@majdafan
|
Hakan, babasını tam da yanı başındaymış gibi hissetti: "Hakan!" Ve gözlerini açıverdi çünkü o çok sevdiği adamın sesinde, kalbinin atışını hızlandıran bir çağrı vardı. Soluk soluğa yatarken ne olduğunu ve hatta kim olduğunu bile anlayamadığı korkunç bir karmaşa yaşadı ki bu da kalp atışlarını daha da hızlandırdı. Sonrasında... Uykudan uyandığını fark etti. Üstelik terlemişti. Üzerindeki örtüyü teperek yere attı. Bir taraftan da neden bacaklarına uzun bir şey geçirmiş olabileceğini düşünüyordu çünkü yatarken en iyi ihtimalle şort giyerdi. Üstelik üstünde de bir... bir... Çenesini göğsüne doğru eğerek bakınca, hayretle gömleğiyle yatmış olduğunu fark etti. Sıkıntıyla yüzünü sıvazlarken, parmaklarının arasından, yattığı yerin tam karşısındaki masa lambasını görmesiyle apar topar doğrulması bir oldu. Onun odasında çalışma masası ve doğal olarak da masa lambası yoktu. Kendini doğrulduğu hızla geri bırakırken, "Ama Mert'in odasında var." diye düşündü. Boynunu iyice geriye atıp tavana bakarak derin derin nefes alıp inledi: "Off!.." Bu nasıl olabilmişti? Nasıl olup da Mert'in odasındaki kanepede uyuyabilmişti? Dün geceye dair hatırladığı son şey, Simon'ın sonsuz bir neşe ve gevezelikle karısından şikayet etmesiydi. Patricia'yla bebeğin ismi konusunda bir türlü anlaşamıyorlardı ve Simon, aklından geçen olası isimleri söylediğinde Hakan, "Zavallı Patricia!" düşünmüştü. Konuşma sırasında kanepeye oturduğunu hatırlıyordu. O ara uzanmış olabilir miydi ya da yaşlı bir adam gibi oturduğu yerde mi uyuyakalmıştı? İşte bunları hatırlamıyordu. Nasıl olup da yabancı birinin evinde uyuyabildiğini aklı bir türlü almıyordu. Öfkeyle içini çekip kolunu kaldırdı. Saat... Saat... "Allah kahretsin!" diye homurdandı. Saat on iki olmuştu ve Hakan, saatler ve saatler boyunca aralıksız uyumuştu. Oturup ayaklarını yere indirdi. Eğilip dirseklerini dizlerine dayadı, başını iki elinin arasına aldı, avurtlarını genişçe şişirerek nefesini verdi. Burada böyle manasızca oturmaya devam edemeyeceğini elbette biliyordu ama kalkıp da ev sahipleriyle yüzleşmeyi de hiç istemiyordu. Buna rağmen ayağa kalktı ve az önce üstünden iterek düşürdüğü örtüyü yerden alarak katlayıp kanepenin koluna bıraktı. O sırada da bunu üzerine Gonca'nın örtüp örtmediğini düşünmekle meşguldü. Eğer o örttüyse o sırada ne düşünmüştü acaba? Acaba ona bakarken sadece gördüğü doğru dürüst tanımadığı insanların evinde uyuyakalan bir aptal mıydı ya da... Yorgunluğuna yenik düşen başka çeşit bir aptal mı? Hakan, her ne kadar özgüveni yüksek bir insan olsa da uyku gibi en savunmasız olduğu alanlardan birinde etkilemek istediği ve belki de evlenmek istediği bir kadına karşı onun ne düşündüğünü önemsemeyecek kadar da özgüveni yüksek bir insan olmadığını o anda anladı. "Rezil oldun gitti!" diyerek kendine homurdandı. Gömleğini, en az onun kadar kırışmış pantolonunun içine güzelce soktuktan sonra nasıl göründüğünü anlamak için etrafa bakındı ama odanın Mert'e ait olduğunu hatırlayarak vazgeçti. Kendisinin de Mert'in yaşlarında aynayla pek işi olmazdı. Gözleri, ilginç birkaç kitaba takılınca kitaplığa yakından bakmak için yaklaştı ve dikkati üst raflarından birindeki fotoğrafı görünce dağıldı. Birbirlerinin omzuna ellerini atmış iki erkek, objektife büyük bir mutlulukla poz vermişlerdi. Genç olan, ki Mert'ten ancak bir-iki yaş büyük görünüyordu, sarışın ve çok uzun boyluydu. Neredeyse gözlerinin içi bile gülüyordu. O kadar neşeliydi! Yaşlı olan; kelleşmiş başı, geniş suratı ve hafif göbeğiyle en az yanındaki delikanlı kadar mutlu bir gülümsemeyle bakıyordu ve boyu ancak gencin omzuna geldiği için kolu daha çok yukarıdaki bir noktaya ulaşmaya çalışırken askıda kalmış gibi görünüyordu. "Kalkmışsınız!.." Sanki suç üstü yakalanmış gibi hemen kapının önünde dikilmekte olan Hatice Hanım'a dönen Hakan, "Bir, iki dakika oldu." dedi. Orada öylece duruşunun nedenini açıklamak ister gibi eliyle fotoğrafı göstererek, "Sadece bakıyordum." dedi. Hatice Hanım gülerek yaklaştı. "Bu benim de çok sevdiğim bir fotoğraf. Mert'in de tabii. Hem babası hem de dedesi aynı karede, birlikte." "Babası mı?" "Evet. Bu, ondan kalan son fotoğraf." Hakan, gerçekten de hatları Mert'i andıran delikanlıya bir kez daha ve bu sefer daha dikkatli baktı. Ne kadar genç görünüyordu ve ne kadar toy! Hatice Hanım, sanki onun düşüncelerini okumuş gibi, "Çok genç, öyle değil mi?" diye sordu. "Evet, çok genç." Kadın, yüzünde hüzünlü bir gülümsemeyle, "Onur, bu fotoğraf çekildikten bir gün sonra öldü." dedi. Hakan'ın gözleri büyüdü. "Nasıl?" Hatice Hanım, "Bir kaza." der demez, Hakan'ın gözlerinin önünde ellerini yüzüne kapatıp, "Allah'ım! Allah'ım! Mert! Mert!" diye hıçkıran Gonca beliriverdi. "Kaç yaşındaydı?" diye sordu Hatice Hanım'a. "Henüz on dokuzuna yeni girmişti. Yani aslında on sekiz sayılırdı." Hakan, tahmin ediyor olsa da, yine de kendini, "Aman Allah'ım!" demekten alamadı. "Ne kadar gençmiş!" "Öyleydi." "Peki Gonca?" diyen Hakan, Hatice Hanım'ın dikkatli bakışları arasında boğazını temizledi. "Yani Gonca Hanım kaç yaşındaydı? O zaman yani?" "On sekiz. Onur'la yaşıtlardı. Gonca, yedi ay kadar küçüktü sadece." "Çok genç anne olduğunu tahmin etmiştim ama bu kadar..." "Bu kadar genç olacağını tahmin etmemiş miydiniz?" diye soran Hatice Hanım, "Mert doğduğunda Gonca on dokuz yaşındaydı ve tıp fakültesindeki ilk yılını tamamlamıştı." diyerek devam etti. "Yani bebek beklerken aynı zamanda okudu mu?" "Ve yarı zamanlı olarak bir kitapçıda çalışmayı da başardı." diyen Hatice Hanım'ın sesi gurur doluydu. "Eşimden kalan maaş vardı; Gülsüm de babasından dolayı bir maaş alıyordu ama Gonca, bebek doğduktan sonra daha fazla para lazım olacağını düşünerek çalışmak istedi." "Gülsüm, dediğiniz Gonca'nın kayınvalidesi sanırım." Hakan, Gonca'dan bahsederken resmiyeti bir tarafa bıraktığını fark etmeden aklından geçeni soruvermişti. "Evet, öyle." diyen Hatice Hanım, "Tabii dün Naci Bey'le tanışınca öğrenmiş olmalısınız." dedi. Hakan, ona bu bilgiyi daha önceden Gonca'dan öğrendiğini söyleyemeden Hatice Hanım, "Naci Bey'i çok severim." dedi. "Geçen sene evlendiler. Çok şükür, çok da mutlular." "Sevindim." diyen Hakan yeniden fotoğrafa döndü. "Mert, dedesine pek benzemiyor gibi." Hatice Hanım güldü. "Kesinlikle benzemiyor. Daha çok babasına benzer. Babaannesine de tabii. Boyu posu falan." "Fotoğraf yanıltıcı olabilir ama Onur da babasına benzemiyor." Hatice Hanım ufak bir kahkaha attı. "O; Onur'un değil, Gonca'nın babası. Yani benim rahmetli eşim." "Ah, affedersiniz! Dede ve baba deyince..." "Doğal olarak onları baba-oğul gibi düşündünüz." Hatıralarla gözleri nemlenen Hatice Hanım, "Baba-oğul kadar da birbirlerini severlerdi." diye ekledi. Kaşları hafifçe çatılan Hakan, "Az önce Gonca Hanım'ın hamileyken çalışmasından bahsederken 'Eşimden kalan maaş' demiştiniz. Yanılmıyorum öyle değil mi?" dedi. "Evet?.." "Yani o zaman Mert'in babasıyla dedesinin, yani eşinizin ölümü arasında çok zaman geçmemiş gibi." Hatice Hanım, hızlı hızlı gözlerini sildi ve "Aslında..." dedi. "Her ikisi de aynı kazada öldüler Hakan Bey." Hakan, yaşadığı şok yüzünden açılan ağzını kapatamadan, "Tontoşum, neredesin?" diyen Nisan Yağmur, kapının girişinde belirivermişti. Sonra da Hakan'a şöyle bir bakıp, "Uyanmışsınız." dedi. Hakan, bu kadında hamam böceği görmüş gibi bir etki uyandırdığı için kendiyle gurur duydu. Ne de olsa, tanıştıklarında çektiği numara için az bir bedel sayılırdı. Nisan, Hatice Hanım'a bakar bakmaz, "Ağlamışsın!" diye haykırdı ve hemen suçlayıcı bakışlarını Hakan'ın üzerine dikti. "Ağlamadım!" dedi Hatice Hanım. "Sadece Hakan Bey'e Onur'la Rahmi'yi anlatıyordum." "Ah! Anladım." diyen Nisan'ın yüzü, yeniden neşeli ifadesine geri döndü. "Yalnız sana bir haberim var tontoşum, çay suyu mutfakta fokurdayıp duruyor." "Ee?.. Yani bir çay demleyemedin mi?" "Biliyorsun; mutfak benim değil, senin uzmanlık alanın Hatice Sultan." "Orasını cümle alem biliyor zaten! Çaydan bahsediyoruz burada. Demliğe biraz çay koyacaksın, üzerine de su. Bu kadar!" Nisan'ın yeşil gözleri kocaman oldu. "Hiç olur mu öyle şey sultanım? Yaptığın işi böyle küçümseme! Ne kadar çay koyacaksın, ne kadarı kokulu falan olacak? Sonra su?.." Nisan'ın çay demlememek için kırk dereden su getirmesini eğlenerek izleyen Hakan, Hatice Hanım'ın elini "kış kış" tarzında sallaması üzerine sırıtmaktan kendini alamadı. "Aman, uzak dur! Geçen demlediğin çay, zeytinyağından az halliceydi!" "Bak, demedim mi?" diyen Nisan saatine baktı ve "Benim çıkmam lazım!" dedi. "Bugün provam var!" "Acele et o zaman!" diyen Hatice Hanım, Hakan'a döndü. "Çay birazdan hazır olur. Gelin de bir şeyler atıştırın." "Zahmet olmasın?.." "Ne zahmeti!" diyen Hatice Hanım mutfağa doğru yöneldi. Nisan, sessizce onu izleyen patronuna baktı. "Bir şey mi var?" Hakan, onun doğuştan mı yoksa sonradan mı patavatsız olduğunu düşünürken sesini çıkarmayınca, Nisan eğilip kendi üstüne baktı ve hemen başını gururla ve kararlılıkla kaldırdı. "Bugün pazar ve izin günüm!" dedi. "Yani?" "İstediğim boy etek giyerim!" "Giyersiniz tabii." Adamın ses tonundaki bir şey, Nisan'ın sinirlerini zıplattı. "Aslında hastanede de istediğim boy etek giyerim!" "Giyersiniz tabii." "Anlamadım?" Hakan, çarpılmış gibi bir suratla ona bakan kadına, "Benimki sadece bir tavsiyeydi Nisan Hanım." diye bilgi verdi, içinden kıs kıs gülerken. Nisan'la uğraşmak inanılmaz eğlenceliydi. "Ben sadece, insanlar karşılarında umdukları gibi bir doktor bulurlarsa daha rahat ederler, diye düşünüyorum. Ayrıca sizin görünüşünüzde birinin..." Son derece imalı bir sesle, "Eminim nasıl göründüğünüzün gayet iyi farkındasınızdır." diye ekledi. "Bu kadar kısa etekler giymesi; size başvuran hastaların sorunları göz önüne alındığında, daha önce de dediğim gibi, yeni sorunlara yol açabilir." Başını iyice dikleştiren Nisan, "Şu ana kadar hiçbir soruna yol açmadı!" diye bildirdi. Hakan omzunu silkti. "Siz bilirsiniz. Sonuçta ben ahlak polisi değilim." "Ne demek istediniz, sorabilir miyim?" Hakan, ellerini beline koyan kadının dövüşmeye hazır bir Hint horozunu andırdığını düşündüğü an sırıttı. "Sadece etek boylarınızın beni ilgilendirmediğini." Elleri aşağı düşen Nisan, "Bu kadar mı?" diye sordu. "Bu kadar." "Pekala. O zaman ben..." diye cümlesine başlayan Nisan, bir an ne diyeceğini bilemezmiş gibi bekledikten sonra, eliyle kapıyı işaret etti. "Provaya gideyim." "Prova?.." "Belediye tiyatrosunda amatör olarak oynuyorum da." Kaşları havaya kalkan Hakan, "İlginç!" dedi. Nisan bir kez daha ellerini beline götürerek, "Ne demek istediniz?" diye sordu. Ellerini ceplerine sokan Hakan, dudaklarında alaycı bir gülümsemeyle, "Sanırım Gonca Hanım'la neden bu kadar iyi arkadaş olduğunuzu anlamaya başladım." dedi ve Nisan bir kez daha, "Ne demek istediniz?" diyemeden, "İkiniz de insanlara hep şüpheyle aslında daha çok da önyargıyla yaklaşıyorsunuz." diye ekledi. Sonra başını yana eğip kaşlarını sorar bir ifadeyle yukarı kaldırdı. "Ya da sadece bana? Netleştirmek adına, bir insan bir şeyi ilginç buluyorsa, ona 'ilginç' der." Ellerini iki yana açtı ve "Demek istediğim şey, bu kadardı." dedi. Nisan'ın suratı kızarırken Hakan bunu büyük bir keyifle izledi. Kadın, yine de bozulduğunu pek belli etmeden, "Madem öyle, ben çıkıyorum o zaman." deyince de onu takdir etti. Nisan, kapıya doğru birkaç adım atıp duruverince; onun bir çeşit kararsızlık yaşadığını anlayan Hakan, merakla beklemeye başladı ve bu bekleyiş çok kısa sürdü. Nisan olduğu yerde dönüp, "Arkadaşınız..." diye başladı ama devamını getirmedi. Hakan, dün gece o uyuduktan sonra ortada neler döndüğünü merak ederek, "Kasım mı?" diye sordu. "Evet." dedi Nisan ve sonra tedbirli bir sesle, "Geçenlerde ona çok benzeyen birini gördüm de." dedi. "İkizi mi var acaba?" Hakan; belki saatlerce uyumanın belki de saatlerce bir şey düşünmemenin getirdiği dinginlikle kafasında hiç alakasız olabilecek şeyleri bir araya getirerek, "Acaba o birini asansörde görmüş olabilir misiniz?" diye sordu. Nisan'ın kıpkırmızı olan suratını apaçık bir cevap kabul edince de "Ve hayır." diye ekledi. "Kasım'ın ikizi yok." Anlayamadığı bir sebepten kadın daha da kızardı, öyle ki Hakan onun bir alev topu olup patlayabileceğinden endişe etti. Bu yüzden, "İyi misiniz Nisan Hanım?" diye sordu. "İyiyim, sadece... Sadece geç kalıyorum!" diyen Nisan, arkasını dönüp alelacele kapının orada terliklerini çıkarttı ve Hakan'ın üzerinde nasıl durulduğunu hiç anlamadığı metrelerce uzunlukta gibi görünen topukluları giydikten sonra kapıdan kayboldu. Hakan, onun bu bir çeşit kaçışa benzeyen gidişinin ardından sırıtmaya devam ederek Kasım'ı aradı. "Ooo!.. Beyimiz uyanmış!" "Sarışınla çevirdiğin dolabı anlat!" Kasım kısık sesle güldü. "Dünya küçük be kardeşim! Gökte ararken dün gece burnumun dibine düştü." "Neden bana senin ikizin olup olmadığını sordu?" "Ne dedin peki?" "Ne diyeceğim? Tabii ki 'yok' dedim." "Aferin!" diyen Kasım bir kez daha güldü. "Ne haltlar karıştırdığını anlatacak mısın?" "Sonra... Şimdi çok eğleniyorum ve eminim eğlenmeye de devam edeceğim." Hakan, "O, benim çalışanım!" diyerek arkadaşını uyardı. "Benim değil ama!" "Kasım!" Kasım ciddi bir sesle, "Sen bu işe karışma!" dedi. "O sarışın, herkesi parmağının ucunda oynatamayacağını öğrenecek!" "Kes, kıro kıro konuşmayı!" "Kırolaşma hakkımı kimse elimden alamaz!" "Ah!.. İki dakika ciddi olamaz mısın?" "Olurum tabii." diyen Kasım, "Güzellik uykundan yeni mi uyandın?" diye sordu. "Allah kahretsin!" diye bağıran Hakan, sesini biraz daha alçaltarak arkadaşını azarladı: "Hangi akla hizmet benim burada uyumama izin verdin?" "Uyumadan önce bana sormadın!" diyen Kasım, Hakan'ın homurdanması üzerine, "Tamam." dedi. "Bunun iyi bir fikir olduğunu düşündüm." "Neyin iyi bir fikir olduğunu düşündün?" "Horlarken ağzından akan salyayı Gonca'nın görmesinin." "Ulan ben senin..." "Hop! Hop!.. Burada sana iyilik yapmaya çalışıyorum, şu tavrına bak! Hem ayrıca şimdi öğrenmemiş, evlendikten sonra nasıl olsa öğrenecek. Ben sadece..." Hakan telefonu kapatmadan kanepenin üzerine fırlattı ve lavaboya gitti. İhtiyaçlarını giderdikten sonra, aynadaki yansımasını biraz daha iyi hale getirmek için saçıyla oynadı ama üç güne dönen sakalı için yapılabilecek çok bir şey yoktu. Çenesini sağa, sola çevirip kendini iyice inceledi ve sonra mutfağın yolunu tuttu.
|
0% |