Yeni Üyelik
16.
Bölüm

10. Bölüm (2. Kısım)

@majdafan

Sebastian, Lordlar Kamarasında anlamsız nedenlerle uzayan konuşması yüzünden eve düşündüğünden çok daha geç gelmişti ve sinirliydi. Eve geç geldiği için değil, saçmalıklara tahammül edemediği için sinirliydi.

Kadın sığınma evlerinin yasallaşmasıyla ilgili teklifi görüşülürken Falcon, Thornton ve onlar gibi düşünen bazılarının asap bozucu sorularını sabırla yanıtlamak için gerçek bir çaba harcamış ve kadınları sadece eğlence aracı olarak gören bu tip adamlara karşı tahammülü olmadığını hiç hissettirmeden kendisine ayrılan süreyi en verimli şekilde kullanmıştı çünkü bir kadının kimsesiz, çaresiz, parasız ve daha akla gelmeyecek türlü nedenlerle muhtaç kalıp birileri tarafından sömürülebileceği ihtimali Sebastian'ı korkutuyordu. Elbette bunun "ihtimal" ötesine geçip birçok kadın için acı bir "gerçek" olduğunu da çok iyi biliyordu.

Redingotunun üzerine aldığı pelerinini çıkarıp Dawson'a uzatırken hala geçmemiş kızgınlığının verdiği hırsla homurdanıyor, o esnada başuşağın vızıltı gibi bir şeyler söylediğini fark etse de dikkat etmiyordu. Taa ki...

Çalışma odasına giden yolun yarısında aniden duruveren Sebastian, başını sağa doğru çevirip birkaç adım gerisinde kalan Dawson'a, "Madam Mercier, mi dedin?" diye sordu.

"Evet, ekselansları! Ben de onu anlatı..."

Adamı dinlemek istemeyen Sebastian, sabırsızca, "Nerede peki?" diyerek onun sözünü kesti.

"Düşes hazretleriyle birlikte kabul salonunda ve şey..."

Sebastian, konuşup konuşmamakta tereddüt yaşayan adama bakıp, "Ne, Dawson?" diye sordu.

"Yanlış anlamazsanız kadının çok saygısız olduğunu belirtmek isterim. Düşes hazretlerini gerektiği şekilde selamlamadığı gibi..."

"Hangi kadının?" diye soran Sebastian, konuşmayı anlamaya çalışırken kaşlarını çatmıştı.

"Madam Mercier. O çok küstah ve terbiyesiz bir..."

Sebastian kendine hakim olamadan Dawson'ın üzerine yürüyünce Dawson korkarak geri kaçtı. Çalışanlarını aşağılamaktan hiçbir zaman hoşlanmayan Sebastian, bu sefer bu işi severek yaptı: Dişlerinin arasından homurdanır gibi, "Sen, bu evin bir uşağısın Dawson!" dedi. "Eve gelen misafirlerle ilgili yorum yapmak senin haddine değil!"

"Ö... Özür dilerim ekselansları!"

"Bu seferlik görmezden geleceğim böyle bir durumun bir daha yaşanması karşısında bu kadar sakin kalmayacağımı umarım sen de biliyorsundur?"

"E... Elbette ekselansları! Teşekkür ederim ekselansları!"

Sakinleşen Sebastian, "Şimdi neredeler?" diye sordu ve tam o sırada kulağına uğultu biçiminde kadın sesleri çalındı. Dawson'ın yanıtını beklemeden kabul salonuna doğru hızlı adımlarla yürüdü çünkü kalın kapıların ardına kadar taşıyorsa içerideki konuşma bir çeşit bağrışmaya dönüşmüş olmalıydı.

İçeridekilerden birinin annesi olduğunu düşünmek midesinin kaygıyla gerilmesine neden oldu. Aralarında bir tartışma yaşanıyorsa düşes İsabella'yı beş çayındaki taze bisküviler kadar zahmetsizce ve keyif alarak yerdi.

Düşüncelerinin ortasında salonun kapısı savrularak açıldı ve İsabella başı öne eğik, neredeyse koşarak dışarı fırladı. Bedeninin duruşu öylesine perişan bir izlenim veriyordu ki Sebastian yetişip kollarından yakalamasa onun her an yere yığılacağına inandı.

"İsabella!"

İsabella başını kaldırıp muhteşem gözlerinde neredeyse mavi gibi görünen gözyaşlarıyla baktığında, Sebastian'ın aklı başından gitti.

"İsabella, sorun ne? Ne oldu?"

İsabella, konuşamıyormuş gibi sadece başını iki yana sallamakla yetinirken ağzından kesik bir hıçkırığın sesi yükseldi.

"İsabella?.." diyen Sebastian, Dawson'ın dehşete düşmüş bir biçimde kendilerini izlediğini görünce sorularını erteledi ve bir koluyla İsabella'nın omuzlarını sararak onu çalışma odasına yönlendirdi. Dawson'la sonra ilgilenecekti.

İçeri girdiklerinde hiç vakit kaybetmeden, "İsabella, ne oldu?" diye sordu. Kadının sessizliği, üstelemesine neden oldu: "Lütfen, ne olduğunu söyler misin?"

İsabella, titreyen dudaklarını ısırıp durmaktan başka hiçbir şey yapmayarak öylece durdu. Ne zaman ki gözleri Sebastian'ın gözleriyle kesişti, dudaklarında erkeğin ismi sessizce şekillendi ve ağzından bir hıçkırık sesiyle kurtuldu: "Sebastian!"

Sebastian, "Şşş!..." dedi kollarının arasına alarak sarıldığı kadına. İsabella başını teslimiyetle göğsüne yaslayıp hıçkırdığında, bir kez daha, "Şşş!.." dedi ve sonra sesizce İsabella'nın ağlamasına izin verdi. Arada ellerinden birini saçlarını, sırtını sıvazlamak için kaldırdı ama kollarını onun narin gövdesinin etrafından hiç ayırmadı.

İsabella; asla kavuşamayacağını anladığı kızı için, kalbinde yeşeren umut için ve en çok da kendi için, "Zavallı İsabella" için ağlıyordu. Puslanan zihninde kendine, "Kimim ki ben?" diye sordu. "Gerçek bir zavallı! Zavallıyım!"

Düşesle yüzleşebileceğini, hatta ona kafa tutabileceğini ve belki onu alt edebileceğini sanacak kadar gülünç bir zavallıydı. Düşes onunla oynamış, sıkıldığında da bir an bile düşünmeden son darbeyi indirmiş, daha fazla kırılamayacağını düşündüğü kalbini bin parçaya ayırmıştı.

Kolları arasında teselli aradığı adam bu acımasız kadının oğluydu ve bu acı gerçek, İsabella'nın kendini daha da zavallı hissetmesine neden oldu. Kimsesizliğini daha önce hiç bu denli ağır bir kederle hissetmemişti.

"O da suçlu!" diye düşündüğü anda kendini Sebastian St. James'in kollarının arasından çekip aldı. O da suçluydu, belki annesinden bile daha suçluydu! Kendisi gibi İsabella'nın da hiçbir şey hissetmeyeceğini sanarak ona sahip olduğu yıllar öncesindeki o geceden başlayarak bir kez olsun şefkat göstermediği, umursamadığı, en çok da öyle ya da böyle karısı olmuş bir kadını düşes gibi bir canavarın ellerine bıraktığı için korkunç derecede suçluydu.

İsabella, tıslar gibi bir sesle, "Uzak durun benden!" dedi.

Sebastian, hiçbir şey söylemedi; sessizce İsabella'nın dinmek bilmeyen gözyaşlarını izledi ve en sonunda dayanamayıp uzandığında kadının çırpınışlarını görmezden geldi. İsabella'nın başını iki eliyle yakalayıp baş parmaklarıyla gözyaşlarını silerken kalp kıracak kadar şefkatli görünüyordu. Nitekim İsabella'nın kırık olan kalbini daha da kırmayı başardı.

İsabella, gözyaşlarından artık onu görmez olduğu o anda, "Sebastian!" diye hıçkırdı ve başını bir kez daha kendi gönlüyle onun sert göğsüne teslim etti. Şefkate o kadar ihtiyacı vardı ki! Ama o anda Sebastian'dan isteyeceği son şey de şefkatti çünkü onun şefkati İsabella'nın yine onun kollarında dağılacağından, paramparça olacağından korkmasına neden oluyordu. Bu yüzden ondan uzaklaşması, arkasına bakmadan kaçması gerekiyordu ama aklı ne derse desin bedeni yaslandığı güçlü bedenin varlığına sığınmayı istiyor, ondan hakkı olmayan teselliyi bekliyordu. Belki de bu yüzden elleri, adamın sırım gibi bedenine dolanarak sırtına tırnaklarını batırıyor; yanağı da kalbinin vuruşlarını daha iyi dinlemek için en uygun yeri ararcasına göğsünde dolanıp duruyordu.

Ağlayışının ne zaman son bulduğunu, tarifi imkansız acının yerini yine tarifi imkansız arzuya bıraktığını bilmemesi mümkün müydü? Ama bimiyordu. Kendi bedeninin bittiği yerle erkeğin bedeninin başladığı yeri bile bilmiyordu. Solukları kesik kesik ve hızlıydı.

Korku, heyecan ve beklentiyle başını kaldırıp Sebastian'ın gözlerine baktı; sonra dudaklarına. Yıldırım çarpmış gibi bir hisle bedeni sarsıldı. Buna direnebilecek ne gücü ne de tecrübesi vardı. Teslim olduğu anı Sebastian'ın görebildiğine emindi çünkü ilk başta bedenini bir sığınak gibi sunarak İsabella'ya şefkatini göstermiş olan erkek, şimdi aynı şefkatle onu usul usul öpüyordu. Dudakları, dudaklarının üzerine tüy hafifliğiyle dokunuyor; sonra geri çekiliyordu. Aynı dudaklar; sonra sırayla yüzünde de dolaştı İsabella'nın, gözyaşlarının izini takip etti, çene çizgisi boyunca gezindi, en nihayetinde yeniden dudaklarına geri döndü.

Sebastian; mantıklı düşünme sınırını çoktan geçtiği için orada, çalışma odasının tam ortasında, İsabella'yı bir güzel öptü. Artık oyunbaz değildi, oyun oynamayı düşünecek kadar aklı başında değildi. Tek düşündüğü bütün gücüyle İsabella'nın çıplak bedeninin üzerine uzanmak, her ikisi de yorgunluktan bitap düşünceye kadar onunla sevişmekti. Elleri sabırsız bir hızla elbisenin üstünden kadının belini, kalçalarını okşuyordu. O inledikçe karın kasları geriliyor, bedenin altı yangın yerine dönüyordu. Yine de biraz olsun aklı başında bir tarafı kalmış olacak ki o tarafı; geri dönmek istemeyeceği, istese de dönemeyeceği noktaya hızla yaklaşıyor olduğunu fark etmesine neden oldu ama bu farkındalık, elinin İsabella'nın etiğini sıyırmasına engel olmadı; utanmaz parmaklarının kumaşı kaldırdığı her noktada ipek kadar yumuşak ve pürüzsüz teni okşamasına da.

İsabella'nın sabırsızca, "Sebastian!" diye fısıldaması Sebastian'a kendini çok güçlü hissettirdi. Eli cüretkar dokunuşlarla daha yukarıya kaydı, iyice yukarıya. Öyle bir noktaya ulaştı ki İsabella'nın bedeni kollarının arasında kaskatı kesildi.

Başına geleceği anlayan Sebastian, "Tanrı'm, hayır İsabella! Hayır!" diye inleyerek boştan yere kadının dudaklarına yeniden ve yeniden uzanmaya çalıştı ama başaramadı. İsabella, ellerini Sebastian'ın göğsüne koyarak onu geri gitmeye zorladı. Sebastian içten içe kapıldığı yoksunluk hissi yüzünden bağırmak istese de kendine engel oldu ve İsabella'ya istediğini vererek ellerini onun bedeninin üzerinden çekti.

İsabella, Sebastian'ın kollarından uzaklaşır uzaklaşmaz az önce aralarında geçen her şeyin yanlışlığı kahredici bir pişmanlıkla üzerine çöktü. Kollarını üşüyormuşçasına kendi bedeninin etrafına sardı. Gözleri yeniden dolarken gözyaşlarının akmaması için büyük çaba sarf etti. Bakışları aşağıda, eslbisesinin altından belli belirsiz görünen ayakkabılarındaydı.

"Ne yaptım ben?" diye düşündüğü o anda, sağ taraftaki ayakkabı ucunun soldakine göre daha çok göründüğünü fark ederek kendine geldi. Erkeğe sırtını dönerek hemen üstünü başını düzeltti, en azından düzeltmeyi denedi. Elbisesinin ve saçının olabildiğince düzgün olduğuna inanınca bu kez rahatlamayla aldığı derin nefesini, omuzlarını kavrayan büyük eller yüzünden titrek bir şekilde geri verdi. Sımsıcak dudakları ensesinde hisseder hissetmez hızla geri çekildi.

"İsabella..."

İsabella, yüzünü artık sadece bir erkek değil; bir dük olarak görmesi gereken erkeğe dönerken olabildiğince soğukkanlı durmaya çalıştı. Mesafeli bir tavırla, "Ekselansları..." diye başladı ama adamın hemen sertleşip buz gibi bakmaya başlayan gözleri karşısında, söylemek istediklerini unutup, "Yapmayın ne olur!" diye yalvardı. "Öyle bakmayın!"

"O zaman sen de bana 'ekselansları' diye seslenme! Özellikle de az önce olanlardan sonra!"

Utançla yanakları kızaran İsabella, bakışlarını halıya dikti.

"Unutamaz mısınız?"

"Sen unutabilir misin?" diye soran erkeğin sesi boğuk ve tarazlıydı. İsabella'nın sessizliği karşısında aynı sesle güldü. "Buna karşı koyabileceğini sanıyor musun İsabella? İtiraf ediyorum ben koyamıyorum. Denemediğimi sanma, denedim ama artık direnmekten vazgeçtim!"

"Vazgeçmemelisiniz! Direnmelisiniz!"

"Neden?" diye sordu Sebastian sanki kendinin de sayılabilecek onlarca nedeni yokmuş gibi.

İsabella ona, "Elizabeth yüzünden!" diyemezdi. Söyleyeceği diğer hiçbir şeyin de kabul görmeyeceğini erkeğin tavrından anlayabiliyordu. Çaresizce onu ikna edebilecek doğru kelimeleri ararken kapı vuruldu.

Sebastian, İsabella'yı baştan ayağa süzüp, onun az önce olanlara dair bir iz taşımadığından emin olduktan sonra ancak, "Girin!" diye seslendi.

Dawson kapıda durup eğildi ve "İzniniz olursa Lord Hall ve Lord Stone sizinle görüşmek için bekliyorlar ekselansları." dedi.

Sebastian, "İçeri al." diyemeden, "Her seferinde bu kadar tantanaya ne gerek var, doğrusu anlamış değilim!" diyen sesin sahibi Dawson'ın yanından geçip odaya girdi. Ardından kapıda beliren ve içeri girip girmeme konusunda tereddüt yaşayan Lord Hall'a, "Gelebilirsin Dominic." diye seslendi Sebastian. "Senin Drako gibi nezaketten nasibini almamış biri olduğunu asla düşünmem!"

İsabella, Sebastian'ın konuklarını tedirgin gözlerle izledi. Odaya ilk önce giren adamın saçları Sebastian'ınkinden bir ton daha açıktı ve bu renk onun siyaha varan koyuluktaki gözlerini iyice ortaya çıkarmıştı.

Dawson kapıyı kapatınca, "Bize nezaketten bahseden birine göre kendin nezaket kurallarını unutmuş gibisin." diyen adam, sinir bozucu sayılabilecek bir rahatlıkla devam etti: "Henüz bizi bu güzel hanımefendiyle tanıştırmadın."

İsabella'yı görür görür görmez donakalmış olan Lord Hall'un bakışları önce İsabella'nın sonra da Warwall Dükü Sebastian St. James'in üzerinde hızlıca gidip geldi. En sonunda İsabella'nın üzerinde durduğunda; Lord Hall, her zamanki çekici gülümsemesini takınarak, "Madam Mercier" dedi. "Sizi görmek ne büyük şeref!"

Burada, Sebastian'ın çalışma odasında onunla baş başa olmasının kabul edilebilir bir açıklaması olmadığını çok iyi bilen İsabella; Lord Hall'un hissettirmemeye çalışsa da her şeyi anladığını görebiliyordu ama onun bunu ne burada ne de başka bir zamanda başka bir yerde ortaya dökeceğini sanmıyordu. Bu yüzden genç soyluya minnetini ona en güzel reveranslarından birini sunarak gösterdi.

"Teşekkür ederim lordum."

Diğer adam ses çıkarmadan İsabella'yı inceliyor gibi görünse de dikkatinin İsabella'yla Lord Hall arasındaki diyaloğu çatık kaşlarla izleyen Sebastian'da olduğu belliydi.

"Madam Mercier, Elizabeth'in sezon kıyafetlerini hazırlayacak." diyerek adamları bilgilendiren Sebastian'ın lafı biter bitmez İsabella araya girdi: "Ekselansları, eğer konuşulacak başka bir konu kalmadıysa izninizi rica ediyorum."

İsabella, içinde bulunduğu duruma rağmen sesi titremediği için kendini tebrik etti.

"İzin sizindir Madam." diyen Sebastian, İsabella'nın elini alıp dudaklarına götürdü. İsabella o anda yanaklarına yayılan pembeliği engelleyebilecek güce sahip olmayı diledi.

Soylu adam elini bırakır bırakmaz başı dik, olabildiğince saygın ve gururlu adımlarla çalışma odasından ayrıldı. İçten içeyse bugüne kadar bir kez olsun dedikodu malzemesi olmamış kadınlığına ağlıyordu.

Loading...
0%