@majdafan
|
“Yani anne, koskoca şehirde çarpa çarpa Hakan Alagöz’ün arabasına mı çarptın?” Gonca, oğluna yandan ters bir bakış fırlattı. “Ağzın doluyken konuştuğunda ne dediğini hiç anlamıyorum!” Mert sırıttı. Annesinin bu değişmez terbiye metoduna kulak asmamayı yıllar önce öğrenmişti. Yine de ağzındaki lokmayı yutmadan konuşmasına devam etmedi. “Aracı kendi mi sürüyordu?” “Öyle, dedim ya!” Mert elindeki çatalı sallayarak, “Ben onun kadar zengin olsam, arabanın sadece arkasında otururdum.” diye ahkâm kesti. “Gonca...” diyerek arkadaşını dirseğiyle dürttü Nisan. “Galiba küçük bir züppe yetiştirmişsin!” Torununun tabağına en sıcak peynirli pişiyi servis etmekte olan Hatice Hanım’ın kaşları çatıldı. “Hop, hop Nisan Hanım! Benim paşamın senin o dediğinle hiç alakası yok!” “Bir tanecik anneannem benim!” diyen Mert, oturduğu yerden uzanarak anneannesinin yanağına şapırtılı bir öpücük kondurdu. Ardından da Nisan’a bakıp kaşlarını nispet yapar gibi aşağı yukarı oynattı. Burnunu kırıştıran Nisan, “Şımarık velet!” diye homurdandı. Mert, ona sırıttıktan sonra yeniden annesine döndü. “Korumaları olaya karışmadı mı peki?” Gonca nefesini bıkkınca vererek, “Tek başındaydı Mert! Daha kaç kez söylemem gerekecek?” diye homurdandı. “Tek ba-şı-na!” Mert, elindeki peynirli pişiyi ağız dolusunca ısırmadan hemen önce, “Bence o, Hakan Alagöz değildir.” diyerek bir kez daha ahkâm kesti. “Neden değilmiş?” “Öyle bir adam korumasız dolaşmaz da ondan anne! Bu çok saçma!” “Bir daha gördüğümde, yaptığının ne kadar saçma olduğunu ona söylerim.” “Ne zaman?” “Ne, ne zaman?” “Hakan Alagöz’ü bir daha ne zaman göreceksin?” Gonca, oğlunun hevesli sorusu karşısında gözlerini devirdi. “Şaka yapıyordum Mert! Adamı bir daha görecek değilim!” Hatice Hanım, “Arabanın tamir masrafları için görüşmeyecek misiniz?” diye sordu. “Anne! Adama çarptım! Ben çarptım! Nezaket gösterip kartını verdi. İyi niyetini suistimal edecek değilim!” “İyi de sana bir sürü bağırıp çağırmış!” “Anne... Lütfen! Az önce anlattım: Adam beni babasının arabasını izinsiz kullanan bir ergen sandı.” “Tabii öyle sanır! Adam gibi giyindiğin mi var? Her gün üzerine geçiriyorsun o kotları!” “Bugün üzerinde kot yoktu Hatice Teyze!” diyen Nisan’a öldürücü bir bakış attı Gonca. Nisan’ın attığı yemi yutan Hatice Hanım, “Daha da beteri!” diye bağırdı. “Mert’in yatarken giydiği eşortman altıyla dışarı çıkmış!” Yüzünü tavana doğru kaldırdı. “Allah’ım daha neler göreceğiz? Sen bana sabır ver!” Sonra bakışlarını kızına çevirdi. “Gonca! Sen bi şu aslanıma bak, bi de kendine! Onun boyuyla senin boyun bir mi? Sürahiyle bardak gibisiniz!” Mert, o sırada yudumladığı çayını püskürtmemek için kendini zor tutarken Nisan kıkırdadı. Hatice Hanım, “Gülme!” diye azarladı Nisan’ı. “Bir de arkadaş olacaksınız! İnsan biraz yardım eder!” “A...a!... Hatice Teyze! Daha ne yapacaktım? Adamın dikkatini dağıttım!” Hatice Hanım, Nisan’ı baştan ayağa süzdükten sonra burnunu kıvırdı. “Nasıl dağıttığın ortada!” Nisan, altın pırıltılı sarı saçlarını arkaya doğru savurdu. “E giymişim bunları, bari bir işe yarasın değil mi?” “Bi gün, bi adam...” Hatice Hanım devam etmeyip başını bir yana çevirirken, “Fesuphanallah!” diye homurdandı. “Beni kötü kötü konuşturacaksın!” Hatice Hanım’ın yanağına hızlı bir öpücük konduran Nisan, “Konuşma tontonum, konuşma!” derken gülüyordu. “Ay! Ne sırnaşıksın sen!” “Ama sen beni böyle seviyorsun!” “Hadi ordan! Seviyormuşum!” diyen Hatice Hanım’ın suratındaki gülümseme, Nisan’ın daha da sırnaşmasına neden oldu. “Hem de çok seviyorsun!” “Anne...” Gonca oğlunun kafasının arkasına vurdu. “Ah!...” “Ağzın doluyken konuşma! Ve ağzını o kadar doldurma! Ve...” Gonca, boğulur gibi öksürmeye başlayınca Hatice Hanım önüne bir bardak su dayadı. Bir taraftan da, “Bağırma oğluma!” diyordu. “Her gün mü pişi yiyor?” Suyu yudum yudum içen Gonca, “İzin versem her gün yer!” dedi. “Ah, Hatice Sultan! Sen benim yanıma taşınsana! Ben bu kızın gibi sağlıklı beslenme hastası değilim! Sen her gün canın ne isterse pişirirsin, ben de hepsini şikâyet etmeden yerim.” “Nisan Teyze...” diye başladı Mert. Ağzındaki lokmayı henüz yutamadığı için ne dediği zar-zor anlaşılıyordu. “Anneannem ben ne istersem onu pişirir. Öyle değil mi anneanne?” “Öyle tabii aslanım!” “Çünkü ben gelişme çağındayım.” “Öylesin tabii aslanım...” diyen Hatice Hanım tereddütlü bir sesle ekledi: “Ama sen yine de daha fazla uzamazsan iyi olur.” “Bunu benimle değil de yukarıdakiyle konuşsan daha iyi olmaz mı anneanne?” “’Tövbe!’ de paşam, ‘Tövbe!’ de! O nasıl söz öyle? Çarpılırsın!” Mert cevap vermeden, “Ben yatacağım.” diyerek araya girdi Gonca. Hatice Hanım, “Kötü mü oldun yine?” diye sordu kızına. “Pek sayılmaz. Sadece yarına güç toplamak istiyorum.” “Rapor al! Bu halinle iş göremezsin!” “Alamam anne! Yarın Erva’nın kontrol günü.” Hatice Hanım, durumunda bir türlü iyileşme olmayan küçük kızın adını duyunca içini çekti. “İnşallah bu sefer sonuçları iyi çıkar çocuğun!” “İnşallah!” diyen sesinin hissettiğinden daha umutlu çıkmadığını fark eden Gonca’nın omuzları çökmüştü. Kızının önüne ilaç torbasını koyan Hatice Hanım, “O zaman iç şunları, sonra doğru yatağa!” diye emir verdi. “Anne!... Ben iyiyim, sadece...” “Sadece kurbağa gibi vıraklıyorsun! İç şunları! Nasıl doktorsun anlamıyorum! Sen de böyle yaparsan, hastaların ne yapmaz?” Annesine itiraz etmenin kocaman bir okyanus dalgasına karşı göğsünü siper etmekle aynı şey olduğunu bilen Gonca, ilaçları bir çırpıda yutuverdi. Ardından ayağa kalkıp, “Görüşürüz.” dedi. Kapıdan çıkmadan önce arkadaşına döndü. “Kusura bakma.” Nisan, ona “Saçmalama!” der gibi bir bakış atınca, Gonca gülümseyerek odasına gitti. Kapıyı örtüp üzerindeki eşofman altından kurtuldu. Annesi kesinlikle haklıydı. Ama sabah sabah kıyafet aramaktansa Mert’in banyo kapısının hemen önüne attığı bu şeyi giymek daha mantıklı görünmüştü ve evden çıkarken kapının arkasındaki askıdan Mert’in hırkasını sırtına almak da. Dönüp de aynaya bakmamıştı çünkü baksa ne göreceğini çok iyi biliyordu: bir çeşit palyaço! Giyimi belki korkunçtu ama kazaya davetiye çıkaran ayakkabı seçimiydi. Kapıyı kapattıktan sonra ayakkabılarını almadığını fark etmiş, zile basmaktansa Mert’in bağcıklı sporlarını ayağına geçirivermişti. Oğlunun çocuk mezarı kadar büyük ayakkabılarının içinde ayakları aranıp ancak bulunabilirdi ama Gonca, bağcıkları sıkıp ayağının dışarı çıkmamasını garantiye aldıktan sonra gerisini umursamamıştı ve... Adamın arabasını mahvetmişti! Gerçekten mahvetmişti! Onun korkutucu kızgınlığını da sonuna kadar hak etmişti. Bir ara gerçekten kendisini karakolda bulacağından korkmuştu ama ne olduysa olmuş, adamın öfkesi birdenbire yatışmıştı. Hatta ona kartını vermiş, hasarla ilgili elinden gelen yardımı yapacağını söylemiş ve ardından arabasına binip gitmişti. Gonca, kendini suçlu hissediyordu. Adamı kandırmıştı. Resmen onun kendisini bir ergen sanmasına izin vermişti. İlk başta yaşadığı şokla bu, kabul edilebilir sayılabilirdi ama sonrasında... Çarşafların arasına uzanırken, “Sanırım ağzım, dilim bağlandı.” diye mırıldandı ama buna kendi bile inanmadı. Kolay yolu seçmişti. Diğer türlü adamı daha da öfkelendireceğini ve bu sefer sonunun gerçekten de karakolda biteceğini bal gibi biliyordu. Adam arabasına binip uzaklaşırken ona annesinin değil de kendi cep numarasını verdiği için de suçluluk hissediyordu. O sırada, “Annemin numarasını nasıl verebilirdim?” diye düşünmüştü. Hatice Hanım, her şeyi daha da içinden çıkılamaz hale getirebilirdi. “Aman Allah’ım!” diye bağıran Nisan, “Tanıdın mı? Tanıdın mı?” diyerek hala arabanın kaybolduğu noktaya gözlerini dikmiş duran Gonca’nın dikkatini çekmeyi başarmıştı. Gonca, bir anlığına gözlerini etrafta gezdirip, “Kimi tanıdım mı?” diye sormuştu. “Hakan Alagöz’ü!” demişti Nisan. Arkadaşının on beş dakika kadar önce arabasını mahvettiği adamı kasttettiğini anlayan Gonca’nın kaşları hafifçe çatılmıştı. “Tanımam mı gerekiyordu?” “Ooff!..” diye bıkkın bir ses çıkaran Nisan, kendi kendini azarlamıştı: “Neden soruyorum ki? Senin dünyadan haberin olmadığını en iyi ben bilmiyor muyum? Gazete okumazsın, dergi karıştırmazsın, televizyon izlemezsin...” Hala Hakan Alagöz'ün arabasıyla gittiği yöne doğru bakmaya devam etse de arkadaşının tiradını, “Gazete okurum.” diye bölmüştü Gonca. “O zaman Hakan Alagöz adını duymuş olman gerekirdi!” Sonunda tam olarak arkadaşına dönen Gonca, “Ama magazin okumam!” demişti. Nisan gözlerini devirip, “Biz zavallı basit yaratıklardan farklı olarak!” diye dalga geçmişti. “Ayrıca Hakan Alagöz magazinden çok ekonomi sayfalarının adamıdır.” “Para ilgimi çeken bir mevzu değil, sen de biliyorsun. Bütün o kavramlar benim başımı ağrıtıyor.” “Allah’ım! Allah’ım! Bazen gerçekten seni boğasım geliyor! Ekonomi sayfasını okuması için insanın broker olmasına gerek yok canım!” Gonca, arabasının şoför kapısına doğru yürürken, “O dediğinin ne olduğunu bildiğimden emin değilim.” demişti. “Hey!... Sen ne yapıyorsun?” “Ne yapıyor gibi görünüyorum? Arabayı park edeceğim.” “Allah aşkına çekil!” demişti Nisan. Anahtarı arkadaşının elinden çekip almış ve bir dakika dolmadan arabayı mükemmel bir biçimde park etmişti. “İşte oldu. Umarım bu kaza sana ders olmuştur!” “Evet, oldu. İleri sürücülük teknikleri konusunda kurs almaya karar verdim.” “İleri mi? Bence ‘Yeni Başlayanlar İçin Sürücülük Teknikleri’ konusunda ders alsan daha iyi!” Gonca somurtkan bir yüzle, “Çok kötüsün!” demişti. “Bu kötülük değil, gerçeklik! Üstelik senin yerinde olsam ilk dersimi otomatik vitesli bir araba alarak değerlendirirdim.” “Neden?” Apartmanın kapısında duran Nisan, “Bir de soruyor musun?” demişti. “Senin debriyajı, gazı, freni ve aynayı aynı anda idare edecek kadar dikkatin yok!” “Var!” “Yok ve bunu sen de biliyorsun!” Arkadaşının üzerine gitmek için elinin çok zayıf olduğunu bilen Gonca konuyu değiştirmişti. “Kimmiş bu Hakan Alagöz?” “Çok yakışıklı bir adam!” Adamın öfkeden kararmış suratına rağmen düzgün burnu, bir erkek için fazla fazla biçimli dudakları Gonca’nın gözünden kaçmadığı için arkadaşına, “Sana kör gibi mi görünüyorum?” diye sormuştu. Nisan ikinci katın basamaklarını tırmanırken, “Emin değilim.” diye karşılık vermişti. “Çevrende pervane olup duran o kadar adamı görmediğine göre. Hele de Halit’i!” “Halit, benim çalışma arkadaşım! İster istemez birbirimize yakın olmak zorundayız.” “Hı, hı... Tabii... Eminim birbirinizin içine de düşmek zorundasınızdır.” “Ben kimsenin içine düşüyorum!” “Haklısın, bu konuda kimsenin şüphesi yok. Sen, içine düşülensin!” “Ya, Nisan! Gerçekten çok kötüsün!” “Esas kötü sensin!” demişti Nisan, derin derin soluk alıp verirken. “Dördüncü kata beni yürüyerek çıkarıyorsun! Hadi bana acımıyorsun, bari kendine acı! Sesin korkunç, nefes alış verişin de az sonra tıkanacak olduğunu gösteriyor.” Cevap vermek yerine nefesini toparlamaya çalışan Gonca, evin kapısına geldiklerinde zile basmıştı. O arada Nisan’dan bir kıkırtı yükselmişti. “Neye gülüyorsun şimdi?” “Hiç...” demişti Nisan gözleri düşündükleriyle parlarken. “Sadece adamın seni erkek sanması...” Nisan, yeniden kıkırdayınca Gonca da ona eşlik etmişti. “En azından bu kıyafetle beni palyaço sanmaması bile bir mucize!” “Haklısın.” Gonca, bir kez daha zile basarken bu kez kıkırdayan kendisi olmuştu. “Peki, sen neye gülüyorsun?” “Be... Ben...” derken kıkırtısı açıkça gülmeye dönüşmüş olan Gonca en sonunda, “Ön taraf...” demişti. “Ön taraf mahvolmuş!” İkisi kahkahalarla gülerken Hatice Hanım kapıyı açıvermişti. Gonca, yatağın içinde dönerken kıkırdadı. Adamın Nisan’a, ona zorlukla tahammül ediyormuş gibi bakışını hatırlayınca ufak bir kahkaha attı. Doğrusu bir insanın Nisan’ın göz alıcı fiziğinden bakışlarını çekmesi çok zordu. Hele de bugün üzerinde olanlar düşününce neredeyse imkânsızdı. Hakan Alagöz de bu fiziği esaslı bakışlarla süzmüştü ama Nisan’ın zorda kaldığı durumlarda çektiği aptal sarışın numarası karşısında o fiziğe dair içinde uyanmış her ne varsa sönmüş gibiydi. Bu, adamın hanesine yazılacak artı bir puandı. Gonca, adamı bir daha görmeyecek olduğunu hatırlayarak ona puan vermenin ne kadar aptalca olduğunu fark etti. Huzursuzca diğer tarafa döndüğünde, tel çerçeveli gözlüklerinin ardından gülen mavi gözlerle karşılaştı. Bu gözlerin aynısını on altı yıldır her gün görüyordu. “Oğlun sana benziyor Onur.” diye fısıldadı kim bilir kaçıncı kez. Çerçeveyi eline alıp işaret parmağıyla henüz erkeksi sertliği taşımayan çenenin üzerini okşadı. “O da senin kadar zeki ve bir o kadar da haylaz. O da senin kadar hayatta istedikleri konusunda net. Bir o kadar da tutkulu.” Fotoğraftaki çehreye bir öpücük kondurup çerçeveyi yerine koydu. Kimin arabasına çarptığını söylediğinde Mert’in tepkisi çok komik olmuştu. Delikanlı, “O Hakan Alagöz mü?” diye sormuştu. Annesinin bakışlarından onun hiçbir şey bilmediğini anlamış olacak ki Nisan teyzesine dönmüştü. Nisan, “Kesinlikle o!” dediğinde, “Böyle kazalar neden benim başıma gelmez?” demişti. Ve hemen ardından ağzından çıkanın farkına varıp annesinin kül gibi suratını görmeden önce, “Özür dilerim anne!” demişti. “Çok özür dilerim! “ Gonca kendisine sarılmaya çalışan oğlundan çırpınarak uzaklaşmış ve “Asla!” demişti sesi titreyerek. “Bir daha asla böyle konuşma! “ “Özür dilerim anne!” diyen Mert’in kollarının kendisine sarılmasına izin verdiğinde, başını onun göğsüne yaslamış ve “Bir daha asla!” diye yinelemişti. “Tamam. Bir daha söylemem.” Bir dakika sonra onun geri çekilmesine izin veren Mert, “Heyecanlanmam çok normal değil mi ama anne?” diye sormuştu Mert. “O, Hakan Alagöz!” “Tamam! Pes ediyorum! Kim bu Hakan Alagöz?” “Eczacı” Üç baş aynı anda pişilerin sonuncusunu tavadan alan Hatice Hanım’a dönmüştü. “Ne var?” diye sormuştu Hatice Hanım. “Yaşlı bir kadın böyle şeyleri bilmez mi?” “Bir kere sen yaşlı değilsin anneanne! Ayrıca annem bile bilmediği için...” “Annen hastalarından başka çok az şeyi bilir zaten.” “Sağ ol ya anne, iyice gömdün beni!” “Gerçeği söylediğim için mi?..” Gonca cevap veremeden Nisan, “Hakan Alagöz’ü nereden biliyorsun tontonum?” diye sormuştu Hatice Hanım’a. “İlaç kutularının üzerinden.” Gonca’nın jetonu o anda düşmüş ve afallamış bir ifadeyle “Alagöz Kimya mı?” diye sormuştu. Diğerlerinin aşağılayıcı bakışlarını umursamadan sormaya devam etmişti: “İyi de onun başında Ahmet Alagöz yok muydu?” “Uyan yavrucuğum: Kendisi iki sene önce rahmetli oldu ve yerine oğlu geçti.” “Anneannem doğru söylüyor anne. Hakan Alagöz iki senedir işin başında. Babasının hastalığı ortaya çıktığında Türkiye’ye döndü. Son iki yıldır da müthiş işler başarıyor!” “Sen bunları nereden biliyorsun peki?” “Ya anne! Eczacılık okumak istiyorum öyle değil mi? Eczacılığı da dükkân açmak için okumak istemiyorum! İlaç sektöründe kendine yer edinen adamlar benim en büyük ilgi alanım.” Sonraki beş dakika Mert’in Hakan Alagöz’ün kim olduğuna dair verdiği konferansı dinlemişlerdi ve Gonca, oğlunun hayranlıkla bahsettiği adamın arabasına çarptığı gerçeğini çok net bir biçimde anlamıştı. Bu; duvara, saksıya veya bir fidana çarpmaktan farklıydı. Bir insanın içinde bulunduğu arabaya çarpmıştı! Yatağın içinde derin bir nefes alan Gonca, belki de bundan sonra araba kullanmamasının gerçekten iyi bir fikir olabileceğini düşündü. Ve sonra uykuya daldı.
|
0% |