
Gonca, sırrını Mert'ten ancak iki gün saklayabildi. Çarşamba günü, Gülsüm annesigile gitmeden bir saat kadar önce oğlunun kapısını tıklatıp, "Seninle biraz konuşabilir miyiz?" diye sordu.
Annesinin içinin gerim gerim gerildiğinden habersiz olan Mert, başını kimya sorularından kaldırıp, "Acil mi anne?" diye sordu. "Şunları bitirmem lazım da."
Aslında Gonca'nın bir yanı bu bahanenin üstüne atlamak için çıldırıyordu ama bunu görmezden gelip ciddi bir sesle, "Acil sayılır." diye karşılık verdi.
Mert, yerinden kalkıp annesinin peşine düştü.
"Bu koltuklardan nefret ediyorum!"
Gonca, misafir odasının kapısını örterken kaşlarını şaşkınlıkla kaldırıp oğluna döndü.
"Neden?"
"Ne zaman bir sorun olsa benimle burada konuşuyorsun. Kafamda doğal olarak 'bela=bordo koltuklar' biçiminde bir denklem oluştu."
"Gerçekten mi?"
"Niye şaşırdın ki anne? Senelerdir hep aynı davranışla karşılaşınca insan böyle oluyor. Pavlov'un köpeklerinden biri gibiyim."
"Mert!"
"Doğru ama!" diyen Mert, uzun gövdesini koltuğa külçe gibi bırakırken, "Ayrıca sen başlamadan, hemen, Feryal Hoca'nın tam olarak gerçeği bilmediğini öğrenmen gerektiğini düşünüyorum." dedi.
Gonca, bu beklenmedik giriş karşısında yüzünün ifadesini sabit tutmaya çalışarak kaşlarını kaldırdı ve "Bilmiyor mu?" diye sordu.
Mert, başını aşağı yukarı salladı.
"Bilmiyor tabii! Matematik kursunu bu sefer de Esme'yi ziyarete gittiğimiz için astığımızı söyleseydik kafamızı şişirirdi: Yok 'Orası şehrin bir ucu!', yok 'Esme'nin sağlığı yerinde ama aynı şeyi sizin matematiğiniz için söylemek mümkün değil', yok kurs saati böyle işler için kullanılmaz, yok..."
Mert, konuşmaya devam ederken Gonca özellikle bir yere çok takılmıştı. Bu yüzden, "Bu sefer, derken... Tam olarak ne demek istedin?" diyerek oğlunun sözünü kesti.
"Ya, anne! Sanki bilmezmişsin gibi! Feryal Hoca sana zaten söyledi. Geçen sefer..."
Mert'in gözlerinin büyümesi, konuşmayı bırakmasından ancak birkaç saniye önce gerçekleşmişti. Yüzünde acı çeker gibi bir ifade belirirken, "Bilmiyordun, öyle değil mi?" diye sordu.
"Sayende artık biliyorum."
Mert sinirle, "Ama bize, 'Velilerinizi arayacağım!' demişti!" diyerek sesini yükseltti.
Kollarını göğsünün üstünde kavuşturan Gonca, "Yani burada, öğrencilerinin hatasını bir kez daha sineye çekme yüce gönüllüğünü göstermiş Feryal Hoca suçlu, öyle mi?" diye sordu.
İki elini birden saçlarının arasına daldıran Mert, "Değil tabii de..." diye geveledi. "Ben sadece..."
"Sen sadece bana ilk seferinde hangi nedenle kursu astığını söyleyeceksin!"
"Öyle büyütecek bir şey yok anne!"
"Sen sebebini söyle de büyütüp büyütmemeye ben karar vereyim Mert Bey."
Mert; yine ellerini saçlarının arasından geçirerek, "Tamaamm..." dedi. "Arkadaşlarla kafeye gitmiştik."
Hala ayakta ve kolları göğsünün üstünde kavuşmuş vaziyette durmakta olan Gonca, bedenini bir kalçasının üstüne doğru yaylandırarak, sakin bir sesle, "Kafeye kurstan sonra gidilemiyor mu?" diye sordu.
"Gidiliyor tabii de Mustafa'nın annesi okuldan sonra onun dışarıda oyalanmasını pek istemiyor."
"Üzücü olan şey şu ki Mert Bey; Mert'in annesi de oğlunun kurstan kaçarak kafede oyalanmasını istemiyor. Bu durumda Mert, acaba Mustafa'nın annesinin mi yoksa kendi annesinin mi isteklerini daha çok göz önünde bulundurmalı?"
Mert gözlerini devirerek başını sağa sola yatırırken, "Tamaaammm... Mesaj alındı!" dedi.
"Umarım alınmıştır!"
Yüzünü buruşturan Mert'in, "Bu 'anne' ses tonundan hoşlanmıyorum!" diyerek duygularını açıklaması karşısında Gonca, gülmeyle şaşırma arasında tuhaf bir ses çıkardı.
"İyi de ben senin annenim!"
"Biliyorum ve bir şikayetim yok. Sadece işte... Böyle bir durumda kalınca..."
"O durumu sen yarattın!"
"Biliyorum ama..."
"Ama, benim de sadece başını okşayıp, 'Bir daha yapma, e mi oğlum!' dememi mi bekliyorsun?"
"Hayal kurmama kimse engel olamaz!"
"Ciddi ol!" diyerek uyardı Gonca oğlunu. "Ben bir şey demeden sen, kendin, ortaya bir amaç koydun. Bölümünü belirledin, hatta hangi üniversiteye gideceğini bile belirledin. Eğer gerçekten nokta atışı yapmak istiyorsan ona göre davranmalısın!"
"Anne, sadece iki ders ya!"
"Sayı önemli değil, bu bir disiplin meselesi! Ama tabii yine de sen bilirsin. Artık küçük değilsin ve yaşına göre de olgunsun, ki buna hep şükrediyorum, bu yüzden akıllı ol!" Kendini yavaşça koltuğa bırakırken, "Ayrıca..." diye devam etti Gonca. "Feryal Hanım ya da başkası fark etmez, seninle ilgili olan şeyleri senden öğrenmek isterim!"
"Tamam." diyen Mert, acı çeker gibi bir sesle, "Sazanlığıma yanayım!" diye ekleyince Gonca güldü.
"Sazanlar önünde sonunda yakalanır Mert Efendi!"
"Benim gibi aynalı olanları kesin yakalanır." deyince anne, oğul kahkahayla güldüler. O sırada giriş holündeki saatin altıyı vurduğunu duyan Gonca, "Babaannelere gitmeden önce seninle bir şey konuşmak istiyorum." dedi.
Mert, bıkkınca, "Yine, tuzlu su gölünün ortasında kalacağımıza ve bu durum karşısında patavatsızlık yapmamama dair bir uyarı mı alacağım?" diye sordu.
Bir an anlamayan Gonca, bir an sonra uzanıp Mert'in ensesine bir tane patlattı.
"Elinde olmadığını biliyorsun!"
"İyi de bu kadar da ağlanmaz ki anne ya!"
Gonca, "Erkekler ve bilmedikleri konularda ahkam kesmeleri!" diye homurdanırken gözlerini deviriyordu.
Mert merakla, "Sen bana hamileyken de böyle ağlayıp duruyor muydun?" diye sordu.
"Çok bir şey hatırlamıyorum, dersem bana kızar mısın? Babanı ve dedeni aynı anda kaybetmenin acısıyla kendimi o kadar kaybetmiştim ki senin varlığını zaten çok, çok geç algılayabilmiştim. Ayrıca gençtim Mert, hem de çok genç! Yani babaannenle beni kıyaslama! Kaldı ki yaşımız aynı bile olsa bir sürü değişken var. Mesela çoğul gebelik bile başlı başına bir değişken. Sonra herkesin bedeni ve o bedenin çevresine ve kendi içinde meydana gelen değişimlere verdiği tepkiler çok farklı."
"Acaba babama hamileyken de böyle olmuş mudur?" diyen Mert, yüzünü buruşturdu. "Düşünmesi bile garip! Babamın annesinin, kendisi babaannem olur, hamileliklerini kıyaslamaya kalkıyorum. Ben!.. Torunu!" Bir an duran Mert, "Yok!" dedi. "En iyisi düşünmeyeyim. Böyle düşününce beynim yanıyor çünkü gerçekten garip bir durum! Esme, babaannemi duyunca annesiyle babasına kızmayı bıraktı. Düşün, o kadar garip!"
Gonca; Esme'nin annesinin hamileliğinin Esme'nin üzerine ne vazife olduğunu sormayı bir kenara bırakarak, "Sanırım bu küçük konuşmayı da matematik kursunu bu sefer astığında yaptın Esme'yle?" diye bir tahminde bulundu.
"Tabii ki hayır!" dedi Mert şiddetle itiraz ederek. "Kalabalıktık ve bu, kalabalıkta konuşulacak bir mesele mi anne?"
Gonca; oğlunun olgunluğunu içten içe bir kez daha takdir ederken Mert, "Öğrendiğim gün söylemiştim." diye açıkladı. "Telefonda."
Gonca, bir şey dememeye çalıştı ama en sonunda dayanamayarak, "Bu gönül işleri için biraz erken değil mi Mert?" diye sordu.
Mert, annesiyle böyle konuşmalar pek yapmadığı için kısa bir an tereddüt etse de "O-oohh!... Millet şimdiye kadar yüz sevgili değiştirdi anne!" demekten kendini alamadı.
"Siz yeni jenerasyonun şu 'sevgi'yle ilgili sözcükleri bonkörce kullanma merakınız beni öldürüyor!"
Kaşları çatılan Mert, "Ne demek istiyorsun anne?" diye sordu.
"Sevgi, öyle derin bir şeydir ki sevdiğini kaybettiğinde büyük bir acı çekmene neden olur. Öyle büyüktür ki acın, kaybettiğinin yerine birini koymayı aklına bile getiremezsin. Koysan da... Koysan da aradan yıllar geçmesi gerekir ki yine bile aynı şey değildir."
Mert; annesinin bir anda çok ama çok ciddileşen yüzü ve sesi karşısında, "Anne?.." dedi tereddütle. "İyi misin?"
Gözleri boşlukta, bir şekilde yaptığının Onur'un yerine Hakan'ı koymaya çalışmak olduğunun tam olarak farkına varmış olan Gonca, "Yok, bir şey olduğu yok!" diye mırıldandı. "Sadece... Sadece..." Cesaretle bakışlarını ellerinden kaldırıp oğlunun yeşil gözlerine dikti. "Sana bir şey söylemem gerekiyor ama bunu nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum."
Mert; o esnada, muhtemelen konuşmanın seyri yüzünden, annesinin neyi söylemek için bu kadar zorlanabileceğini tahmin ederek rahatladı. Onu da rahatlatmaya çalışarak, "Gönder gitsin anne!" dedi.
"Be... Ben. Ben, bi..." Gonca, bu şekilde kekelemeye devam ederse asla söyleyemeyeceğini düşünerek bir çırpıda, "Biriyle görüşmeye başlarsam ne düşünürsün?" diye sordu.
Mert, gözünü bile kırpmadan, "Flört, anlamında mı?" diye sordu.
Gonca başını aşağı yukarı salladı.
"Bu, senin istediğin bir şeyse benim için sorun olmaz."
Gonca gözleri kocaman, "Gerçekten mi?" diye sordu.
"Neden şaşırdın ki ve ayrıca neden sorun olacağını düşündün ki?"
"Bi... Bilmem. Yani genelde çocuklar, özellikle de erkek çocuklar annelerine böyle bir şeyi pek konduramazlar da."
Gözlerini deviren Mert, "Ben o çocuklardan değilim." dedi. "Önümüzdeki sene sınavdan sonra üniversite, sonra iş falan derken seninle eskisi kadar vakit geçiremeyeceğim. Gerçekten böyle biri varsa ve sana değer veriyorsa gözüm arkada kalmaz anne. Bana göre hiç kimse sana layık olamaz ama sen öyle olduğuna inanırsan ben seni her zaman desteklerim."
Kalkıp, "Mert! Ah, Mert!" diyerek ağlayan annesinin önünde dizlerinin üzerine çöken Mert, ona sımsıkı sarıldı. "Ağlama!" dedi. "Neden ağlıyorsun ki?"
Annesi bir kez daha, "Mert!" diye hıçkırınca, "Çok erken başladı." dedi Mert. "Ben sağanak yağışın babaannemlerde başlayacağını tahmin ediyordum."
Bu sefer Gonca, "Mert!" derken ağlamaktan daha çok güler gibiydi. Oğlunun yüzünü ellerinin arasına alıp, "Ben seni hak etmek için ne yaptım?" diye sordu.
Mert sırıttı.
"Kendimi en büyük ödül gibi hissetmeme neden oluyorsun anne!"
"Mert Temur!"
"Ne? Ben de senin gibi konuşmaya başlarsam babaannemlere hiç gidemeyiz. Böyle giderse... İşte..." dedi Mert eliyle boşluğu işaret ederek. "Sen ağlarsın ben de ne yapacağımı bilemeyerek saçmalarım."
Gonca güldü.
"Gerçekten babana benziyorsun. O da duygusal konularla başa çıkma konusunda yeteneksizdi."
Mert, annesinin ağlamayı bırakmasını fırsat bilerek ayağa kalktı ve "Başka bir şey yoksa gidip şu kimya sorularını bitirmek istiyorum." dedi. "Babaannemlerden dönünce geç olur, başka bir şeyle uğraşmadan direkt uyumak istiyorum."
Gonca oğluna, "Hadi git." dedi ve onun odadan kaçar gibi çıkışını duygulu bakışlarla izledi. Bu işin bu kadar kolay olacağını hiç düşünmemişti. Mert'in konuya yaklaşımı o kadar olgun ve teşvik ediciydi ki Gonca, büyük bir rahatlamayla birlikte büyük bir mutluluk da hissediyordu. O kadar ki, Mert'in meraklı tabiatına aykırı olarak, annesinin onunla böyle bir konuyu konuşmasına kimin neden olduğuna dair bir soru bile sormadığını ancak Selim çiftinin evlerinin önünde arabadan inerken fark edebildi.
"Mert!"
Hem Mert hem de Hatice Hanım aynı anda ve şaşkınlıkla Gonca'ya döndüler.
"Efendim anne?"
Gonca, aklına gelen olasılığı konuşmanın ne yeri ne de zamanı olduğunu düşünerek, "Yok bir şey." diyerek durumu geçiştirmeye çalıştı.
"Yok da o yüzden mi çocuğa öyle bağırdın? Aklım gitti Gonca!"
"Kusura bakma anne, düşer gibi oldum da."
Hatice Hanım, kuşku dolu bir sesle, "İşten geldiğinden beri tuhaf davranıyorsun." dedi. "Bir şey mi oldu?"
"Yok, yok! Her şey yolunda!"
"İyi o zaman. Hadi gidelim." diyen Hatice Hanım, Naci Selim'in hem koruması hem de şoförü olan adama gülümseyerek, "Sağ olasın Adnan Bey oğlum." dedi. "Mert az sonra sana bir tabak içli köfte getirir, afiyetle yersin."
Adnan, ağzı kulaklarında, "Çok teşekkür ederim Hatice Hanım." dedi.
"Hatice Hanım, değil; Hatice Teyze!"
"Teşekkür ederim Hatice Teyze."
O gece, yemekte Gülsüm hiç ağlamadı. Gerçi ağlamaya meylettiği zamanlar olmadı değil. Mert'in bu notlarla devam ederse bir sonraki yıl, son sınıfta, okul birincisi olabileceğini öğrendiğinde; özellikle de dünürü çantasından iki tane minicik yelek çıkardığında gözleri dolu dolu oldu.
"Ay, Hatice! Ne ara ördün bunları kuzum?" diye sordu sevinçle. "Harikalar! Şunlara bak Naci, yumuşacık!"
Karısı; yeleğin birini yanağına dokundururken Naci Selim, "Teşekkür ederiz Sultan." dedi.
"Teşekkür edecek bir şey yok, bunlar basit şeyler."
"Basit falan değil!" diye itiraz eden Gülsüm, dünürüne, "Hadisene Hatice!" dedi. Her gün gelen yardımcısını kastederek, "Hafize Hanım sırf sen çok seviyorsun diye yaptı." diye açıkladı.
Hatice Hanım, tabağındaki Çerkez tavuğundan gönülsüzce bir çatal alırken, "Biliyorum." diye homurdandı. "Bana nispet yapıyor! Ne kadar denediysem de onunki gibi olmuyor!" Lokmasını çiğneyip yuttuktan sonra da kendinden geçmiş bir tavırla, "Bana böyle Çerkez tavuğu yedirdikten sonra istediği kadar nispet yapabilir!" deyince masadakilerin gülmesine neden oldu.
"Gonca? Bugün biraz sessizsin."
Gonca, gülümsemeye çalışarak, "Sanırım biraz yorulmuşum Naci abi." dedi.
"Eve geldiğinden beri bir tuhaf. Bir şey olup olmadığını soruyorum ama..."
Gonca annesinin lafını bölerek, "Dediğim gibi anne, sadece kendimi biraz yorgun hissediyorum, o kadar." dedi.
"İyi, tek sebebi bu olsun da. Dinlenince geçer."
Gonca kendini, "Ne demek istiyorsun anne?" dememek için zor tuttu. Başını eğip tabağındakilerden rastgele bir çatal alırken paranoyaklaşmaya başladığını hissediyordu. Masadakiler, Naci Selim'in bugün ilk defa göreve başlayan asistan yardımcısını nasıl korkuttuğuna dair gırgır şamata anlattığı hikayeyi dinlerken arada bir lafa karışıp gülüyor ve Gonca da fırsattan istifade her birini tek tek inceliyordu.
Mert, Hakan'ı biliyordu; bu kesindi. Gonca, "Acaba Gülsüm annemle Naci abi de biliyor mu?" diye düşündü.
Bir yanı zaten önünde sonunda söyleyeceği için bilmelerinin daha iyi olduğunu söylerken diğer yanı bunun zamanını kendinin belirlemesi gerektiğini söylüyordu. Bu şekilde... Bu şekilde kendini, sanki hayatının kontrolünü kaybediyor gibi hissediyordu ve bundan hoşlanmıyordu.
Sofradan kalkınca Hatice Hanım mutfağa, ocağın başına geçti ve hemen kahve hazırlamaya başladı. Mert, Naci dedesiyle tabakları mutfak tezgahına taşırken Gülsüm de bulaşıkları makineye yerleştirmeye başladı. Yardım etmeye çalışan Gonca'ya da "Sen yorgunsun." diyerek izin vermedi.
Gonca, salonda otururken fırsattan istifade hemen telefonunu çıkardı.
"Mert'e sen mi söyledin?"
Yanıtın hemen geleceğini hiç ummadığı için mesajı yazar yazmaz telefonu sehpaya bıraktı. İki gündür ancak Hakan'ın uygun olduğu saatlerde görüşebilmişlerdi ve saat farkı göz önüne alındığında dokuz buçuk, iş seyahatindeki Hakan için pek uygun bir saat sayılmıyordu. Gonca, kısa zamanda bunu öğrenmişti.
Bildirim sesini duyar duymaz telefona uzandı ve her ne kadar beklemiyor olsa da mesajın Hakan'dan geldiğini görünce çok da şaşırmadı.
"Uzun sürecek bir toplantıya başlamak üzereyim, bunu sonra konuşalım.😉"
Gonca hemen, "Oyalanmaktan nefret ederim!" diye yazdı.
" 😊😘"
Gonca sinirle, iki eli birden klavyenin üzerinde dans ederek, "Emojilerden de nefret ederim!" diye karşılık verdi. Yanıt hemen geldi ve Gonca, şok içinde yüzünü telefondan uzaklaştırdı.
"Ben de!"
Şaşkınlıkla, "Ben de mi?" diye mırıldandı. Madem öyle...
"Nefret ediyorsan ne diye mesajlarını onlarla dolduruyorsun?" diye sordu.
"Bunu da sonra konuşalım.😊"
O gece Hakan aramadı. Gonca, sabah kalktığında ondan gelen mesajla güne "Merhaba" dedi.
"Toplantı çok geç bitti, saat farkı yüzünden arayamadım. Senin kalktığın zaman da uyuyor olurum çünkü yarın sabah yine yoğun bir gündemim var ve zihnimin açık olmasını istiyorum. Konuşmak istediğini biliyorum ama bu işi dönünce yüz yüze yapsak?.. Bir aksilik olmazsa yarın akşama dönmüş olurum."
Gonca, dünden beri ilk defa onun bu kadar uzun bir mesajda emoji kullanmadığını fark ederek şaşırdı. Galiba gerçekten onlardan nefret ediyordu. Hakan gibi bir adamın nefret ettiği halde bir şeyi ısrarla yapmasının nasıl bir açıklaması olacağını doğrusu çok merak ediyordu.
Hakan, ülkeye mesajında tahmin ettiğinden en az on saat daha geç dönebildi. O zaman zarfında da Gonca'yla ancak iki kez konuşabildiler ki birinde Gonca hasta kabulüne hazırlandığı, diğerinde de hastane müdürüyle toplantıda olduğu için ancak birkaç cümle konuşabildiler.
Gonca, Hakan'a bir kez daha ilişkilerini Mert'e söyleyip söylemediğini sormadı. Sormasına da gerek yoktu çünkü her ikisi de bunun gizli bir gündem olarak önlerinde durduğunu biliyordu. Aynı zamanda Gonca, kendini daha fazla germemeye de çalıştı ama bu tabii pek fazla mümkün olmadı. Kafası sürekli Mert'in tavrında Hakan'ın ne kadar etkisi olduğu sorusuyla meşguldü.
Cumartesi, yarım günlük mesainin ardından hastaneden ayrılırken lobide aniden bir erkek, "Gonca Hanım!" diye seslenerek önüne çıktığında Gonca, sabaha karşı havaalanına indiğine dair mesajını okuduğu Hakan'ı ne zaman görebileceğini düşünüyordu.
Gonca; kendisine seslenen, ilk başta tanımakta zorlandığı, adamın Hakan'ın korumalarından Savaş olduğunu anladığında şaşkınlıkla durdu.
Savaş; her zaman giymeyi tercih ettiği ya da giymek zorunda olduğu, Gonca hangisinin gerçek neden olduğunu hiç bilmiyordu, siyah takımlarının yerine yeşil bir kargo pantolonla çok daha uçuk yeşil renkte gömlek giymeyi tercih etmişti ve her zamankinin aksine gözünde güneş gözlükleri yoktu.
Gonca, patavatsız bir biçimde, "Gözleriniz yeşilmiş." dediğinde buna Savaş'ın mı yoksa kendinin mi daha çok şaşırdığını bilemedi.
Savaş; onun sözlerine herhangi bir karşılık vermeden, "Size eşlik etmeme izin verir misiniz?" diye sordu.
"Hakan?.."
"Sizi bekliyor."
Gonca, bu tuhaf durumu daha da tuhaf hale getirmemek için başını sallayarak Savaş'a isteğini kabul ettiğini belli etti. Birlikte Gonca'nın geldiği yöne geri dönerlerken Gonca üç şeyi fark etti: Birincisi kimse onlara bakmıyordu, ikincisi Savaş'ın kıyafeti topluluklar arasında kaybolmak adına özenle seçilmişti ve üçüncüsü Savaş onu eksi ikideki otoparka götürüyordu.
Gonca'nın içinden gülmek geldi. Otoparka son inişi Hakan'ın arabasına çarpmasından bir gün önceydi.
Savaş'la asansörden indiklerinde etrafta kimse yoktu. Gonca, otoparka açılan kapının tam karşısında daha önce orada olmayan bir kapı olduğunu gördüğünde şaşırmadı. Hastanede yıl boyunca tamirat ve tadilat işleri devam ederdi. Ama Savaş'ın cebinden çıkardığı kartı duvardaki elektronik sisteme okutarak yeni kapının açılmasını izlerken bunun pek de sıradan olmayan bir tamirat ve tadilat işlemi olabileceğini düşündü.
"Bu taraftan lütfen!"
Gonca, gözleri hafif loş ışığa alışırken dar koridorda Savaş'ı sessiz ve yavaş adımlarla takip etti. Köşeyi dönüp de geniş alana çıktıklarında daha önce görmediği türden siyah bir arabaya yaslanmış olan Hakan'la karşılaşınca "pat" diye olduğu yerde duruverdi. Savaş'ın sessizce ortadan kaybolduğunu fark etmedi. Sadece... Sadece Hakan'ın farkındaydı. Bakışları özlemle erkeğin kirli sakalla hafiften kararmış yorgun yüzünde gezindi. Onu ne çabuk kabullenmişti, ne çabuk sevmişti!
Yeniden, bu kez koşar gibi, adımlar atması tamamen içgüdüseldi. Gözü, onu gördüğünde doğrulan Hakan'ın yumuşak bakışlarından başka bir şey görmüyordu.
Aralarında ancak yarım metre varken Gonca, kendini durdurmayı başardı. Sessizce birbirlerine baktılar. En sonunda Hakan, dudaklarının kenarında eğri bir gülümseyişle, "Bir adım daha atmaya cesaret edersen kollarım seni sarmak için bekliyor olacak." dedi ve der demez de Gonca, "Hakan!" diyerek kendini ona doğru uzanmış buldu.
Hakan sözünü tuttu ve Gonca'nın küçük, minyon bedenini güçlü kollarıyla sımsıkı sardı. Gonca, yanağı erkeğin hızla atan kalbi üzerinde dinlenirken kendini sonunda yuvasını bulmuş bir kuş gibi hissediyordu.
Hakan, çenesini Gonca'nın başına yasladı ve "Seni ne kadar özlemişim!" dedi inler gibi.
Gonca; ellerini Hakan'ın yapılı gövdesine sarıp, "Ben de... Ben seni çok özledim!" diyerek karşılık verdi.
Birinin varlığı, diğerine huzur verirken orada muhteşem bir sessizliği paylaştılar. En sonunda Gonca, dayanamayıp, "Geleceğini bilseydim babetlerimi çıkarırdım." dedi. Hakan'ın göğsü titreşince de "Gülüyorsun, öyle değil mi?" diye sordu Gonca, suçlar gibi.
"Doğal olarak."
"Neden 'doğal' olsun?"
"Böyle bir anda ayakkabılarını düşündüğün için olabilir mi? Bir de erkeklerin duygusal ve romantik olmadığını söylersiniz."
Gonca, başını geri çekip Hakan'ın gözlerinin içine baktı.
"İyi de böyle yanında minicik kalıyorum."
"Ben, senin bu minicik halini seviyorum. Kendimi yanında gerçek bir erkek gibi hissetmemi sağlıyor."
Gonca gözleri fal taşı gibi açılmış, "Gerçekten mi?" diye sordu. "Alagöz'ün patronunun ilkel mağara adamlarına benzeyeceğini hiç düşünmezdim."
Kaşları çatılan Hakan, "O küçümsediğin adamlar benim atalarım!" dedi. "Onlar olmasa biz de olmazdık."
Gonca, gülerek, "Sen gerçekten de diye..." başlamıştı ki ince ve titrek bir erkek sesinin, "Hakan Bey..." diye seslendiğini duydu ve birden ortalık savaş alanına döndü.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.12k Okunma |
502 Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |