@majdafan
|
Hakan, lavabodan Kasım'a en fazla iki bardak çay içme hakkı tanımaya kararlı olarak çıktı. Kim ne derse desin -Hatice Hanım, Gonca, Mert ya da Kasım'ın ta kendisi hiç fark etmez- itiraz kabul etmeyecek ve bir an önce evine gidip mümkünse sekiz saatlik deliksiz bir uyku için kendini yatağa atıverecekti. Mert'in itiraz edeceğini sanmıyordu. Çocuk, muhtemelen, az önceki isyanıyla başa çıkmaya çalışmakla meşgul olacaktı. Gonca; annesinin teklifi iletildiği an Kasım'la onu evinde görmek istemediğini yeterince belli ettiği için Hakan, ondan gönülsüz bir itiraz dışında başka bir şey duymayacağından adı kadar emindi. Kasım'a gelince... O, sadece ufak bir ayrıntıydı ve ne diyeceğinin de zerre önemi yoktu. Sıkıntıyla iç çekerek erken kalkmalarına sorun çıkarabilecek tek kişinin Hatice Hanım olduğuna karar verdi. Hatice Hanım; daha kapıda onları karşılarken defalarca teşekkür etmiş, sonrasında da minnettarlığını o kadar çok dile getirmişti ki Hakan neredeyse kadının kızına göz koyduğu için kendini suçlu hisseder gibi olmuştu. Elbette Mert'i hastanede gördüğü anda aklından Gonca geçmemişti ve elbette sonrasında da Gonca'yı düşünerek hareketlerini şekillendirmemişti ama yine de kendini bir suçlu gibi hissetmekten alıkoyamamıştı. Birazdan, daha çay bardakları soğumadan, kalkarak Hatice Hanım'ı hayal kırıklığına uğrattığında; suçluluk hissi katlanarak artacaktı. Bunu biliyordu ve yine de bunu, elin sandalyesinde sızıp kalmaya yeğliyordu. Hakan, salonla lavabo arasındaki dört-beş metrelik mesafeyi yarılamıştı ki "İlahi Hatice Sultan!" diyen Kasım'ın kahkahası her yeri kapladı. Gözlerini devirirken yan tarafta, kapısı açık odada bir hareketlilik sezer gibi oldu ve dönüp baktığında "hareketlilik" olarak algıladığı şeyin içerideki kanepeye çökmüş gibi oturan Mert'in iki yana açtığı bacaklarının arasında sallandırdığı ellerini kütletme çabasından başka bir şey olmadığını gördü. Delikanlı, ne yazık ki bu konuda pek başarılı değildi; Hakan onun zorla kıvırdığı, büktüğü parmaklarından bir kez olsun "çıt" ya da "küt" gibi bir ses duymamıştı. Sıkıntıyla bir an olduğu yerde durdu. Hatta üzerine vazife olmayan işlere burnunu sokmaktan hoşlanmayan birine göre ciddi bir kararsızlık yaşadı. En sonunda çocuğu kendi haline bırakmaya karar vererek salona doğru bir adım attı, sonra bir adım daha, üçüncü adımda pes ederek Mert'in olduğu odaya döndü. Kapıyı tıklattığında, çocuk o kadar hızlı başını kaldırdı ki Hakan bir an için bu hareket yüzünden onun boynunu incitmiş olabileceğinden korktu. Mert, paldır küldür ayağa kalkarken bir taraftan da Hakan'dan özür diliyordu: "Kusura bakma Hakan abi! Seni bekleyecektim... Ben..." Hakan, "Nerede?" diye sordu. "Lavabonun önünde mi?" Başını sallayarak güldü. "Birçok yerde beklenmek isterim ama lavabonun önü onlardan biri değil. Gerçi bunu Savaş'a anlatmam pek mümkün olmuyor." "Görevini yapıyor." diyen Mert, az önce anneannesinin hazırladığı kocaman iki tabak ve ev yapımı meyve suyuyla dolu tepsiyi götürdüğü adamları düşünerek, "İkiz mi onlar?" diye sordu. "Yani Savaş ve Barış abi?" "Hı hım..." Mert güldü. "İsimleri gerçekten çok komik. Savaş ve Barış. Yani ikiz çocukların olacak ve sen..." Başını iki yana salladı. "Bu anne, babaları hiç anlamıyorum!" Çocuğun cümlesinin sonunda solan sesi karşısında Hakan üzüldü. Burada ablaları olsaydı, Gülderen ve Nesrin, onu nasıl teselli edeceklerini bilirlerdi. Oysa Hakan'ın Mert'i yeniden güldürmek ve böyle şeylerin olabileceğine onu inandırmak için tek yapabildiği odanın içinde yardım arar gibi gözlerini gezdirmek oldu. Karşılarındaki duvara oturdukları kanepeye paralel bir yatak dayanmış, onun ayak ucuna da ufak bir kitaplık konulmuştu. Hakan, camın önündeki genişçe çalışma masasına bakarak, "Burası senin odan sanırım Mert?.." dedi, soru sorar gibi. Çocuk başını salladı. "Evet, benim." "Güzelmiş." "Neden her şey sorun olmak zorunda? Yani neden sürekli bir şeyler için izin almak ve çoğunlukla da reddedilmek zorundayım?" Hakan, çocuğun isyanı karşısında bocaladı. Dürüstçe, "Bilemiyorum." dedi ona. "Sadece ben de hemen hemen senin yaşlarındayken dünyanın tamamen aleyhime olduğunu hissettiğim bir dönem yaşamıştım. Özellikle de annemin. Her şeyime karışıyordu ve en kötüsü de hiçbir şeye izin vermiyordu. Eve giriş-çıkış saatlerim hep belliydi. Gece yatısına bir arkadaşta kalma iznim asla yoktu." Hatırladıklarıyla gülümsedi. "Hatta bir keresinde bir piknik planı yapmıştık sınıfla, ben de başkanım. Her şeyi organize ettim. Paraları topladım; etleri aldım; kola, çerez, ip... Aklına bir piknikte lazım olabilecek ne geliyorsa aldım." Hakan'ın o günleri hatırlayarak yaşadığı suskunluğu, yanına oturan Mert, "Ee.. Sonra?" diyerek böldü. Hakan, Mert'e birkaç saniye baktı ve "Gidemedim." dedi. Mert'in gözleri kocaman oldu. "Gerçekten mi?" "Gerçekten." "Neden?" "Sabah kalktım ve annem gidemeyeceğimi çünkü gittiğimiz yerde göl olduğunu söyledi." "Yüzme bilmiyor muydun?" Hakan ufak bir kahkaha attı. "Babamın bana ilk öğrettiği şeylerden biri yüzmeydi. O yüzden iyi bir yüzücüydüm." "E, o zaman neden öyle bir şey söyledi annen?" Hakan omzunu silkti. "Bilmiyorum. Sanırım gerçekten göle düşebileceğimden ve boğulabileceğimden ve daha birçok şeyden endişe ediyordu." Mert, "Ne oldu peki?" diye sordu. "Bir şey olmadı. Dediğim gibi, gidemedim." "Yani öylece kabul mu ettin abi?" Hakan, kaşlarını kaldırarak, "Ne yapmalıydım Mert?" diye sordu. "Gitsem hem annemi kırmış olurdum hem de babam ciddi bir ceza verirdi." "Yani o da istemiyordu gitmeni?" Hakan başını sallayınca, "Neden ama?" diye sordu Mert. "Senin çok iyi yüzebildiğini en iyi o biliyormuştur." "Evet ama zaten babamın gerekçesi farklıydı: Daha önce orada yapılan okul piknikleri için ablalarıma izin vermediklerini, bana verirlerse bunun adaletsizce olacağını söylemişti." "İşte bu mantıklıymış." "Babam mantıklı ve adil bir adamdı." Hakan, "Sonradan, yani seneler sonra, aslında annemin de katı kuralları için sebebi olduğunu fark ettim." deyinceye kadar sessizce oturdular. "Bizim iyiliğimizi istiyordu, bundan kesinlikle eminim ama sorun şuydu ki o yaşta onun benim için istediği en iyi şeyle benim kendim için istediğim en iyi şey birbirinden inanılmaz derecede farklıydı ve çatışma da buradan doğuyordu." Yine sessizce oturdular ama bu seferki sessizliği Mert bozdu. "Yani diyorsun ki abi, 'Senin için en iyisini istiyor.'" Hakan, yandan Mert'e baktı. "Bence sen, bunu ben söylemeden önce de biliyordun çünkü benden daha zekisin." "Bu doğruysa, yani ben senden daha zekiysem, kesinlikle zekanın çok abartıldığını söyleyebilirim." "Neden?" "Çünkü bilmem, kızmama engel olmuyor." Hakan sırıttı. "Dediğim gibi benden zekisin." dedikten sonra da yüzündeki ifade ciddileşti. "Anne ve baba çok kıymetli. Ben bunu son iki yıldır hep bir şeyleri anlatmak isteyip de ilk başlarda telefona uzandığım, sonra sonra telefona uzanmadan önce hep bir çeşit kalp kırıklığıyla farkına vardığım babasız günlerim sayesinde anladım. İnsanın dayandığı; hep orada olan, orada olacağını bildiği bir şeyin artık orada olmadığını ve bir daha da asla olmayacağını bilmesi, dayandığı en önemli şeyin yok olması anlatılabilecek bir şey değil. Ciddi bir boşluk. Çoğunlukla da acıtıcı bir boşluk." Yüzünde acılı bir gülümsemeyle Mert'e dönen Hakan, "Açıkçası bu şekilde hissetmek ve daima da hissedeceğimi bilmek, senin yanında bir parça utanmama neden oluyor Mert." dedi. "Neden?" "Sen babanı tanımamışsın bile." "Ya abi, takma kafana!" dedi Mert. "Tanımadığım için varlığıyla yokluğu arasındaki farkı senin gibi hissedemem. Bu çok normal ama annem..." Çocuğun sesi duygulanarak kısıldığında, "İşte böyle Mert." dedi Hakan. "Hayat böyle bir şey. Yokluğunu düşünmeye dayanamadığımız insanlara bile kızarız, bağırırız, kapıyı çeker gideriz. Ve hepsi çok normal. İnsanız çünkü. Yeter ki bütün bunları alışkanlık haline getirmeyelim." "Allah korusun!" dedi Mert. "On dakikadır içim içimi yiyor. Sürekli böyle davranıp ardından da böyle vicdan azabı çekmeye dayanamam!" Hakan, uzanıp çocuğu ensesinden kavradı. Başını ona doğru yaklaştırarak, "Ne dedim ben?" diye sordu. "Ne dedin abi?" "Sen benden akıllısın! Hem de çok akıllısın!" Mert; Hakan'a baktı, baktı ve suratında kocaman bir gülümseme belirdi. "İnşallah haklısındır! Bu durumda ben de eczacı olabilirim." Hakan, Mert'in ensesindeki elinin baskısını arttırarak, "Hem de benden çok daha iyisini olursun!" dedi. Mert'in kıkırtısı kapı tarafından gelen sesle yarım kaldı. Mert'le Hakan aynı anda toparlanarak bir elini kapı pervasızına dayamış, sessizce onları izleyen Gonca'ya döndüler. Kadının gözleri olduğundan daha parlak görünüyordu. Sanki bir parça nemlenmiş gibi. Hakan, onun Mert'le konuştuklarının bir kısmını duyduğunu tahmin etti. Boğazını temizleyen Gonca, "Çay servisi başladı. Geliyor musunuz?" diye sordu. Soru ortaya sorulsa da Gonca'nın gözleri oğlunun üzerindeydi. Mert; affedilmeyi bekleyen minik bir köpek yavrusu kadar sevimli bakışlarını annesine dikerek, "Geliyoruz anne." diye cevap verdi. Hakan ve Mert, aynı anda ayağa kalktılar ve daha bir adım atamadan Hakan'ın telefonu çaldı. Ekrandaki ismi görünce, "İzninizle, bunu açmam lazım." dedi. Gonca, "Rahatınıza bakın." diyerek Mert'le dışarı çıktı ve o sırada adamın akıcı bir İngilizceyle konuşmaya başladığını duydu. Bir taraftan da "İnsanın istemediği ot burnunun dibinde bitermiş." diye düşünüyordu. Hakan Alagöz'den kaçınmaya çalıştıkça, tüm yolları Hakan Alagöz'e çıkıyor gibi görünüyordu. Nankör bir insan değildi, hiçbir zaman da olmamıştı. Bugün eğer o olmasa Mert'in hastanede yaşayacağı kafa karışıklığı ve mutsuzluğu, Esme'nin ameliyat sürecini ve sonrasını düşünmek bile istemiyordu. Her şey Hakan Alagöz sayesinde hızlanmış ve yoluna girmişti. Yetmemiş, Mert'in durumunu olabildiğince alıştıra alıştıra Gonca'ya anlatmak için elinden geleni yapmıştı. Adamın beceriksizliğini hatırlayan Gonca gülümsedi ve yüzündeki gülümseme kendi tepkisini hatırlayınca uçup gitti. Dün Hakan Alagöz'ün odasına bir varsayımla gitmişti ama o varsayımın yanlış olduğu kısa sürede anlaşılmıştı. Gonca; patronunun -o zaman nedenini bilmediği- yorgun suratı ve bir günü aşan sakal tıraşını biraz geç fark etmişti. Sonrasında Hakan Alagöz gibi kendinden emin bir adamdan asla beklemeyeceği -sanki bir şey saklar gibi- kesik, kararsız ve tuhaf konuşmayla adamın bu dağınık halini birleştirip Mert'e bir şey olduğuyla ilgili hiç de yaratıcı olmayan bir senaryo üretmek Gonca için hiç zor olmamıştı. Aslında bunun için çabalamamıştı bile. Aklına öylece gelivermiş ve en olmayacak adamın kollarına yığılıvermişti. Bu, hayatında utanmadan hatırlayabileceği bir an değildi. Hakan Alagöz'ün onu tutması, sonra sarılması, sandalyeye oturmasına yardımcı olduktan sonra bile yine teskin edilemediğinde bir kez daha sarılması, yetmediğinde saçlarını okşaması... "Üzgünüm anne!" Gonca, hayatta en sevdiği varlığa dönüp baktı ve "Bana kızmanı anlıyorum." dedi. "Ve sana, 'Senin de çocuğun olursa ne demek istediğimi anlarsın.' gibi bir şey de söylemeyeceğim. Sadece... Lütfen... Kızdığında, çekip gitme. Konuş! İncitse bile konuş! Gitme!" Gözleri dolu dolu olan Mert, "Anne!" dedi titrek bir sesle annesine sarılırken. "Bir yere gittiğim yok! Sadece Hakan abiye lavaboyu gösterdim." "Biliyorum." dedi Gonca oğlunun şimdiden yapılı bir erkek olacağını hissettiren göğsüne yaslanırken. "Ama bazen bilmek yetmiyor!" Mert, annesinin başının üstüne bir öpücük kondurdu. "Hadi ama! Hakan abi bizi burada böyle ağlak ağlak bulmasın. Hele anneannem hiç bulmasın! Sonra o da bize katılır, Allah korusun, etraf sel suya gider." Gonca gülerek oğlundan ayrıldı. Bu, Mert'in teselli etme biçimiydi işte. İnsanları güldürmek, mutlu etmeye çalışmak. Gonca, Mert dışında bir erkek tarafından teselli edilmeye alışkın değildi. Babasını kaybedeli, Onur'u kaybedeli yıllar ve yıllar geçmişti. Sağlam ve güçlü bir göğse baş dayamanın insanı nasıl da sakinleştiren, nasıl da güç veren bir yanı olduğunu çoktan unutmuştu ve Hakan Alagöz masada, "Küpe takan bir erkekle evlenir misiniz?" diye sorduğunda çabucak, hatta hiç düşünmeden, "Hayır!" cevabını vermişti çünkü Gonca, bugün Darüşşifa'nın üst katındaki toplantı odasında başını Hakan Alagöz'ün göğsüne dayadığında ve o, sakin ve derinden gelen sesi eşliğinde başını okşadığında kendini her şeyin yolunda olduğuna, Mert'in iyi olduğuna kendini çok kolay inandırmıştı. Ve bu korkutucuydu. Hayatında eksik olan bir şey yoktu. Varsa bile; o eksikliği tamamlayıp yeniden kaybetmeye, o acı ve yoksunluğu yeniden yaşamaya niyeti yoktu. Hakan Alagöz'le hemen hemen on gün önce onun odasındaki görüşmelerinde hissettiği elektriği reddetmek çok kolaydı, eğer adam bugün toplantı odasındaki gibi ona bakmasaydı ya da az önce masada olduğu gibi beğeni dolu gözlerini üzerinde gezdirmeseydi daha da kolay olacaktı. Bir parça zorluk varsa sebebi, Gonca'nın o bakışlardan gerçekten ama gerçekten hoşlanıyor oluşuydu. Başını dikleştirerek, "Bununla başa çıkabilirim." diye düşündü ve sanki zihni ona karşı çıkar gibi gözlerinin önüne Mert'i ensesinden kavrayarak şakalaşan adamı getirdi. Onunla başa çıkabilir miydi? Mert'le şakalaşan, ona kendinden bir şeyler katarak yol göstermeye çalışan adamla başa çıkabilir miydi? İşin kötüsü, adamın tavırlarındaki samimiyetti. Gonca, onun samimiyetinden hiç kuşkulanmıyordu. Sadece adamı iyi tanımadığı için bu tavrının devamlı olup olmayacağını bilmiyordu. Hakan Alagöz, iyi niyetli olsa bile, meşgul bir adamdı ve öncelikleri farklıydı. Mert'in bu gerçeği unutması ya da Hakan Alagöz'ün farklı bir tavır takınması, oğlunun kalbini kırabilirdi ve Gonca, onun böyle bir şey yüzünden kırılmasını asla istemezdi. Mert, sıcak bir çocuk olmasına rağmen özel alanına birilerini yaklaştırma konusunda son derece dikkatliydi. Hatta Gonca'ya göre bu konuda kesin ve sınırsız izin verdiği tek kişi, ısrarlı bir kararlılıkla hayatlarına girmeyi başaran Naci Selim'di. Zihni bir kez daha oyun oynayıp bu sefer de hastanede Mert'in Hakan Alagöz'e sarılarak sırtına sevinçle vurduğu anları hatırlamasına neden oldu. Ancak teklifsiz yakınlığa sahip olan erkekler böyle davranabilirdi: arkadaş gibi, abi- kardeş gibi, baba- oğul... Bu sonuncusunu bir saniye düşünmek bile o kadar kabul edilemez geldi ki, Gonca, "Hayır!" dedi. "Hayır!" "Gonca!" Gonca, rüyadan uyanır gibi olduğu yerde zıpladı ve şaşkınlıkla ona bağıran annesine baktı. Anlaşılan daldığı düşüncelere rağmen ayakları otomatik pilota bağlanmış gibi onu misafir salonuna getirmişti. "Ne demek, hayır?" Gözlerini kırpıştırarak başını iki yana sallayan Gonca, "Sana demedim, anne." diye karşılık verdi Hatice Hanım'a. "Sadece kafam biraz karışık da kendi kendime konuşuyordum." "Annenize 'hayır' dediğiniz için üzülmenize gerek yok Gonca Hanım çünkü 'hayır' dediğiniz kişi anneniz değil, benim." Gonca, Kasım'ın sırıtkan yüz ifadesini sert bir tokatla parçalayıp yok etmek istedi. Bu adam, hep mi bu kadar şakacı ve neşeliydi yoksa rol mü yapıyordu doğrusu anlamamıştı. Anladığı tek şey, çok yakın arkadaş olarak tanıtıldığı ve her ikisinin konuşma ve davranışlarına bakıldığında da bunun doğru olduğunun görüldüğü Hakan Alagöz'le karakter olarak pek benzemedikleriydi. Hakan ciddiydi. Gonca, düşüncelerinde bile, "Hakan Alagöz" diye düzeltti kendini, hatta "Hakan Bey" diye de bastırdı. Hakan Bey ciddiydi ve bu Kasım... Ciddiyetsizdi ve bu ciddiyetsizlikle Naci Selim gibi birinin avukatlığını yapabiliyordu. "Nasıl?" diye düşündü Gonca. Belki de son bir saattir Hatice Hanım'la utanmadan flört eden bu adam, mahkeme salonlarının en ciddi avukatıydı. Böyle bir şeyi birkaç saattir tanıdığı adamla hiç uyuşturamadığında, "I-ıh!" diye düşündü. "Mümkün değil!" Beyninin onun karşısında komik duruma düştüğü şu anda bile çalışma hızından hiç hoşlanmayan Gonca; adama, "O zaman, bana bir şey sormuş olduğunuzu varsayıyorum Kasım Bey." "Kasım." diye onu düzelten adam, "Ve ayrıca bir bardak çay rica etmiştim." dedi ve keyifle ekledi: "Siz de 'Hayır' dediniz." Hatice Hanım, adamın elini şefkatle okşayarak, "Sen Gonca'nın kusuruna bakma Kasım." dedi. "Onun kafası sürekli uğraşıp durduğu o minik yavrucaklarda." Kasım, "Onkologsunuz, öyle değil mi?" diye sordu konsolun üzerine kurulu elektrikli semaverden dolduğu çayı önüne koyan Gonca'ya. "Evet. Çocuk onkoloğu." "Ben bu onkolojide ve şimdi aklıma gelmeyen birkaç alanda da yetişkin ve çocuk farkını hiç anlayamıyorum." dedi Kasım. "Yetişkin ve çocuk farkını anlayabiliyorsanız sorun yok." "Gonca!" Kasım sırıttı ve "Üzülme Hatice Sultan." dedi. "Sanırım Gonca Hanım bu farkla orantılı olarak alan farklılıklarının ortaya çıktığını anlatmaya çalışıyor." O sırada tatlısını bitirmek üzere olan Mert, "Annem bu soruyu soranlara gıcık olur Kasım abi." diyerek araya girdi. Kasım'ın sırıtışı genişledi. "İyi ki söyledin Mert! Yoksa hiç anlayamazdım." İçinden kendine sabır dileyerek ayağa kalkan Gonca, "Ben Hakan Bey'e bir bakayım." dedi. "Dikkatli bakın." Gonca, kapıda "pat" diye durup omzunun üstünden Kasım'a sert bir bakış attı. "Efendim?" "Pardon, dilim sürçtü. Dikkat edin, demek istemiştim. Uykusuzluk ve yorgunluktan kafasını bir yerlere vurmasın." Gonca, bir an olsun ona inanmasa da arkasını dönüp odadan çıktı ve Kasım, "Bundan çekeceğin var Hakan!" diye düşünerek içten içe güldü. "Biraz daha tatlı al!" diyen Hatice Hanım'a hayranlıkla bakarak, "Alayım." dedi. Bu, ne becerikli bir kadındı! Kasım'ın annesi de becerikliydi ama Hatice Hanım... O bir efsaneydi. Coşkuyla, "Gel, sana bir lokanta açalım Hatice Sultan!" dedi. Hatice Hanım; ondan beklenmeyen, utangaçça sayılabilecek bir tavırla, "Münir Bey de aynısını söyleyip duruyor." dedi ve o sırada çayını yudumlamakta olan Kasım'ın şaşkınlıkla aynı anda hem çay içip hem de nefes almasına neden oldu. Kasım birdenbire öksürmeye başlayınca, "Ne oldu Kasım?" diye sordu Hatice Hanım. Telaşla ayağa kalkarken, "Mert! Çabuk su ver!" dedi. Kenardaki sürahiden doldurduğu bardağı Kasım'a uzatan Mert, "Al abi." dedi. Kasım, hem Mert'i hem de Hatice Hanım'ı şaşırtarak suyun tamamını bir seferde kafasına diktikten sonra birkaç kez daha öksürdü ve sakin olmaya çalışarak, "Bu Münir Bey'in..." diye başladı. "Münir Saygılı olma ihtimali ne kadar Hatice Sultan?" "Evet, kendisi." diyen kadının yanakları bir parça pembeleşti. "Ulan Hakan!" diye düşündü Kasım. "Senin leşini sereceğim!" "Bir sorun mu vardı?" "Ne sorunu olacak Hatice Sultan? Münir abiyi çok severim. Hakan'ın ve Alagöz'ün avukatlarından biri olarak kendisini son birkaç aydır yakından tanıma fırsatı buldum. Çok, çok iyi bir insandır." "Öyle mi?" diye soran kadın, "O zaman birazdan kendisinin burada olabileceğini duyduğuna memnun olursun." diye ekledi. Kasım'ın kaşları havalandı. "Gerçekten mi?" diye sorarken, Hatice Hanım'ın yanaklarının yeniden kızardığının çok iyi farkındaydı. "Evet. Kızımın en yakın arkadaşı Nisan'la bir arkadaşını muayene etmek için gitmişlerdi, dönmek üzeredirler." Kasım, "Kalp cerrahı olan mı?" diye sorarken, "Sonunda meşhur aptal sarışınla tanışacağım." diye düşünüyordu. "Ta kendisi! Çok severim Nisan'ı." diyen Hatice Hanım güldü. "Ama sakın o duymasın, biraz şımarıktır. Ben de onu şımartmaya bayılıyorum!" Kasım'a göz kırptı. "Tabii çaktırmadan!" Kasım, Hatice Hanım'ın bir parça eli maşalı tarzının birini şımartmaya ne kadar elverişli olabileceğini doğrusu pek hayal edemiyordu. Gerçi... Mert'i açık açık şımartıyordu ama Kasım Mert'in sayılamayacağına karar verdi. Torun kontenjanının diğerlerine bin bastığını kendi ailesinden de biliyordu. "Mert'le konuştuktan hemen sonra Nisan arayınca, ona her şeyi anlattım. Mert'in iyi olduğunu biliyor ama eminim kendi gözüyle görmek isteyecektir. Kendi yeğeni olsaydı ki asla olamaz..." "Kasım Bey..." Kasım; konuşmayı tam da ilgi çekici yerinde bölen kadına, "Efendim Gonca Hanım?" diye karşılık verdi. "Biraz gelebilir misiniz?" "Elbette" diyen Kasım, Hatice Hanım'ın kızına doğru attığı meraklı ve şaşkın bakışların arasında ayağa kalktı. Kapıya doğru birkaç adım atmıştı ki zil çaldı. "Ah, geldiler!" dedi Hatice Hanım. "Kapıya ben bakarım!" Kasım, kadının heyecanına sebep olan konuğun adı Nisan olan kadın olduğunu hiç sanmıyordu. "Hatice Hanım ve Münir Bey mi?" diye düşündü. Sonra içten içe güldü. Dünya gerçekten tuhaf bir yerdi. Gonca, onu küçük bir odaya götürürken Hatice Hanım da kapıya seğirtti. Kasım, odanın kapısında "pat" diye duruverdi. Hakan; kanepeye uzanmış, telefon kulağından yana doğru kaymış vaziyette uyuyakalmıştı. Gonca, yüzünde medet umar bir ifadeyle Kasım'a bakarak, "Geldiğimde uyumuştu. Seslendim falan ama..." dedi. Gonca, ellerini iki yana açtığı sırada; Hatice Hanım'ın misafirleri karşılayan sesine, birkaç haftadır Kasım'ın aklından hiç çıkmayan bir başka ses karışıyordu. "Yok artık!" diye düşündü Kasım. "Dünya bu kadar küçük olabilir mi?" "Ya, Nisan Teyze! Nefes alamıyorum!" "Sorun değil tavşanım. Ben seni sapasağlam gördüğüm için artık rahat nefes alıyorum ya, o yeter!" Kasım, "Gizemli 'N' ortaya çıktı." diye düşündü. "Üstelik de kalp cerrahı olarak." Münir Bey'in, "İyi misin oğlum?" diye yükselen gür sesine, Mert sakin bir biçimde, "İyiyim, münir Dede." diye karşılık verdi ve Kasım, içinden bir kez daha Hakan'ı öldürmeyi düşündü. Bakışları arkadaşının sakin bir biçimde yükselip alçalan göğsünün üzerinde dolaştı. "Ne yapalım Kasım Bey?" "Bence dokunmayalım. Uykusunu bölersek, bir daha asla uyuyamaz." dedi Kasım açıkça yalan söyleyerek ve bundan biraz bile pişman olmayarak. Ne de olsa Gonca, Hakan'ın uykusunu bölen telefona hiç uyumamış gibi cevap verebildiğini ve hemen ardından sanki kumandayla durdurulmuş da sonra yeniden düğmeye basılarak oynatılmaya başlanmış bir film gibi uykusuna kaldığı yerden devam edebildiğini bilemezdi. Öğrenme ihtimali de şu anda Kasım'ın hiç ama hiç umurunda değildi. "Yani burada mı uyusun?" Gözleri kocaman olmuş ona bakan kadına, "Sizce bir sakıncası var mı?" diye sordu. İleri doğru birkaç adım atarak, "Hemen kaldırıyorum o zaman!" dedi. Blöfünü yutan kadın, "Durun!" diye itiraz etti. "Bırakın! Bırakın uyusun." Kadının derin bir uykuya dalmış görünen Hakan'ın üzerinde dolanan bakışları, Kasım'a doğru kararı verdiğini düşündürdü ve içinden, "Al sana fırsat Hakan!" dedi. "Umarım rezilce boşa harcamazsın." "Bir battaniye getireyim." diyerek kapıya yönelen Gonca, "Gonca, kızım, geçmiş olsun!" diyen Münir Bey'in kollarına düşüvermişti. "Kızım, mı?" diye düşündü Kasım. "Kızım!" Bu adamı temsil etmesine az bir şey kalmıştı. Hatta Kasım'a göre Münir Bey birkaç gün içinde vekaletini Kasım'a verecekti ve Kasım bu hakkı, Hakan adamın "kızım" diye seslendiği birine göz koyduğu için kaybedecekti. Bakışları arkadaşına kaydı. Hem onun hem de kendi iyiliği için Hakan'ın her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmamasını diledi. "Teşekkür ederim Münir Bey." "Anladığım kadarıyla kızın durumu da iyiymiş. Bölüm başkanıyla görüştüm, her şey yolundaymış." "Çok teşekkür ederim Münir Bey." "Bey değil, Gonca! Abi! Abi!" diyen adamın bakışları Kasım'ı görünce büyüdü. "Kasım?.. Sen burada ne arıyorsun?" "Ben davet ettim. Hakan Bey'le Kasım, bugün Mert'e göz kulak oldular." Hatice Hanım'ı keyifle dinleyen Kasım, "Hadi bir şey söyle de dinleyelim, Münir abi!" diye içinden alay etti ve adam bir şey söyledi: "O zaman hem sen hem de Hakan Bey çok şanslısınız Kasım. Hatice Hanım'ın davetlilerini nasıl ağırladığını bildiğim için söylüyorum." "Estağfurullah Münir Bey!" "Bu konuda alçakgönüllük yapmanıza gerek yok Hatice Hanım! Gerçi hiçbir konuda yok, o da ayrı." Mert; kapıdan başını uzatarak, "Alçakgönüllülüğe gerçekten de gerek yok anneanne!" dedi ve ciddi sesiyle çelişen alaycı gözlerini arkada kaldığı için onu göremeyen Münir Bey'le Hatice Hanım'ın üzerinde gezdirdi. Sonra da Kasım'a baktı. Kasım kahkaha atmamak için kendini zor tuttu. Bu velet, gerçekten harika bir çocuktu. "Hakan Bey nerede? Yoksa hala yemek mi yiyor?" Kasım, bir parça çekilerek herkesin arkadaşını görmesine fırsat vardı. Münir Bey'in ağzı şaşkınlıkla açıldı; Mert, "Uyumuş." dedi ve Hatice Sultan, "Canım benim!.." diye inledi. "Tabii o kadar yorgun olunca." Kapıdan, "Kim yorgunmuş?" diye yükselen sese ani bir tepki vermemek için Kasım'ın kendini tutması gerekti. "İki dakika el yıkamaya gidiyorum, hemen bir mevzu dönüyor ve..." Kadın susunca, onun suskunluğunun nedenini yanlış Hatice Hanım, "Neredeyse iki gündür uyumuyormuş. Bırakalım da dinlensin." dedi. Sonra da gözlerini Kasım'a çevirdi. "Tabii eğer sorun olmayacaksa." Neredeyse otuz saniyedir kapıdaki sarışının bakışlarının farkında değilmiş gibi davranan Kasım, "Aksine çok iyi olur." dedi. "Gerçekten dinlenmeye ihtiyacı var." Grup olarak odanın dışına çıktıklarında Hatice Hanım Kasım'ın kolunu tutarak, "Seni Nisan'la tanıştırayım." dedi. "Az önce bahsetmiştim ya. Gonca'nın en iyi arkadaşı." Kasım elini uzattı. Sarışın, "Ama biz tanışıyoruz zaten." dedi. "Yok artık!" diye düşündü Kasım. "Yüzsüzlüğün de bu kadarı!" Düşüncelerinden bağımsız, "Pardon" dedi. "Ben hatırlayamadım. Ne zaman tanışmıştık?" Kadının yeşil gözleri defalarca kırpıştı. "Nasıl hatırlayamadınız?" "Nisan teyzem hatırlanmamaya pek alışık değildir de!" diyen Mert sırıtıyordu. Annesinden, "Mert!" diye yüksek sesli bir uyarı yese de geri çekilmedi: "Ama doğru!.." Kasım; gözlerini kadının yüzünden hiç ayırmadan, "Teyzen haklı Mert." dedi. "Kendisi unutulacak bir kadın değil. Bu yüzden tanışmadığımıza eminim." "Ben de tanıştığımıza eminim!" "Haspam!" diye düşündü Kasım. "Bu ne özgüven böyle!" "Nerede tanıştığımızı söylerseniz, belki hatırlarım." "Darüşşifa Merkez'deki asansörde." "Öyle mi? Asansörler dar alanlardır, orada tanışsak sizi mutlaka hatırlardım." Ortada imalı bir şeyler dönüp dönmediğini anlamaya çalışır gibi bakan sarışının, "Tanıştığımıza göre konuşmuşuzdur da..." diyerek üstüne gitti Kasım. "Belki ne konuştuğumuzu hatırlatırsanız..." "Be... Ben..." diye kekeledi sarışın. "Şey konuştuk... Şeyi..." "İşte böyle..." diye düşündü Kasım. "Adamı böyle yaparlar." "Ayrıca Nisan diye biriyle hiç tanışmadığıma şu yüzden de eminim çünkü benim adım Kasım." "Kasım mı?" Sarışın burnunu kıvırdı. "Hep aynı tarz!" "A- ah! Nisan! Kasım'ın adı gerçekten Kasım!" diyen Hatice Hanım'ı, "Evet, buna ben de kefilim." diyerek destekledi Münir Bey. Ama Kasım onların ne dediğine dikkat etmeden, "Aynı tarz, derken?" diye sordu. "Kimin tarzı?" "Erke..." diye başlayan sarışının kolunu hızla yakalayan Gonca, "Nisan'ın adını duyanların çoğu..." diye başladı. "Başka bir ay ismini kendi isimleri olarak söyleyerek espri yapmaya çalışırlar da." Kasım, Gonca'nın açıklamasını yutmuş gibi davranarak, "Ben öyle yapmazdım çünkü gerçekten adım Kasım." dedi sarışına bakarak. Sonra güldü ve Nisan'ın gözlerinin büyüdüğünü gördü. "Ama buradan bir espri konusu çıkarmış olmam lazım. Kasım olarak hayatımda ilk kez Nisan adında biriyle tanıştığıma dair." Nisan gözlerini devirince, "Anladım, komik bulmadınız ama gerçekten sizi hatırlamıyorum ya da adınızı." dedi. Çenesini kaşırken, "Acaba 'Nisan' dediğinize emin misiniz?" diye sordu. Ağzı hafiften açık, ne diyeceğini bilemez gibi duran Nisan'ın gözlerinin önünde Kasım, parmağını şaklattı. "Şimdi anladım!.. Kazım, iki üç haftadır Darüşşifa'da çalışan Ayşe N. Dönmez diye bir kadını arıyordu ve bir türlü bulamıyordu. Yo, bir dakika! En sonunda bulduğunu söyledi. Yerini tam hatırlamıyorum ama ya danışmada ya muhasebede. Sonra ne olmuş biliyor musunuz?" diye sordu herkese ve kıkırdadı. "Kadın, aradığı kadın değilmiş. Hatta kocası da güvenlikte mi ne çalışıyormuş. Kazım'ı elindeki çiçekleri karısına verirken görünce, neredeyse dövecekmiş." "Abi, bu hikaye süper!" dedi Mert. "Ka... Kazım mı?" diye sordu sarışın ve Gonca'nın endişeli gözleri Kasım'la Nisan arasında gidip geldi. "Evet, Kazım. İkizim." "İkiziniz mi?" Münir Bey, şaşkınlıkla, "İkizin mi var Kasım?" diye sordu. "Evet abi. Bizde genetik." "O da mı avukat?" "Evet abi." diyen Kasım, yeniden Nisan'a döndü. "Tanıştığımıza memnun oldum. Ayrıca merak etmeyin, Kazım'a da sizinle tanıştığımı söylerim. O "N"'nin neyi karşıladığını merak edip duruyordu." Kasım, Nisan'ın şaşkın bakışları altında Hatice Hanım'a seslendi. "Sultan. Her şey nefisti. Bu sofrayı hayatımın sonuna kadar hatırlayacağım." Ve sonra kadının elini öptü. "Sen yine gel, ben sana daha güzellerini hazırlarım. Ayrıca daha erken değil mi?" "Olsun, ben gideyim." diyen Kasım, Münir Bey'e döndü. "Abi görüşürüz." "Görüşürüz Kasım." "Gonca Hanım iyi akşamlar." "İyi akşamlar." Kasım ayakkabılarını giydikten sonra doğruldu ve "Mert!" dedi delikanlıya elini uzatarak. Mert elini uzattığında, çocuğu kendine doğru çekti ve ona sarıldı. Kulağına, "Uslu dur! Ve yarın kıza giderken elinde çiçek ve çikolata olsun." dedi ve kendinden memnun bir halde kapıdan çıkıp gitti.
|
0% |