@majdafan
|
Gonca, neredeyse sürünerek çıktığı merdivenlerin sonunu gördüğünde rahatlayarak derin bir nefes aldı. Kendini az sonra ölecekmiş gibi hissediyordu. Ölmesine gerek yoktu; şuracıkta, kapının dibinde, kıvrılıp uyuyuverse yeterdi. O kadar yorgundu ki! Daha fazla da hasta! Bir elini duvara dayayarak başı önde derin derin nefes alıp soluklarının yatışmasını bekledi. Zile basmak için hiç acelesi yoktu. Annesinin merdivenleri çıkarken seksen yaşındaymış gibi hissettiğini anlamasındansa burada saatlerce beklemeye razıydı. Zaten üç gündür, “Rapor al!” diye, diye başının etini yemişti; bir de onu bu halde görürse... Gonca gözlerini kapatarak, “Of, Allah’ım!” diye inledi. Düşüncesi bile korkunçtu! Son üç gündür sadece annesi değil, Nisan da Halit de sanki ağız birliği yapmışlar gibi dinlenmesi gerektiğini söyleyip durmuşlardı. Bir çocuk olsa, elleriyle kulaklarını kapatıp, dudaklarını büzerek ne hissettiğini gösterebilirdi ama ne yazık ki çocuk değildi. Bu yüzden, “Tamam, tamam...” deyip geçiştirmeye çalışarak anı kurtarmayı başarmıştı. Annesinin, Nisan’ın, Halit’in, hatta hasta danışanı Suzan'ın haklı olduğunu biliyordu. Aptal değildi, en nihayetinde bu ağır gribi dinlenmeden atlatamayacağının o da farkındaydı. Ne var ki her gün kapısında küçücük de olsa iyi bir haber almak ümidiyle bekleyen anne ve babalar için, daha çok da o mini min çocuklar için umut kaynağı olabileceğini bilerek evde yatmayı kendine yediremiyordu. Gonca, doktor olmak için doğmuştu. Buna sonuna kadar inanıyordu ve inanma sebebi, kesinlikle ilk kez üç yaşındayken doktor olacağını söylemesi ve yıllar içinde bir kez olsun başka bir mesleğe ilgi duymaması değildi. Öncelikleriydi. Gonca’nın öncelikleri, hiçbir zaman kendi benliğine odaklı olmamıştı. O daha çok diğerlerinin, özellikle de sevdiklerinin mutluluğunu kendine öncelik edinmişti. Henüz altı yaşındayken annesinden bir kardeş istemekten vazgeçmesinin ya da bugünlerde Mert için yurt dışı eğitim olanaklarını en ince ayrıntısına kadar araştırmasının nedeni de yine kendisi değildi. Diğerlerinin mutluluğu, çoğunlukla kendine acı verse de, en önemsediği şeydi çünkü onlar mutlu olmadan Gonca’nın mutlu olma olasılığı hiç yoktu. Çoktandır bunun bir kısır döngü olduğunu fark etmişti ama fark etmesi bu huyunu değiştirmesi için bir sebep değildi. Zaten istese de değiştiremezdi. Mert’in üniversite eğitimiyle ilgili seçenekleri düşündüğünde, özellikle de oğlunun isteklerinin onun için kendi istedikleriyle ne kadar farklı olduğunu düşündüğünde, ilk kez canı gönülden, “Keşke değiştirebilseydim!” diye dua etmişti. Ne var ki duasının Mert’in mutluluğunu kendininkine feda etmek olduğunu anladığında, böyle bir dua ettiği için hemen pişman olmuştu. Gonca liseye başladığında doktor olma kararını, fen bölümünü tercih ederek pekiştirmişti. O yıllarda doktorları bir çeşit üstün yaratıklar gibi görüyor olmasının bu kararında etkisi büyüktü. Neredeyse soluk bile almadan izlediği Amerikan dizilerindeki acil servis doktorlarının kafasında yarattığı bu imajda büyük etkisi olduğunu ise çok sonra anlamıştı. Daha mesleğe tam olarak adım atmamışken, bir doktor adayıyken, gerçeğin hiç de dizilerdekine benzemediğini gözlemlemişti. Ne hastaneler o kadar ışıltılı ve donanımlıydı ne de doktorlar mucize yaratan varlıklardı. Onlar sıradan insanlardı. Herkes kadar sıradan. Tıpkı diğer mesleklerde olduğu gibi doktorların içinde de tembel, kaytaran, fırsatçı, kendini geliştirmeye açık olmayan, hatta meslek etiğini hiçe sayanlar olduğu gibi çalışkan, disiplinli, yenilikleri takip ederek kendini her an güncelleyebilen, iyi ahlaklılar da vardı. Gonca, bu ikinci grupta yer alanların arasında olmayı okurken kafasına koymuştu. Çalışkan olacaktı, disiplinli olacaktı, ufku açık olacaktı. Belki kolay değildi ama başaracaktı. Şimdi geri dönüp baktığında, başardığını belki söyleyemezdi fakat başarma yolunda emin adımlarla ilerlediğini söyleyebilirdi. Gonca, insanların gözlerinde “güven” görmeyi seviyordu. Hastalarının ona güvendiğini bilmek, inanılmaz bir motivasyon kaynağıydı. Bu güven, onu her zaman daha fazla çalışması için teşvik ediyordu. Gonca’yı hastalarının ona güvendiğini bilmesinden daha çok motive eden şeyse onların sağlıklı bir gülümsemeyle yanından ayrılmalarıydı. Bu yüzden fakültedeki ilk beş senesinde, uzmanlığını insanları gülümsetmenin diğerlerine göre daha kolay olduğu bölümler üzerine yapmayı düşünmüştü. Amacı kesinlikle çok netti ve çok doğruydu: İyileştirmek istiyordu, mutlu haberlerle insanların yüzünü güldürmek istiyordu. Kadın doğum uzmanı olmayı kafasına koymasının nedeni de bu isteklerdi. Bir canlının gözle görülemeyen iki hücrenin birleşmesiyle oluşan gelişimini an be an takip etmek, o gelişimi büyük bir heyecanla bekleyen anne ve baba adaylarına henüz bir çeşit fanusta yaşayan bebeklerini göstermek ve en sonunda o bebeği onların kucağına vermek... Bir doktor için bundan daha mükemmel bir son olabilir miydi?... Ne var ki tıpta son senesi gelip çattığında, en az vakit geçirebildiği bölüm Kadın-Doğum olmuştu. Tek tesellisi, vaktinin çoğunu Yenidoğan Ünitesinde geçiriyor oluşuydu. Aslında her bölümde düzenli bir biçimde eğitimine devam ediyordu ama bu durumdan pek hoşlandığı söylenemezdi. Bazı bölümlerde mutsuzluk ve ölüm kol geziyordu. Bu yüzden özellikle onkoloji bölümünde bulunmaktan hiç hoşlanmıyordu. Oradaki hastaların ve hasta yakınlarının umutsuzluğu Gonca’nın üzerine bir kabus gibi çöküyordu. Gerçekten çöküyordu. Ne vakit onkolojide çalışsa gecesinde korkulu rüyalarla cebelleşiyordu. Ayakları geri geri gitse de mezun olmak için orada zaman geçirmesi gerektiğini kendine hatırlatarak dayanmaya çalışıyordu. Bir gün onkolojinin bölüm başkanı Nisa Hoca günlük turu tamamladıktan sonra tıpkı Gonca gibi peşinde gezen bir grup son sınıf öğrencisine dönüp, “Ee?..” diye sormuştu. “Ne gördünüz?” Kendini en akıllı sananlardan biri hemen, “Bir over, iki uterus, bir nazofarenks, iki özofagus, üç meme...” diye atlamıştı. Nisa Hoca elinin bir hareketiyle onu susturmuş, yeniden, “Ne gördünüz?” demişti. Daha sabahın onu olmasına rağmen az önce gördükleriyle büyük bir çöküntü yaşayan Gonca, “ümitsizlik...” diye fısıldamıştı kendi kendine konuşur gibi. Nisa Hoca, “Haklısın.” demişti Gonca’ya. “Ümitsizlik. Ama bakıyorum da...” diye devam etmişti delici mavi gözlerini Gonca’ya dikerek. “Sen onlardan daha ümitsiz görünüyorsun.” Gonca bu doğru tespit karşısında sesini çıkarmadan beklemişti. “Onların ümitsiz olmaya hakları var mı?” “Yok!” diye bağırmıştı kendinden beklenen cevabın bu olduğunu sanan biri. Hocanın gözlerini üzerinde hisseden Gonca, sorunun esas muhatabının kendi olduğunu fark ederek derin bir nefes almıştı. “Kesinlikle var.” Nisa Hoca gülümsemişti. “Evet, kesinlikle var. Hastalıklarının ne olduğunu biliyorlar. Olasılıkları biliyorlar ve bu olasılıklardan biri, onları ümitsiz bırakmak için yeterli.” Sonra kadın bilge bir edayla bakışlarını henüz birer doktor adayı olan öğrencilerin üzerinde gezdirmiş ve sonra yeniden Gonca’ya dönmüştü. “Peki bizim ümitsiz olma hakkımız var mı?” O zaman Gonca ilk defa doktor-hasta ilişkisinin nasıl olması gerektiğini tüm netliğiyle görmüştü: Gereğinden fazla empati yapmanın bu ilişki için çözüm değil, yıkım olduğunu anlamıştı. Hele de kendisi gibi başkalarının mutluluğunu çok önemseyen biri için sonucun bir felakete dönüşebileceğini de. Bu yüzden büyük bir kararlılıkla çenesini kaldırıp, “Kesinlikle yok!” demişti. Nisa Hoca’nın gülümsemesi daha da genişlemişti. “Doğru cevap! Ümitsizliğe kapılmış bir insanın çaresi, kendisi gibi ümitsiz bir insan olamaz!” “Peki...” demişti çekingen bir kız. “Gerçekten durumu ümitsiz olan bir hasta varsa... Yani...” Kıza dönen Nisa Hoca, “Hastanın yaşamsal durumuyla, hastalığıyla ilgili bir ümitsizlikten bahsediyoruz öyle değil mi? “ diye sormuştu. Kızın onaylayan ifadesi üzerine de, “Yine de bu durum, hasta için bütün ümitlerimizin bittiği anlamına gelmez.” demişti. “Nasıl yani?” diye sormuştu aynı kız bir parça şaşkınlıkla. “Sen...” demişti Nisa Hoca. “Yakınını kaybeden birini gördün mü?” “Gördüm.” “Sana ümitsiz gibi göründüler mi?” “Be... Ben...” “Üzgündürler, acı çekerler, ağlarlar ama ümitsiz... Ümitsiz değildirler. Hatta aksine kaybettikleriyle ilgili ümit etmeye devam ederler. Onların olduğu yer, olmasını istedikleri yer, bağışlanmaları...” Gonca, hocayı sessizce dinledikten sonra, “Ne demek istediğinizi anlıyorum.” demişti. “Biri ölse de onunla ilgili umutlar ölmez, sadece biçim değiştirir.” “Peki ya onun umutları?” diye sormuştu çekingen kız. “Ölenin umutları demek istiyorum.” “O umutlar da ölmez. Belki kendisi o umutların bir parçası olmasa da umduğu şeyler o olmadan da gerçekleşmeye devam edecektir.” demişti Nisa Hoca. “Bizim amacımız, hastamızı öyle bir son yakalayacaksa da o ana kadar içindeki umudu yaşatmaya çalışmaktır.” “Psikiyatr olmamızı mı öğütlüyorsunuz?” diye sormuştu, son beş dakikadır gerçekleşen diyaloğu anlamaktan aciz bir öğrenci. Nisa Hoca anlayışla gülmüştü. “Elbette hayır. Bana kalırsa, ben hepinizin onkolog olmanızı isterim. Ama birkaç psikiyatr da fena olmaz.” Öğrenciler bu fırsattan yararlanıp hocaya düşündükleri bölümleri sorarken Gonca kendi içine kapanmıştı. Umut varken, umut dağıtmanın ne kadar kolay olduğunu düşünmüştü. Umut varken umutlu olmak daha da kolaydı. Esas mesele umutsuzlukta bir umut yaratabilmekteydi, umutsuzluğu umuda çevirebilmekte. Bu düşüncelerine rağmen bir sonraki onkoloji ziyareti daha kolay olmamıştı ama en azından hastalardan yayılan bütün olumsuz hisleri çekerek bir çöküntünün eşiğinde gezinmekten ziyade bu kez onlar için yapılmış teşhis ve tedavi yöntemlerine ve değişkenlere göre olasılıklara daha çok kafa yormayı başarmıştı. Zamanla hastalarla ilgili izlenebilecek yöntemlerin belirli olduğunu fark edip bu tip hastalıklarda çok fazla farklı yöntem olmadığını gördüğünde yeniden umutsuzluğa kapılır gibi olmuştu fakat sonra kendine yeni bir amaç edinmişti: Yöntemler ve tedavi sınırlıysa yeni alternatifler geliştirilebilirdi. Bir şeyleri değiştirenin illa başkaları olmasını beklemektense değişimin öncülerinden biri de kendi olabilirdi. Okul bitip uzmanlık sınavını kazandıktan sonra onkolojiyi seçmek için hiç düşünmemişti. Hatta annesinin, “Eve geldiğinde saatlerce ağlamanı dinlemek istemiyorum!” demesine rağmen düşünmemişti. Ve evet, saatlerce ağladığı günler çok olmuştu. Hala da zaman zaman ağlardı ama laboratuvara girip de çalışmalarında aylar sonra bir toplu iğne başı kadar da olsa ilerleme kaydettiğini gördüğünde, bütün üzüntülerinin sevinçler için bir kefaret olduğuna inanarak sabrederdi. Bugün de o ilerlemelerden birini yaşamışlardı. Ne yazık ki kutlama yapacak kadar sağlıklı değildi. Üstelik laboratuvardan sürülmüştü. Ve buradaydı, kendi evinin kapısının önünde ve içeri girmeye korkuyordu. Ama daha fazla burada durması mümkün değildi. En küçük kemiklerine kadar uzanmış ağrı yüzünden her an olduğu yere yığılıp kalabilirdi ki, o zaman Allah korusun, annesinin elinden onu kimse kurtaramazdı. Sanki düşüncelerine bir cevap gibi o sırada kapı açılıverdi. Gonca gözleri büyürken, “Hay Allah’ım sen bana sabır ver!” diyen annesine bakakalmıştı. “Geç, geç içeriye! Allah akıl versin kızım! Allah akıl versin! Gerçi vermiş de galiba fikir vermemiş!” Annesi bir taraftan onu içeri çekerken bir taraftan da homurdanıyordu. “Şu haline bak! Yığılıp kalmadan otur şuraya! Otur!” Kızını kolundan çekip girişteki aynanın altında duran pufa oturtturdu. Sonra uzanıp ayağındaki şık olmaktan çok rahatlık için tercih edildiği her halinden belli olan botları çıkarmaya başladı. Gonca, “Ben yaparım.” diyerek uzanınca elinin üzerine bir şaplak yedi. “Yaparmış! Neyi yapacaksın? Şu haline bak! İyi, bir yerlerde düşüp kalmadan eve varabildin!” Annesi bir taraftan botları çıkarır bir taraftan homurdanırken Gonca, “Anne, lütfen!” diyerek araya girdi. “Başım!...” “Başıymış!” Hatice Hanım doğrulup kızına tepeden bir bakış attı. “Küçük bir çocuk olsan seni elime alır, bir temiz döverdim Gonca Hanım!” Gonca bitkinlikle başını arkadaki duvara yasladı. “Bu tehdidin bana küçükken bir kere olsun vurmuş olsan, belki istediğin etkiyi yaratabilirdi anne.” “Sus! Bir de bana laf yetiştiriyor! Sen iki saattir yolunu gözlerken ne hale geldiğimi biliyor musun?” Şaşıran Gonca, “Eve geleceğimi nereden biliyordun?” diye sordu. Her zamanki saatinden en az üç saat erken çıkmıştı. “Ben bilirim!” Gonca gözlerini devirdi. “Bir çeşit medyum mu oldun?” Annesi elini beline koyup kalçasını hafifçe yaylandırınca fazla ileri gittiğini anlayan Gonca susuverdi. “O dilin var ya o dilin, fırın küreği kadar! Düşüp bayılacaksın hastalıktan, ha bire bana laf yetiştiriyorsun!” “Laf yetiştirmiyorum, sadece merak ettim nasıl öğrendiğini.” Kısa bir kararsızlık yaşayan annesinin hafifçe kızaran yanaklarını görünce, “Münir Bey aradı.” diye sesli bir tahmin yürüttü. Annesi hemen toparlanarak, “Münir Bey ya da Halit ne fark eder? Sonuçta öğrendim ya!” dedi. Gonca, gözlerini kapatması için onu zorlayan baş ağrısına inat annesine dikkatle baktı. “Sen Münir Bey'in telefonunu açmazdın?..” “Açmadım zaten. Be... Ben...” “Ben açtım!” Gonca şaşkınlık ve sevinçle mutfak kapısından onları izleyen kadına baktı. “Anne!..” Ayağa kalkıp ikinci annesi olarak gördüğü kadına sarılmak istedi. Sendeleyince, diğer iki kadın yetişip koluna girdiler. “Allah aşkına!” diye homurdandı Hatice Hanım. “Gülsüm, hadi şunu yatağına götürelim!” Gonca’nın, “Ben giderim...” deyişi, annesinin sert bakışları altında soluk bir nefes gibi duyuldu. Koluna giren iki kadının desteğiyle yatak odasına giren Gonca yatağa oturmadan önce, “Teşekkür ederim.” diye mırıldandı. Onu bırakıp pijamalarını çekmeceden çıkaran annesi, “Hadi, çıkar üstünü!” dedi. “Siz çıkınca...” “Hey ya Rabbi!” diyen annesi Gonca’nın sarı yağmurluğunun fermuarını indirdi, sonra da kollarını çıkarmasına yardımcı oldu. Kendini bir bebek kadar çaresiz ve halsiz hisseden Gonca da ona izin verdi. Annesi pantolonunu çıkarmaya başladığında bir kukla gibi hareket ettirildiğini düşündü. “Ne yaptın sen kendine böyle Gonca?” Gonca, 'Gülsüm Anne'sinin bakışlarında onun için duyduğu endişeyi okudu. Gülümsemeye çalışarak, “İyiyim ben, merak etme!” dedi. O sırada küçük bir çocuk gibi annesi başından geceliğini geçiriyor olmasa,bir parça daha inandırıcı olabileceğini düşünüyordu. “İyiymiş!” diye homurdanan Hatice Hanım, onu hafifçe kenara çekip yatak örtüsünü açtı. “Gir şuraya!” Gonca dediğini hemen yapınca homurtusu daha da arttı çünkü kızının böyle bir emri hiç itiraz etmeden yerine getirmesinin ancak onun çok hasta olmasına bağlı olduğunu biliyordu. “Şimdi çorba getireceğim! Sonra da ilaçlarını içeceksin!” İşaret parmağını kızına doğru salladı. “Ve Gonca Hanım! Bu yataktan iki gün hiç çıkmayacaksın!” “Yarın işe...” Gonca, “Bak ne diyor? İş’miş!” derken kaşları çatılan annesinin hemen ardından gülümsemeye başlamasını şaşkınlıkla izledi. “Senin dünyadan haberin yok! Patronun pazara kadar seni görmek istemediğini söyledi!” Gonca şaşkınlıkla, “Ama daha bugün pazartesi!” dedi. “Akıllı kızım benim!” diyerek alay etti annesi. “Senin şu patronun belki bir parça akıllı bir adam olabilir. En azından senden daha akıllı olduğu kesin.” Annesi arkasını dönüp odadan çıkarken Gonca hissettiği çaresizlikle gözlerini kapattı. Sessizlik yatağın kenarına birinin oturduğunu haber veren hışırtıyla bölündü. Göz kapaklarını zorla aralayarak, “Üzgünüm.” dedi Onur’un annesine, kayınvalidesine. “Bu berbat karşılama için.” Gülsüm Anne'si, “Doğrusu hayal kırıklığına uğradım. Bir bando takımı bekliyordum.” derken Gonca’nın saçlarını sıvazlıyordu. Gonca gülümsedi. “Hadi, sen dinlenmene bak. Konuşmak için vaktimiz olacak.” Gonca, “Neyi” diye soramadan gözleri kapanıvermişti. |
0% |