdı." Kasım'ın suratı öfkeden morarırken Hakan gülümseyerek Mert'in ardından odadan çıktı. Aslında derdi lavaboyu kullanmak değildi. Hem gerilen ortamı bir parça rahatlatmak hem de kendine gelmek için yüzüne su çarpmak istemişti. Lavabonun üstündeki aynaya bakarak yüzünü inceledi. Yorgun görünüyordu ama kesinlikle hissettiği kadar kötü görünmüyordu. Gözleri kısıldı ve aynaya daha da yaklaştı. Sonra kısılan gözleri büyüdü. Eli havalandı ve şakaklarından bir tel kopardı. Saç teline bakarken hissettiği gerçek bir şaşkınlıktı, belki de dehşet. Beyazdı! Bembeyaz! Yüzünü yeniden aynaya yaklaştırdı ve birkaç tane daha beyaz tel gördü. Gençleşmediğini biliyordu. Sonuçta bu beyazlama, şimdi değilse bile beş ya da on yıl içinde elbette başlayacaktı ama yine de bu, beyaz telleri gördüğü için kendini kötü hissetmesine engel olmamıştı. Geri çekilip aynadaki yansımasına, "Artık otuz altı yaşındasın oğlum." dedi. "Ya ne olacaktı?" Otuz altı yaşında, belki gerçekten de yaşlanmaya başlamıştı. Belki de bu yüzden iyi tanımadığı, aslında neredeyse hiç tanımadığı bir kadınla evlenmeyi düşünüyordu. Neden şimdi ya da neden Gonca, sorularına açık bir yanıt veremezdi ama düşünüyordu işte! Ve hayatta bazı şeylerin nedenleri ve sonuçları arasında güçlü ve mantıklı bir ilişki kurulamayacağını da biliyordu. Gonca güzel bir kadındı ama Hakan daha güzellerini görmemiş değildi. Başarılı bir kadındı, Hakan başarılı kadın görmemiş de değildi. Gülümsedi. Ama hayatına Gonca'nın, Kasım'ın bir eksiklikmiş gibi vurguladığı, saçları gibi kısacık saçı olan bir başka kadın girmemişti. Üstelik böylesi bir saçın bu kadar yakıştığı bir başka kadın da tanımamıştı. Başını iki yana salladı. Bir kadınla evlenme isteğini onun saçına ya da bu durumda kısacık saçına bağlamaya çalışıyorsa; bu isteği, belki bir kez daha sorgulaması gerektiğine karar verdi.
|
0% |