Yeni Üyelik
15.
Bölüm

10. Bölüm (1. Kısım)

@majdafan

"Tanrım, şu kapıya bak!"

Tokmağı çaldıktan sonra ellerini kapının üzerindeki oymalarda gezdiren Mathilda çığlığı koyuvermişti. Sonra biraz geri çekilerek başını olabildiğince arkaya attı.

"Ooo!.. Aman Tanrı'm! Bak, bak, bak! Şuraya baksana İsabella!"

İsabella gözlerini devirdi.

"Londra'da yaşıyoruz Mathilda ve daha önce de onlarca konak gördük!"

"Evet ama hiç böylesini görmedik!"

Gözlerini evin saçaklarını süsleyen gorgoyle'ların üzerinde gezdiren İsabella, "Şunlar biraz ürkütücü görünüyor." dedi.

"Ürkütücü ama ihtişamlı!" diyen Mathilda, kapının aniden açılmasıyla birlikte yüzündeki hayranlık dolu ifadeyi silerek dikkatini karşısındaki adama vermeye çalıştı.

Bir fasulye sırığı kadar ince ve uzun görünen ve her halinden uşak olduğu belli olan yaşlı adam, Mathilda'ya tepeden bir bakış fırlattı. Sanki kadın, iyice parlatılmış deri ayakkabılarının ucuna konan ufacık sinekten başka bir şey değildi.

Adamın bakışlarıyla vermek istediği mesajı alan Mathilda'nın sırtı dikleşti. Gururla çenesini kaldırdı.

Uşak, onun tavrından hiç etkilenmediğini gözlerini sakince İsabella'ya çevirerek kanıtladı. Basit ve hafif bir baş eğişle, "Madam Mercier" diyerek İsabella'yı selamladı.

"Leydi Elizabeth'in kıya..."

"Gelişiniz bana haber verilmişti Madam." diyerek İsabella'nın sözünü kesen Dawson, "Beni takip eder misiniz lütfen?" diye sordu. Saygısızlığın sınırlarında gezinen tavrına bir de misafirlerin onu takip edip etmediğini önemsemeden arkasını dönüp yürümesi eklenince Mathilda dayanamadı ve kapıyı açan diğer hizmetkarın önünden geçerken, "Küstah, yaşlı budala!" diye homurdandı.

Başuşak Dawson, giriş holünün aydınlığında ansızın durdu. Döndü ve küçük gözleriyle çekinmeksizin Mathilda'ya bakıp, "Bir şey mi dediniz?" diye sordu. Çalı süpürgesine benzeyen kaşları alnına doğru kalkmıştı.

Arkadaşının nasıl yanıt vereceğini az çok tahmin eden İsabella araya girme fırsatı bulamadan, "Budala!" deyiverdi Mathilda. Lafı kime söylediğini, Dawson'ın gözlerinin içine dik dik bakarak, öylesine belli ediyordu ki İsabella bir parça utanç duydu. Oysa Dawson sadece o uzun, ince boynunun üzerindeki başını iyice kaldırarak burnunun üstünden kendinden neredeyse yarım metre kısa olan Mathilda'ya öylesine bakmakla yetindi.

İsabella, bundan daha iyi bir küçük görme ifadesi olamayacağını düşünürken, Dawson herhangi bir şey söylemeye dahi gerek duymadan arkasını dönüp yeniden yürümeye başlayınca ne kadar yanıldığını anladı.

Mathilda, hiddetle, "Burnu büyük domuz!" dedi.

Dawson; kendisine edilen bu yeni hakareti duyduysa bile, İsabella duyduğunu düşünüyordu, dönüp bakmadı. Onun tenezzül etmeyen tavrına daha da sinirlenen Mathilda'nın yeniden ağzını açtığını gören İsabella, arkadaşının böğrüne dirsek atıverdi. Sonra da kısık sesle, "Kes artık!" diye tısladı. "Sadece kendi sinirlerini yıprattığının farkında değil misin?"

Mathilda burnundan bir şeyler homurdandı ama işi daha fazla uzatmadan sessizce yürüdü.

Üst kata çıkan geniş merdivenin yanından geçip geçenki gelişinde Sebastian'la vekilharcının önünde durdukları kapıya hızlıca göz atan İsabella'nın zihninde, " 'Sebastian', bana 'Sebastian' demeni istiyorum!" sözleri çınladı.

Onu böyle, sadece Sebastian olarak, düşünmemek için ne kadar çabalasa da düşünüyordu ve bu yüzden İsablla'nın ödü kopuyordu. Dehşet verici tannışmalarına ve mağazanın üst katındaki daha da dehşet verici konuşmalarına rağmen adamı bu kadar çabuk benimsemesinin, isteklerini bu kadar çabuk kabullenmesinin mantıksızlığını görebiliyordu. Üstelik İsabella, bunların kendine öylesine kolay ve öylesine doğal gelmesini daha da mantıksız buluyordu.

Odasında karanlığa, "Sebastian" diye fısıldadığında bir çeşit rahatlık hissetmişti ve o ana kadar kocasına ismiyle seslenmeye ne kadar ihtiyacı olduğunu fark etmemişti. Aslında bu ihtiyacın nedeninin dünyadaki yalnızlığı, bir akrabaya bile sahip olamamanın yalnızlığı olduğunu çok iyi biliyordu. Yoksa Tanrı huzurunda evlenmiş olsalar da kutsandığını sanmadığı bir evlilikten ötürü kocası olan adamın ismini söylemeye ihtiyaç duyacak hali yoktu. Ruhen asla, bedenen de bir iki dakikalık acılı çırpınış dışında birbirlerine bağlanmamışlardı. Daha kötüsü ise,bağlanmak gibi bir niyetleri de olmamıştı. İsabella için Sebastian St. James bir yabancıydı ama öyle bir yabancıydı ki birlikte bir çocuk yapacak kadar yakın, sonrasında bir kelime edemeyecek kadar da uzaktı. Bu yüzden ona "Sebastian" diyemezdi, onu "Sebastian" olarak düşünemezdi.

Ancak kendinin duyabileceği sefil bir mırıltıyla, "Ama düşünüyorum." dedi.

Bunun için de kendine içleniyor, öfkeleniyordu.

Sebastian St. James, İsabella'ya bir lokma alıp tadını beğenmediği ve bu yüzden gözünün önünden kaldırttığı bir yemek gibi davranmıştı. Onu bir paçavra gibi kullanılıp kenara atmıştı. O anların hepsi İsabella'nın kalbinde derin yaralar açmıştı. Buna rağmen mumun etrafında yanmayı umursamayan bir pervane gibi adama çekilip durmasının nedenini; İsabella, kendine bile, açıklayamıyordu.

Dawson'ın açtığı kapıdan daha önce evin efendisinin kolunda girdiği kabul salonuna adım atarken bu aralar sıkça ettiği duayı tekrarladı: "Tanrı'm sen beni yanlış bir şey yapmaktan koru!"

Dawson eli hala kapı kolunda dikilirken, "Ekselansları birazdan size katılacak Madam." dedi, sonra da Mathilda'yla İsabella'yı yalnız bıraktı.

Kapanan kapının ardından Mathilda, "Sinir bozucu akbaba!" diye homurdandı fakat Dawson'a olan öfkesi, odanın görkemi karşısında kaybolup gitti.

Mathilda; her bir detaya özel ilgi gösterdi, her birine ayrı hayranlık duydu ama seğirterek yanına gittiği köşedeki vazo karşısında kendini kaybetti.

"Bu!.. Tanrım! Bu bir Ming! İnanamıyorum İsabella, bu vazo bir Ming!"

İsabella, onun tam olarak ne demek istediğini anlamadığı için Mathilda'nın beklediği gibi bir tepki göstermedi. Bunun üzerine Mathilda, "Sana inanmıyorum İsabella!" diye haykırdı. "Leydi olan sensin ama bu konularda ben seni bilgilendirmek zorunda kalıyorum!" dedikten sonra Çin tarihinden, adı Ming olan bilmem kaç yüzyıl süren hanedanlıktan bahsetmeye başladı.

Gözlerini deviren İsabella, "Sonuçta bu, porselenden yapılmış bir vazo!" dedi.

Mathilda, yüzünü yukarı doğru kaldırdı. "Tanrı'm sen onu affet!" Sonra İsabella'ya baktı. "Senin o, 'porselen vazo' dediğin şey bizim olsa ömür boyu çalışmayız yavrucuğum."

"O zaman iyi ki bizim değil." diye mırıldanan İsabella'yı anlamayan Mathilda, "Efendim İsabella?" dedi.

"Çok yazık, dedim. Ama dükün senin gibi düşündüğünü sanmam."

Mathilda omuzlarını silkti.

"Neden düşünsün ki? Kim bilir elinde bunun gibi kaç tanesi vardır? Hem bu zengin aristokratlar evlerinde bu tip şeyleri bakmak için bulundururlar, zevk için! Bizim gibi kaç para tutacağını hesap edecek halleri yok ya!"

"Öyle tabii Math..."

İsabella'nın cümlesi açılan kapının sesiyle yarım kaldı. Sebastian'ın o mavi gözleriyle karşılaşacağının beklentisi kalbini hızlandırırken yavaşça kapıya döndü ve henüz aldığı nefesini geri bırakmayı uzun süre akıl edemedi.

Dawson'ın kastettiği "ekselansları"nın Sebastian olduğunu sanmıştı oysa başuşağın bizzat açtığı kapıda Warwall'ın dul düşesi duruyordu. Bu kadının sadece varlığı bile insanların üzerinde korkutucu bir etki yaratırdı ve bunu kendi de bilirdi. Bazen o etkiyi arttırmak için, tıpkı şimdi kapının ağzında ağır brokardan elbisesiyle dimdik duruşu gibi, çoğu kişinin asla farkına varmayacağı şeyler yapardı.

Düşes, yavaşça onlara doğru yürümeye başladığında İsabella gerildi. Kadının öyle lütufkar bir tavrı vardı ki bilmeyen biri Dawson'la ikisinin akraba olduklarını sanabilirdi.

İsabella, onun bu fildişi kulesinden aşağıdaki tebaasına bakan kraliçe tavrı yüzünden karşısındakinin kim olduğunu anlamadığını düşündü çünkü İsabella'nın kim olduğunu anlasa tabiatının dondurucu soğukluğu öfkesiyle birleşir ve odadaki herkesi yakıp kül edebilirdi.

İsabella, göz ucuyla Mathilda'nın reverans yaptığını fark etti ve o da doğal olarak dizlerini hafifçe kırdı. O sırada gözlerini bir an olsun yaşlı düşesin üzerinden ayırmamıştı.

"Yıllar ona yaramamış." diye düşündü. Evet; en az eskisi kadar görkemli görünüyordu, zaten giydiği gösterişli elbiselerle başka türlüsü düşünülemezdi fakat ne kadar çok pudralanmış olursa olsun yüzü on beş sene önce orada olmayan birçok derin çizgiyle kaplanmıştı. Buna karşın hissiz ifadesi suratında, yıllara meydan okuyarak, aynen kalmıştı. Boynunu, kulaklarını, parmaklarını ihtişamlı ve bir o kadar da paha biçilemez Warwall mücevherleri süslüyordu.

İsabella, acı bir buruklukla, bu mücevherlerden kendine bir nikah yüzüğü bile düşmediğini düşündü.

Düşesin iyice kısılmış mavi gözlerinin üzerinde yarattığı huzursuzluğu yok saymaya çalışan İsabella; bir zamanlar bu gözlerin Sebastian'ınkiler gibi olduğunu, tıpkı onun gözleri gibi baktığını düşünmüştü. Oysa şimdi Sebastian'ın gözlerinin annesininkilerin yanında sıcak, sımsıcak kaldığını rahatlıkla söyleyebilirdi. Düşesin insanı üşüten gözlerinin mat mavisi, adeta içinde ruh olmayan bir bedene aitmiş gibi duruyordu ve kadının yüzüne hakim olan tek ifadeyi de o gözler değil, gerilmekten dümdüz çizgiye dönüşmüş dudakları veriyordu.

"Madam Mercier?.."

"Benim... ekselansları." diyen İsabella, düşese cevap verirken kadının ünvanını kullanmaktaki isteksizliğini fark eden Dawson'la bir anlığına göz göze geldi.

Düşes, sert bakışlarını bir an olsun İsabella'dan ayırmadan, "Bayanı mutfağa götür Dawson!" diye emretti. Kimi kastettiği çok açık olmasına rağmen gidip gitmeme konusunda kararsız kaldığı belli olan Mathilda'ya ufak bir baş hareketiyle gitmesini işaret eden İsabella, yalnız kaldıkları ana kadar düşese bir daha dönüp bakmadı.

Kış ayazında kalmış tel kadar gerilmiş ortamda, İsabella ilk konuşan olmamaya kararlıydı. Üstelik neden konuşacaktı ki? Bu kadın ondan çocuğunu almıştı. İsabella da hem henüz çok ama çok genç olduğu hem de elinden bir şey gelmeyeceğine inandığı için Elizabeth'i ona vermişti. Bugün dönüp baktığında başka seçeneği olmadığını görebiliyordu. Dünyayı hiçbir şekilde tanımayan, kimsesiz sayılabilecek kadar yalnız bir kadının dük ve düşes karşısında gerçekten de bir seçeneği yoktu ama düşesin vardı. İsabella'nın ayrılmasını dük istemiş olsa bile ona karşı duracak kadar iradeye sahipti. İsabella'yı kanatları altına alıp koruyabilir, çocuğunu büyütürken onu destek olabilirdi ama o böyle davranmayı tercih etmemişti.

Yıllar içinde İsabella; bir kalbin, hele de bir kadın kalbinin nasıl olup da henüz anne kokusuna, anne sevgisine muhtaç bir bebeği ondan koparabilecek kadar taşlaştığını merak etmişti ama buna kabul edilebilir bir yanıt bulamamıştı. Elizabeth'in düşesin torunu olduğu gerçeğini bir kenara bırakarak düşünmüş, yine de kabul edilebilir bir yanıt bulamamıştı.

Yaşlı, soylu kadın sonunda İsabella'yı süzmeyi bırakıp, "Demek, çok meşhur Madam Mercier sensin." dediğinde İsabella, onun kendisini tanımamış olabileceğine dair ufak da olsa taşıdığı ümidi kaybetti.

Son birkaç gündür bu karşılaşmadan ölesiye korkmasına rağmen kadının sesindeki hor görme karşısında en az eskisi kadar duyarsız kalabildiğini anladığında göğüs kafesine hızlı hızlı vuran kalbi daha sakin atmaya başladı. Düşes, hiçbir zaman fark etmemiş olsa da, İsabella onun bu yukarıdan bakan tavrından çok etkilenmezdi çünkü onunla tanışıncaya kadar hayatını büyükbabasıyla büyükannesinin, özellikle büyükanesinin, yukarıdan bakan tavrının nesnesi olarak geçirmişti. Bu yüzden daha önce olduğu gibi şimdi de bu tavra katlanabilirdi. Üstelik şimdi, kendine ve kızına yıllar önce yapılan haksızlığı çok rahat görebilen olgun bir genç kadının sabrına, dayanıklılığına ve iradesine sahipti.

Düşes, aynı hor görmeyle, "Seni bir kez daha göreceğimi hiç sanmazdım." derken başını hafifçe oynattı. Kulağındaki sallatılı yakut küpeler bir alev misali parladı.

İsabella onun bu fikir üzerinde kafa bile yormadığına emin olsa da "Öyle mi?" diye sordu.

Düşes; muhtemelen İsabella'nın sesinde hissettiği bir şeyden, belki ufacık da olsa alaycı tınıdan, ötürü onu üzerindeki elbiseden saçının biçimine kadar acele etmeksizin süzdü.

"Bunca zamandır nerelerdeydin?"

Kadının sanki bir ahbabıyla çene çalar gibi sorduğu soru karşısında İsabella; onun bir ahbabı olmayacağını, kimseyle de çene çalmayacağını bilmesine rağmen şaşırsa da sakince, "Burada, Londra'daydım." demeyi başardı.

"Buna inanmam mı gerekiyor?"

İsabella omuzlarını silkti.

"Neye inanacağınızı en iyi siz bilirsiniz!"

"Küştahlaşma Charlotte! Karşında kim var sanıyorsun?"

"Siz benim kim olduğumu sanıyorsunuz?"

"Benimle oyun oynama hatasına düşmek istediğinden emin misin Charlotte?"

"Ben oyun oynamıyorum, ben..."

Düşes, sert bir biçimde, "Oynuyorsun!" diyerek İsabella'nın sözünü kesti. "Şimdi bana neden burada olduğunu söylemeni istiyorum!"

İsabella güldü.

"Bunun çok açık olduğunu sanıyordum: Kızımın ilk sezonunun kıyafetlerini ben hazırlayacağım."

Düşes yaşından beklenmeyen bir çeviklikle İsabella'ya yaklaşıp, "Sakın ondan bir daha bu şekilde söz etme!" diye tısladı.

İsabella, düşesi tanıdığından beri ilk kez onu bu kadar sinirli görüyordu ama umursamadı. Apaçık alaycı bir tavırla, "Kimden, Elizabeth'ten mi?" diye sordu.

"Adımlarına dikkat et Charlotte!"

"Benim dikkat etmem gereken hiçbir şey yok düşes!"

"Ne demek istiyorsun?"

"Benim vicdanım temiz, peki sizinki öyle mi?"

Düşes, başını iki yana sallarken yüzünde alaycı bir sırıtış belirmişti.

"Charlotte... Charlotte... Beni hayal kırıklığına uğratıyorsun! Bu duygusallıktan ne zaman kurtulacaksın?" Dudağını aşağılar bir tavırla büken düşes, "Vicdanmış!" dedi tiksinir gibi. "Bu duygusal zırvaları bir kenara bırakıp bana sorduğum sorunun cevabını ver! Burada ne arıyorsun?"

"Size Elizabeth'in ilk sezonunun kıyafetlerini dikeceğimi az önce..."

Düşes bir kez daha İsabella'nın sözünü keserek, "Sorduğumun bu olmadığını biliyorsun!" dedi. "Neden bu evdesin, neden bu şehirdesin?"

İsabella inanamayarak ona baktı. Kadın gerçekten inanılmaz küstahtı.

"Bu evde olmamın sebebini söyleyip duruyorum, bana inanmıyorsunuz. Şehre gelince... Londra'da kaç kişinin yaşadığını biliyor musunuz? Buradaki binlerce kişiden biri de benim ve beş seneden fazladır burada yaşıyorum."

"Sebastian ve Elizabeth de yılın en az yarısını Londra'da geçiriyorlar!"

Kadının bir şeyler ima ettiği belli olan alaycı konuşması İsabella'nın gerilmesine neden oldu.

"Açık konuşun düşes, ne demek istiyorsunuz? Londra'ya onları görmek için mi geldim yani?"

Kadının sessiz kalması üzerine İsabella inanamayarak kahkaha attı.

"Tanrı aşkına! Farkında mısınız bilmem ama oğlunuz bir dük! Ona ulaşmak istemiş olsam bile, ki öyle bir isteğim hiç olmadı, benim gibi bir terzinin ekselanslarıyla görüşmek için bir şansı olur muydu sanıyorsunuz? Rica ederim biraz makul olun!"

Düşes; İsabella'ya kuşkulu gözlerle baktıktan sonra, onun açıklamasını yeterli bulmuş gibi, "O zaman nasıl olup da buradasın, bu konakta?" diye sordu.

İsabella gülümsedi.

"Tesadüfler düşes, tamamen tesadüfler! Benim bu kentin en iyi terzisi olmam... Oğlunuzun Elizabeth için en iyisini istemesi... Bu ikisi tesadüf değil belki ama yan yana gelmeleri, bir tesadüfü doğurdu."

Düşes, İsabella'ya sırtını dönüp pencereye doğru ilerledi.

"Tesadüf ya da değil, bir an önce bu işe son vereceksin!"

"Bu iş, derken neyi kastettiğinizi anlamadım düşes."

Düşes, yavaşça İsabella'ya doğru döndü.

"Sana bir kez daha benimle oynamamanı tavsiye ediyorum Charlotte!"

"Ben de bir kez daha size sizinle oynamadığımı söylüyorum düşes!"

Yaşlı kadın buz gibi gözlerinden daha soğuk bir sesle, "Elizabeth'e kıyafetlerini dikme işinden vazgeçtiğini söyleyeceksin." diye buyurdu. "Uygun bir mazeret bulacağından eminim."

"Hayır!"

Düşesin gözleri tehditle kısıldı.

"Ne dedin?"

İsabella sakin bir tavırla yanıtladı: "Hayır, dedim."

"Sen kiminle konuştuğunun farkında mısın?"

"Hep aynı soruyu sorup duruyorsunuz düşes. Ve evet, kim olduğunuzun gayet iyi farkındayım. Ama sanırım siz tam olarak benim kim olduğumun farkında değilsiniz."

"Kim olduğunu sandığını bilmiyorum ama Charlotte, herkesin dediğine göre Madam Mercier'sin." diyen düşes tiksinir gibi ekledi: "Bir terzi müsveddesi!"

İsabella sesinin küstah çıktığını bile bile, "Yanlış cevap düşes!" dedi. "'Madam Mercier bir terzi müsveddesi değil; o, Londra'nın en iyi terzisi!" Çenesini kaldıran İsabella, "Ama bu; benim bir yüzüm öyle değil mi, herkesin bildiği yüzüm?" dedi. "Diğer yüzümü ise kimse bilmiyor. Yani... Sizden başka kimse."

"Ne demek istiyorsan açık konuş Charlotte!"

"Ben İsabella Charlotte St. James'im, Warwall Düşesi." diyen İsabella, yaşlı kadının renginin atmasını keyifle izledi. "Sanırım yeterince açık konuştum."

Düşesin yüzü sarıdan beyaza doğru dönerken İsabella fazla ileri gitmiş olabileceğini düşündü. Kadının hastalıklı hali karşısında kendini tutamayıp ona doğru birkaç adım atmıştı ki düşes, işaret parmağını sallayarak, "Sen bir düşes değilsin!" diye bağırdı. "Warwall Düşesi değilsin! Sen bir... Sen bir..."

İsabella da dayanamayıp bağırdı.

"Ne? Ben bir neyim?"

Yutkunan düşes cümlesinin devamını getirmedi. Az önceki sinirinden eser taşımayan bir sakinlikle İsabella'ya baktı ve İsabella hiç istememesine rağmen kadının kendini bu kadar çabuk toplamasını hayranlıkla izledi.

"Aklını başına topla Charlotte! Bununla nereye varmayı umuyorsun?"

Bir an İsabella da kendine aynı soruyu sordu. Warwall Düşesi olmak gibi bir amacı yoktu, hiçbir zaman olmamıştı. Sadece karşısındaki kadını kızdırmak; annesinden aldığı Fransız kanı damarlarında hızla akarken ona, "Touche!" dedirtmek istemişti ve neredeyse başarmıştı. Bu yüzden düşese, "Hiçbir yere varmaya çalışmıyorum." diyerek tam anlamıyla dürüst bir cevap verdi.

"Madem öyle, o zaman bu işe hemen bir son vereceksin! Eğer çekindiğin Elizabeth'e uygun bir mazeret uydurmaksa o işi ben hallederim."

"Bunu yapamam!"

"Yapamaz mısın, yapmaz mısın?"

"Yapmam! Ayrıca yapmak istesem de yapamam!"

"Neden?"

"Eğer onu, yani Elizabeth'i görmemiş olsaydım aynı kentte ondan bihaber yaşamaya devam edebilirdim; etmiştim de. Ama şimdi kızımı gördükten sonra..." Başını iki yana salladı İsabella. "Bunu yapamam! Yapmam!"

Düşesin sessiz, soğuk ve dikkatli gözlerinde hain bir ışık parladı.

"Ne olacağını umuyorsun İsabella? Bu işe devam etsen bile ona ne kadar yakın olabilirsin? En fazla bir ay. Ya sonra? O bir dükün kızı, Warwall dükünün kızı ve sen de bir terzisin!"

İsabella karşılık vermeyince düşes devam etti: "Ya da... Belki de inkar ettiğin şeyin peşindesindir."

Bu sefer, "Neyi ima etmeye çalışıyorsunuz?" diye soran İsabella'ydı.

"Gerçekten Warwall düşesi olmanın peşindesin öyle değil mi Charlotte?"

İsabella'nın başını şiddetle iki yana sallaması düşesi durdurmadı.

"Veya... Belki de Sebastian'ın?"

"Hayır!"

"Hayır, mı?" diyen düşes rahatsız edici bir kahkaha attı. "Sebastian'ı gördün mü? Gördün mutlaka! O, çok yakışıklı bir adam; mutlaka bunu da görmüşsündür. Üstelik erkekliğinin de en güzel çağında."

Düşes, İsabella'nın kızaran yüzünü izlerken avını yutmadan önce keyfini çıkarmaya çalışan bir kediden farksızdı. Haince, "Ama o seni tanımadı öyle değil mi?" diye sordu. "Bir kadını, kocasının tanımaması ne demektir? Hıım?.. Söyle bana Charlotte, bunu en iyi sen bilirsin."

"Susun lütfen!"

"Neden? Neden susayım? Sen, girdiğin o delikten çıkıp bu eve adım attığın anda başına gelecekleri tahmin etmeliydin!"

İsabella ne kadar olgunlaştığını, ne kadar güçlendiğini düşünürse düşünsün; düşesin sistemli bir kararlılıkla saldırması karşısında kendini yeniden Warwall malikanesini terketmeye zorlanan on yedi yaşındaki o genç kadın gibi hissettiği şu dakikada ne kadar yanıldığının farkına varıyordu. Bu kadınla karşılaşmaktan hep korkmuştu ama karşılaştıklarında bir şekilde onunla başa çıkacağına inanmıştı. Bu inancın hızla yok olduğunu hissetmek, İsabella'yı mahvediyordu. Çaresizce, "Ben size ne yaptım?" diye sordu.

"Hiçbir şey. Yapamazdın da zaten. Şimdi de yapamayacaksın!"

"Düke her şeyi anlatacağım!"

"O zaman düke henüz bir yaşında bile olmayan bebeğini, malikanenin seyisine neden tercih ettiğini de anlatırsın."

İsabella gözleri şaşkınlık, inanmazlık, çaresizlik ve dehşetle kocaman büyürken, "Hayır!" diye haykırdı. "Hayır!"

"Evet, sevgili Charlotte; evet. Ve sana, 'Bu evden, Elizabeth'ten, Sebastian'dan -özellikle de Sebastian'dan- uzak duracaksın!' diyorsam uzak duracaksın! Yoksa..."

"Yoksa..."

İsabella'nın korkulu fısıltısından aldığı zevki gizleme gereği duymayan düşes, "Elizabeth'e senin kim olduğunu söylerim!" dedi. "Asla tereddüt etmem! Böylece onu neden bıraktığını, neden seyisle kaçtığını Elizabeth'e de açıklama fırsatın doğar. Belli olmaz; belki bir adamı, bir at bakıcısını, küçücük bebeğine tercih eden annesini dinleyebilir. Şansını denemek istemez misin?"

İsabella elleriyle kulaklarını kapattı.

"Yeter!"

Düşes sert ve tehditkar bir tavırla, "Yetmez!" diyerek sesini yükseltti. "Burada senin için ilk ve son kural Charlotte: Yerini bileceksin!"

İsabella bu kadına, bu kadarına daha fazla dayanamayarak kapıya doğru koşturdu ve düşes amacına ulaşmanın getirdiği tatminle onu ne bir söz ne de bir hareketle durdurdu.

Dolu dolu gözleriyle dış kapıya ulaşmaya çalışan İsabella, yaklaşan adamı fark etmedi ve adam onu kollarından yakalamasa muhtemelen onun çelik sertliğindeki göğsüne gömülecekti.

"İsabella?.."

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%