19. Bölüm

12. Bölüm

majdafan
majdafan

Samuel kapıyı sessizce açıp içeri girdiğinde Mathilda eski, ahşap mutfak masasına kollarını dayamış; tam karşısındaki ateşin üstünde tembelce salınan güğüme dalıp gitmişti. Sadece sabahları derli toplu görünen saçları, günün bu saatinde dağılmıştı. Minyon ama dolgun bedenini saran gerginlik, sırtını kamburlaştıran gevşek duruşundan anlaşılabiliyordu. Henüz onu fark etmeyen kadını bu mutsuz ve özensiz haliyle bile çok çekici bulan Samuel, gülümseyerek, yedi yıl önce onu ilk kez gördüğünde aklından bambaşka şeyler geçtiğini düşündü. O zamanlar taşradan Londra'ya gelmesinin üstünden ancak birkaç yıl geçmişti.

Londra'ya ilk ayak bastığında otuz bir yaşının içindeydi. Bu büyük şehrin karmaşası karşısında sudan çıkmış balığa dönmüştü. Asla tahmin edemeyeceği bunaltıcı gürültüsü, her an kavgaya hazır gibi görünen gergin insanları, özellikle liman tarafında lağım çukuruna düşmüş hissi veren kokusuyla Londra; küçük, sessiz bir kasabada büyüyen Samuel'de büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Onun yaşadığı yerdeki insanların çoğu değil kavga etmek, kavga etmeyi düşünmeye bile üşenirdi. Üstelik kasaba ve çevresinin Samuel'in hala özlemle hatırladığı mis gibi bir havası vardı. Yine de Samuel bir an bile, bir-an-bile oraya geri dönmeyi aklından geçirmemişti.

Kasaba da dahil doğup büyüdüğü çiftlik, İngiltere'deki sayılı dukalıklardan birinin geniş arazisinde ufak bir yer işgal ediyordu. Babası, çiftliğin işçilerindendi ve Samuel, daha küçük bir çocukken bile, onun çok şanslı biri olduğunu düşünürdü çünkü ne çok çalışkan ne de becerikli bir adamdı. Elinden tam olarak hiçbir iş gelmezdi ama o; elinden hiçbir iş gelmediği için her işe koşulmasını, elinden her işin gelmesine bağlardı ki Samuel bu yaşına kadar, kendini onun kadar olduğundan farklı ve büyük gören başka biriyle karşılaşmamıştı.

Biraz büyüyüp de çevresindeki kişilere ve olaylara duyarlılığı arttığında, babasının yetersizliklerinin çiftliğin yöneticileri tarafından da görüldüğünün farkında varmıştı. Buna rağmen nasıl olup da hala o çiftlikte barınabildiklerine kafa yoran Samuel, en sonunda bunun sebebinin annesi olduğuna karar vermişti çünkü annesi dünyanın en iyi kadınıydı.

Margaret Bolton, fakir bir dünyaya gözlerini açmıştı ve çok erken yaşlarda evlenmişti. Kocasıyla geçirdiği yıllar içinde belki açlık çekecek kadar fakirlik yaşamamıştı ama mutluluk anlamında ne kadar fakir bir hayat yaşadığına Samuel bizzat şahit olmuştu. Kocası olacak lanet olası tarafından yıllarca zulme uğramıştı. Yaşadığı şiddet, Samuel on altısına gelip de yaşının çok ötesinde fiziksel güce eriştiğinde son bulmuştu.

Kısa boylu ve verdiği görüntünün aksine hayli korkak olan babasını sindirmek kolay olmuştu: Adamın her seferinde sudan sebeplerle çıkardığı kavgalardan birinin ortasında; ikinci tokadı yemek üzere olan annesini kenara iten Samuel'in, tehditkar bir tavırla adamın üstüne yürümesi yetmişti. Ona bir kez daha benzer bir davranışta bulunursa başına neler gelebileceğini çok açık bir dille anlatan Samuel, mesajının net olarak alındığını onun bir kez daha karısına el kaldırmamasından anlamıştı. Ve nihayet annesinin hayatındaki şiddetin bir son bulduğunu düşünerek rahatlamıştı. Ama elbette, şiddetin de çeşitleri vardı.

Samuel tek çocuktu. Her ikisi de sağlıklı görünen ebeveynleri yüzünden bunu garip bulurdu. Özellikle de babasının bitmek tükenmek bilmeyen cinsel iştahını düşündüğünde anlayamazdı da. Adama karısı yetmezdi. Çiftlikteki hizmetçi kızlar da daima elinin altında olmasına rağmen, arada bir gelen misafirlerin eşlerini yatağa attığı da çok olurdu. Sanki ne kadar çok kadını becerirse o kadar erkek olacağını düşünür gibi bir hali vardı ki Samuel bunu oldukça mide bulandırıcı bulurdu. Daha mide bulandırıcı olansa babası olacak o aşağılığın o kadınları karısına anlatmasıydı. Üstelik o anlarda sesi her zamankinden daha iddialı, daha pervasız çıkardı. Samuel, kaç kere annesini başını sessizce öne eğerek kocasına kendini gönüllü sunan diğer kadınlarla kıyaslanmanın utancını yaşarken gördüğünü hatırlamıyordu.

On sekiz yaşına geldiğinde; fırsat çıktıkça kendini attığı, hangi odası boş olursa orada çamaşırcı Susan'dan yeni numaralar öğrendiği handa çıkan kavgada, hayatına dair bildiği gerçeklerin çoğunun doğru olmadığını öğrenmişti. O gün o kadar çok içmişti ki sonrasında kavganın hangi nedenle çıktığını hatırlayamamıştı ama ilk yumruğu ona "piç" diyen birinin suratına patlattığı net olarak aklında kalmıştı. Kendi yaşlarındaki çocuk burnunda kanlarla yere devrilirken; Samuel onun suratına tükürüp, "Kimse anneme hakaret edemez!" diye haykırmıştı.

Çocuk elinin tersiyle yüzünü silerken, "Senin piç olduğunu herkes biliyor!" demişti.

Samuel, duydukları karşısında yalpalayarak gerilemiş; o esnada son bir yıldır takıldığı bu mekandaki tanıdık her bir yüzde duyduklarının doğruluğunu okumuştu.

Sonraki birkaç dakikalık sessizlikte herkes Samuel'in kocaman, güçlü gövdesiyle ne yapacağını endişe içinde beklerken Samuel kavga sırasında bir bacağı kırılmış sandalyenin üstündeki kaba yünden, kalın paltosunu almış; kapıdan çıkmadan önce meyhaneciye dönüp, "Herkese benden bira ver!" diye bağırmıştı. O günden sonra da kimsenin anlamlandıramadığı bu hareketi yüzünden, "Deli Samuel" diye anılmaya başlamıştı.

Neredeyse zilzurna haliyle kiliseye giden Samuel, hemen bir mum yakmıştı. Sonra buğulu kafasının izin verdiği ölçüde hızlı koşarak çiftliğe dönmüş, annesine sımsıkı sarılmıştı. Her zamanki gibi mutfakta, tencere başında bulduğu kadını kollarının arasında kaldırıp defalarca dönmüş; o, kahkahalarının arasında, "Samuel!.." diye feryat ederken daha da hızlanmıştı.

"Samuel, indir beni!"

Ayakları yere bastığında oğlunun her zaman durgun ve sakin olan yüzündeki heyecanlı ifadeyi hayra yormayan kadın, "Samuel, ne oldu?" diye sormuş, sonra da burnundan aldığı birkaç nefesin ardından yüzünü buruşturup, "Tanrı'm! Sen sarhoşsun!" demişti.

Samuel onu hiç dinlememiş, mutlulukla, "Doğru, değil mi?" diye sormuştu. "O adam benim babam değil, değil mi?"

Annesinin bembeyaz kesilen yüzünden bunun gerçek olduğunu anlayan Samuel, gülmeye başlamış ama annesinin ne kadar üzüldüğünü anladığında hemen durup onu teselli etmeye çalışmıştı. Ona, o adamın oğlu olmadığı için ne kadar mutlu olduğunu anlatmıştı. Gerçek babası her kimse, bu adamdan daha kötü olamazdı ve Samuel'i onun hissettirdiğinden daha kötü hissettiremezdi. Ama tabii... Yanılmıştı.

Annesinin gerçek yaşını o gün öğrenmişti, hamile kaldığında henüz on üçünü yeni doldurduğunu da. Samuel, bir tecavüzcünün çocuğuydu. Margaret Bolton, çalıştığı şatonun efendilerinden birinin saldırısına uğramış; gebe kaldığı anlaşıldığında arazilerindeki çiftliklerden birine gönderilerek oradaki işçilerden biriyle evlendirilmişti.

Başından geçenleri anlatırken annesinin suçlu sanki kendisiymiş gibi başını önüne eğişini hala kırık bir kalple hatırlardı Samuel.

Kadını kollarının arasına çekmiş, onun çektiklerine ve çekmekte olduklarına sessiz sessiz ağlamıştı. Hayatta en nefret ettiği kişinin oğlu olmadığını öğrendiği için yaşadığı mutluluk, ondan daha aşağılık bir adamın oğlu olduğunu öğrenmesiyle yerle bir olmuştu. Kendine gelebilmesi için aradan bir hafta geçmesi gerekmişti ve o zaman annesine çiftlikten ayrılmayı teklif etmişti. Gençti, güçlüydü, sağlıklıydı; ona bakabilirdi.

Annesi bu teklifi şiddetle reddetmişti. Her ne yapmış ve yapacak olursa olsun, kocasını terk etmeyecekti. Adam, çok zor bir durumdayken ona ismini vermişti; öyle ya da böyle çocuğuna babalık yapmıştı. Bu yüzden ona borçluydu.

Samuel, onu inanmak istediği bu dünyadan çekip alamayacağını anladığında kaderine razı olmuş ve annesi daha ellisine bile varamadan öldüğü güne dek onun yanında kalmıştı. Defin işlemi biter bitmez çiftlikten ayrılmıştı ama ayrılmadan önce yıllarca babası bildiği adama bir veda borçlu olduğunu düşünmüştü.

Onu çiftliğin mutfağında hizmetçi kızlardan birinin yanağından makas alırken bulmuştu. Adamın bu tip tavırlarına alışkın olmasına rağmen henüz birkaç saat önce toprağa verdiği karısına, Samuel'in annesine, yaptığı saygısızlık Samuel'i çileden çıkarmıştı. Geldiği gibi sessiz ve hızlı bir şekilde mutfağı terk edecekken adam onu fark etmişti.

"Bir sorun mu var?"

Sorun sensin ve iğrenç bir sorunsun, demek isteyen Samuel; bu vakitten sonra bunun hiçbir anlamı olmadığına karar vererek sakince ona çiftlikten ayrılacağını bildirmişti.

Adam; Samuel'in büyük, yeşil gözlerine hiç benzemeyen boncuk gibi gözleriyle alaylı alaylı bakmış ve "Çok bile bekledin!" demişti.

Bu, sözde babası olan adamı son görüşüydü ve üzerinden yedi yıl geçmişti. Yedi yıl önce kendine bir söz vermiş ve o sözü tutup ardına hiç bakmamıştı. Yedi yıl önce ülkenin başkentine uzun ve sıkıcı bir yolculuk yapmıştı.

Londra, Samuel'de büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı ama gözünü korkutmayı başaramamıştı. Genç, çalışkandı bir adamdı ve bakmakla yükümlü olduğu kimsesi yoktu. Bu nedenle geçinmek onun için bir sıkıntı değildi. Bulduğu her işi yapmış; çöp taşımış, ayak işlerine koşmuş, limana yanaşan büyük gemilerden yük indirmişti. Belki az kazanmıştı ama her gece yatağa tok karınla girmeyi başarmıştı.

Londra'daki üçüncü yılında artık belli bir düzeni vardı: Sabah erkenden, neredeyse gün ışımak üzereyken, kalkıyordu. Kahvaltı etmediği için hemen çıkıyor; parası ve bahşişi daha çok, eziyeti ve yükü daha az işler kapmaya çalışıyordu. Haftanın hangi günü hangi bölgelerde bulunmasını gerektiğini çok iyi öğrendiği için de bunu rahatlıkla başarıyordu.

Her salı liman tarafında pazar kurulurdu. Büyük evlerin kahyaları; hizmetçiler eşliğinde gelip taze et, süt, yumurta, sebze almaya alırdı. Pazarda yiyecek dışında da birçok ürün satıldığı için kahyaların gözleri bunlara da kayar, hizmetçilerin ve bazen de geldikleri arabanın taşıyabileceğinden daha çok şey satın alırlardı. İşte o zaman Samuel devreye girer; fazladan alınan bu malları onların peşinden süslü evlere, konaklara taşırdı.

Bu tip işler yapan onun gibi başkaları da olmasına rağmen; ciddiyeti, temiz ve düzgün görünümü, birkaç yıl içinde insanlara verdiği güven hissiyle Samuel onların arasından sıyrılmıştı. Bu nedenle salı günleri Samuel'in çok çalışsa da çok yorulmadığı ama iyi kazandığı günlerdi. Fakat bazen hava durumu pazarı imkansız hale getirdiğinde cebine beş kuruş girmediği de olurdu. Mathilda'yla da böyle bir günde tanışmıştı.

Şiddetli bir fırtına ve yağmura uyandığı bir salı, pazarın kurulamayacağını bildiği için yorganı kafasına çekmiş; öğlene kadar küçük ama temiz kiralık odasından çıkmamıştı. Bir şeyler atıştırdıktan sonra yakındaki pis kokulu barlardan birine uğramıştı. Daha bir şeyler ısmarlayamadan Bay Mathias yanında belirmiş ve ondan Londra'nın seçkin sayılabilecek bölgelerinden birine kumaş teslim etmesini istemişti. Samuel, adamı hiç düşünmeden reddetmişti. Bay Mathias için birkaç kez böyle işler yapmış ve adam her seferinde başta söylediği fiyatın en az dörtte birini kesmişti.

"Durum acil Bolton! Beni uğraştırma!" diyen Mathias, cebinden Samuel'in normalde aldığı ücretin çok daha fazlasını çıkararak masaya koymuştu. "Sanırım gitmen için bu yeter."

Samuel; başını pis ve lekeli camlara çevirdiğinde Bay Mathias,"Arabamı da alabilirsin ama hızlı olman lazım çünkü kumaşların ıslanmasını istemiyorum!" demişti.

"Bu işi yarın neden yapmıyoruz?" diyen Samuel, merakla, "Eric neden gitmiyor?" diye sormuştu.

Yardımcısının hasta olduğunu söyleyen Bay Mathias sinirle, "Ayrıca bu senin ne üzerine vazife Bolton? Sen dediğimi yapacak mısın, yapmayacak mısın onu söyle!"

Samuel'in kararsız kalarak düşünmesini yanlış anlayan Bay Mathias, "Al!" diye homurdanmıştı masaya biraz daha para bırakarak. "Ama daha fazlası işlemez!"

Samuel, çuvallara konulmuş kumaşları arabaya yerleştirdikten sonra üstlerini kat kat örtüyle kapatarak su almalarını önlemeye çalışmıştı ve ardından arabayı şehrin, kendisinin kiracı olarak asla gücünün yetmeyeceği bir bölgesine sürmüştü. Burada kadınların ve erkeklerin tamamı temiz, iyi giyimli ve kesinlikle kibardı. Samuel, kıkırdayarak, "Yağmur bile daha kibar." diye mırıldanmıştı çünkü liman tarafında bardaktan boşanırcasına yağan yağmur, burada hafif hafif çiselemekle meşguldü.

Bir kadın giyim mağazası olduğu belli olan yerde kumaşları teslim alan kadın, yanında terzi görünümlü diğer iki kadına seslenerek onlara çuvalların içindekileri çıkarmalarını emretmişti. Kendisi ise Samuel'e şöyle bir bakmış ve itiraz kabul etmeyen bir tavırla, "O ceketi çıkarsanız iyi olur." demişti. "Yoksa sizi hasta eder."

Kadına nezaketi için teşekkür eden Samuel; gitmek için kapıya dönmesine rağmen ne aralık kolundan tutularak mağazanın içinde bir tabureye oturtulduğunu, ne aralık eline bir bardak sıcak çay tutuşturulduğunu hiç anlayamamıştı.

Kadın, kumaşları ne şekilde yerleştirmeleri gerektiği konusunda terzilerle tartışırken Samuel elindeki çaya odaklanmıştı. Amacı bir an önce onu bitirip bu mekandan ayrılmaktı zira tüller, danteller, kurdeleler, kasnaklar; erkekliğine bir tehdit gibi etrafını sararak onu boğuyordu.

Nihayet çayı bitirdiğinde, hala meşgul olan kadına nezaketle teşekkür edip mekandan sıvışmayı planlıyordu ki kadın yine ona engel olmuştu.

"Gel benimle!"

"Bana mı söylüyorsunuz?"

"Başka kime söyleyeceğim?" diyen kadın gülmüş ve Samuel'in kendisini takip edeceğinden emin bir biçimde arkasını dönüp mağazanın içerde bir yerlere açılan kapısına doğru yürümüştü. Samuel de gerçekten bu minyon, tuhaf kadını takip edip sebze doğramakla meşgul olan bir başka kadının işgal ettiği mutfağa girmişti.

"Önce şu üstündekini çıkart bakalım!"

"Hanımefendi bunun uygun olduğunu sanmı..."

Samuel'in lafını tamamlamasına fırsat vermeyen kadın, "Neden uygun değilmiş?" diye sormuş ve Samuel'in son yarım saatte anlama talihsizliğine eriştiği itiraz kabul etmeyen tavrıyla bir dakika içinde kenardaki tek kişilik koltuğun üstünde katlanmış olan battaniyeyi omuzlarına sarması için Samuel'e vermiş, ıslak ceketi de büyük ocağa yakın koltuğun üzerine genişçe yaymıştı. Ardından masanın üstüne süt ve elmalı turta koymuş; Samuel'e dönüp, sanki her gün kapıdan bir adamı sürükleyerek mutfağa getirip de ona bir şeyler ikram ediyormuş gibi, "Otur!" demişti. "Ye!"

Kadına itaat etmesi mi yoksa nezaketini suiistimal etmek istemediği için itiraz etmesi mi gerektiğine bir türlü karar veremeyen Samuel onun, "Otursana!" ısrar etmesi karşında sandalyeye oturmuştu.

Küçüklüğünden beri süt içmemiş olan Samuel, o zamanlarda bile hiç hoşlanmadığı bu beyaz renkli sıvıdan aldığı her yudumu zorla yutmuştu ama elmalı turta için değerdi. Bir de tabii o yedikçe tuhaf kadının gözlerinde beliren ışıltı için.

Kadın, aşçı olduğu anlaşılan diğer kadının onaylamaz bakışları altında Samuel'e bir sürü soru sormuştu: Kim olduğu, ne iş yaptığı, nereden geldiği... Samuel, ne işe yarayacağını bilmese de kadına büyük bir dürüstlükle cevap vermişti. Onu ne kadar tuhaf bulmuş olursa olsun; bir kadınla, saygın bir kadınla, sıradan konularda sohbet etmesinin üzerinden o kadar uzun zaman geçmişti ki içinde bulunduğu anın uzamasından memnun bile sayılırdı.

Nihayet hem sütü hem de turtayı bitirdiğinde ayağa kalkmış; kadın da ona eşlik etmişti ve elbisesinin yakasından taşan göğüsleri, ilk kez o zaman Samuel'in dikkatini çekmişti. Vücudundaki istemsiz hareketlenmeden ötürü kendini pislik gibi hissetmişti. Kadın, tek atın çektiği arabası için bir sürücü aradığını ve bu işi ona vermek istediğini söylediğinde kendini aşağılık bir pislik gibi hissetmişti.

Teklife en az Samuel kadar şaşırmış görünen aşçı kadının onaylamaz bakışlarını umursamayarak, "Emin misiniz hanımefendi?" diye sormuştu. "Daha beni tanımıyorsunuz bile!"

Daha az önce kendini "Mathilda" olarak tanıtan kadın, "Tabii ki eminim!" demişti ve daha sonra defalarca yalanlanacak olsa da "Ben insan sarrafıyımdır, öyle kolay yanılmam!" diye eklemişti.

İçinde bulundukları durumu ve Bayan Mathilda'nın sözlerini bir arada değerlendiren Samuel, onu biraz ahmak bulduğunu bugün bile hatırlıyordu. Yine de işi kabul etmişti. Düzenli bir iş ve mağazanın deposunda da olsa kalacak bir yer, Samuel'in durumunda reddedilemeyecek kadar cazipti.

Zaman içinde Mathilda'nın sadece arabacısı değil; pazarcısı, tamircisi, hatta çoğunlukla koruyucusu olmuştu ve yine zaman içinde kadınlara olan doğal ilgisinin ne zaman ve nasıl sadece Mathilda'ya yöneldiğini hiç fark edememişti. Elbette kadının onu, onun istediği şekilde bir erkek olarak görmediğinin farkındaydı. Bu yüzden de sahip oldukları dengeyi, içgüdülerine boyun eğerek mahvetmeye hiç niyetlenmemişti. Ama tabii kaderin her zaman başka başka oyunları olurdu.

Bir gün limandan, nadiren gittikleri o uğursuz Mathias'ın deposundan dönüşte; Mathilda, her zamanki gibi, Samuel'in elini tutarak arabadan inmişti ama bu seferki inişi, ayağı basamağın kenarına takıldığı için bir hayli dengesiz olmuştu. Kucağına düşen kadının ufak tefekliğine rağmen Samuel dengesini kaybetmiş ve düşmüştü. Her ne kadar sırt üstü düşse ve Mathilda üstünde olsa da kadının incinmiş olabileceği olasılığıyla endişelenmişti. Mathilda'nın kıkırdaması; Samuel'e endişesinin ne kadar yersiz olduğunu kanıtladığı gibi üstüne sere serpe uzanmış olan yumuşak, dolgun vücudun her bir girinti çıkıntısını hissetmesine neden olmuştu ve tabii göğüslerini. Her zaman büyük göğüslere zaafı olan Samuel'in burnu neredeyse Mathilda'nın iki göğsünün arasına girmişti.

Mathilda, her zaman duygu geçişlerini çok hızlı yaşayan bir kadın olduğu için aniden kıkırdamayı kesmiş; büyük ve yuvarlak gözlerine yerleşen kaygı dolu ifadeyle, "Aman Tanrı'm!" diye inlemişti. "İyi misin Samuel?"

Samuel'in bedeni, Samuel'e ihanet ederek, içinde bulunduğu durumun "iyi" olarak tanımlanamayacağını hissettirdiğinde; Mathilda'nın gözleri iyice kocaman olmuştu. Her şeyin utanç verici bir hal alabileceği o anda Mathilda'nın yanaklarının pembeleşmesi ve bakışlarını utanarak kaçırması Samuel'in içinde bir umut yeşermesine neden olmuştu. Kendisinin de kızarmadığını umarak boğazını temizlemiş ve olabildiğince sakin bir sesle, "Hadi buradan kalkalım." demişti.

O günden sonra ilişkilerinin doğası değişmeye başlamıştı. Sıradan dokunuşlar, sıradanlıktan çıkmış; dostça bakışlar, zamanla derinleşmişti. Bu süreçte Samuel, diğer kadınlarla olan ilişkisini tümden kesmişti. Ve aradan geçen iki yılın ardından nihayet sabrının meyvelerini toplamak üzereydi.

Birkaç gün önce Mathilda'ya onunla evlenmek istediğini söylemişti ve şaşkınlıkla ağzı açık kalan kadının dudaklarına yumuşak bir öpücük kondurmuştu. Sonrasında da onun; boyunun kısalığını, kilosunu -ki Samuel onun ele kola gelir olmasına bayılıyordu- yaşını öne sürerek bu evlilik teklifinin Samuel'in yararına olmayacağını anlatan konuşmasını dinlemişti. En sonunda sustuğunda onun saçma bahaneler ardına saklanmasına izin vermeye niyeti olmayan Samuel, "Ben kendimi düşünebilirim tatlım." demişti. Sonra da alaycı bir tavırla eklemişti: "Ama beni bu kadar yüceltmen gururumu okşadı!"

Mathilda, yanaklarındaki kızarıklık sinirden boynuna doğru inerken ağzını yeniden açmış ama sonra her ne söyleyecekse bakışları bulutlanmadan hemen önce bundan vazgeçmişti. Sırtını dönüp, dimdik bir yürüyüşle dikiş atölyesine gitmişti.

Samuel; onun üstüne gittiği için hiç pişmanlık duymamıştı, hala da duymuyordu. Kararlılığını bir an olsun elden bırakırsa Mathilda'yı evliliğe razı edemezdi. Özellikle de Samuel'in fark etmediğini sandığı, içten içe onu yiyen çocuk kaygısı yüzünden asla razı edemezdi. Samuel; kadının satır aralarında bir çocuğun evlilik için ne kadar önemli olduğuna vurgu yapan sözlerine karşılık, önemli olanın karı koca arasındaki sevgi olduğuna yönelik kendi sözlerinin pek kabul görmediğini düşünerek üzülüyordu. Şu anda, mutfakta, onu hala fark etmemiş olan Mathilda'ya bakarken kadının neden onu ne kadar sevdiğini kabul etmek konusunda bu kadar direndiğini anlamakta zorlanıyordu.

Samuel; Mathilda'ya dokunma konusunda her zaman sabırsız olduğu için daha fazla duramadı, sessizce yaklaşıp kollarını arkadan onun tatlı gövdesine doladı. Kadının korkuyla çırpınması karşısında gürültülü bir kahkaha attı ve Mathilda'yı da kucağına çekerek sandalyeye oturdu.

Mathilda, "Seni alçak! Beni korkuttun!" diyerek Samuel'in geniş omzuna sahici bir yumruk attı. "Hatta ödümü kopardın! İnsan hiç..."

Samuel'in dudaklarına kapanmasıyla susmak zorunda kalan Mathilda, adamın öz denetimini yitiriyormuş gibi öpmesi karşısında şaşırdı ama ona karşı koymadı, hatta her zaman olduğu gibi o da büyük bir zevkle Samuel'in öpüşüne karşılık verdi.

Mathilda'nın da katılımıyla derinleşen öpüşmeleri, Samuel'in içindeki yangını körükledi; ihtirasını arttırdıkça arttırdı. Onun pervasızlığını hisseden Mathilda, nefes nefese geri çekilmeyi başardığında, "Sam!" diye feryat etti. Erkeğin yeniden dudaklarına yaklaşmasıyla başını çevirip, sesini iyice yükseltti. "Sam!.. Dur lütfen!"

Ağzı aşağılara kayarak kadının bağrında dolaşan Samuel, "Duramam!" dedi tutkudan boğulan sesiyle.

"Sam!"

Samuel; kadının ikazını umursamadan kalçalarını iki taraflı sıkınca Mathilda, "Sam!" diye çığlık attı. Aynı zamanda bir yılan gibi kıvrılarak kurtulmaya çalışıyordu. Bunu başaramayınca uzanıp adamın saçlarına asıldı.

"Ah!.. Lanet olsun! Kes şunu Mathilda!"

"O zaman sen de böyle davranmayı kes!" İçgüdülerine yenilecekmiş gibi duran adamı, "Anlamıyor musun? Mutfaktayız!" diye uyardı.

"Sanki mutfakta olmasak devam etmeme izin verir miydin?"

"Bunu şu anda bilemem öyle değil mi?"

Kadının sözleri, Samuel'in daha önce kendisine açık olmayan bir kapının aralandığı hissine kapılmasına neden oldu ama tabii bunu ona açık açık soracak kadar aptal değildi. Belki bu gece şansını deneyebilirdi, belki de yarın... Olasılıklar, erkeklere özgü bir çıkarcılıkla ellerini geri çekmesine neden oldu.

Samuel'in hemen pes ederek ellerini geri çekmesi, bunu Mathilda'nın kendi istemiş de olsa, Mathilda'yı hayal kırıklığına uğratmıştı. Öğleden sonranın akşama meylettiği bu saatlerde mutfağa kimsenin uğramadığını Mathilda kadar Samuel de bilirdi. İki hizmetçilerinden biri yarım gün çalıştığı için öğle yemeğinden sonra evine gider, diğeri ise akşama kadar mağazada beklerdi. Ve aşçı, öğle yemeğinin ardından akşam yemeğini de ocağa koyduğu için hava kararıncaya kadar ortada görünmezdi. İsabella'ya gelince... O... O zorunlu olmadıkça mutfağa adımını atmazdı. Gerçek kimliği ortaya çıkıncaya kadar bunun sebebini bir türlü öğrenememiş olan Mathilda, sonrasında İsabella'nın paylaştığı bir hikayeyle dehşete kapılmıştı.

İsabella, küçükken çok sevdiği bir kedisi olduğunu söylemişti. Tabii büyükannesi İsabella'yla ilgili diğer her şeye olduğu gibi bu kediye de karşı çıkmıştı. Yaşlı kadının onu elinden alacağını düşünen İsabella; kediyi gizli gizli sevmeye, beslemeye özen göstermişti. Buna rağmen bir gün büyükannesi kediyi İsabella'nın yatağında bulmuştu ve hayvanı ensesinden kavradığı gibi mutfakta kaynamakta olan suyun içine atmıştı. Onun ardından yalvararak iki kat inen ve mutfağa kadar peşinde koşan İsabella, şahit olduğu manzara karşısında günlerce ağlamıştı ve bir daha o mutfağa adımını atmamıştı.

Kedisinin başına gelenleri anlatırken ağlayan İsabella, Mathilda'yı da ağlatmıştı. Mathilda, bu kızın yaşadığı acıların bir hayata sığmayacak kadar çok olduğuna karar vermişti. İşin kötüsü İsabella'nın acıları bitmiyor, üstüne yenileri ekleniyordu.

Mathilda, önceki akşam Samuel'le tiyatroya gitmek istememişti. İsabella'nın Warwall Konağı'ndan bir hayaletin sessizliğiyle dönmesinin üzerinden geçen bir haftada onu hiç yalnız bırakmadığı gibi o akşam da yalnız bırakmak istememişti. Ama Samuel'in ısrarı ve İsabella'nın, "Lütfen git!" diye yalvarması; Mathilda'yı, aklı evde kaldığı için, başından itibaren sonu hiç gelmeyecekmiş gibi hissettiren bir oyunu izlemeye mecbur kılmıştı. Tüm oyun boyunca da Samuel'in uyarısına rağmen hangi akla hizmet dükü eve aldığını kendine sorup durmuştu.

Nihayet oyun bitip soğuk gecenin karanlığında evlerinin siluetini gördüğünde pencerelerin karanlığı karşısında derin bir "oh" çekmişti: Anlaşılan dük gitmiş, İsabella uyumuştu. İşte bu yüzden aşağıda, kapının yanındaki merdivenin altında Samuel'le oynaşarak on dakika geçirmişti çünkü onu öpmeyi seviyordu, kendi yumuşak teninde onun sert ve nasırlı ellerini hissetmeyi seviyordu, daha çok da kendi güçsüzlüğünün adamın gücüyle sarmalanmasını seviyordu.

Nihayet dudaklarını onunkilerden ayırıp yukarı çıktığında; odasına girmeden önce üst kattaki oturma odasının büyük şöminesini kontrol etmek etmek istemişti. Kapıdan içeri girdiğinde çoktandır yatağında olduğunu, uyuduğunu sandığı İsabella'yı sönmeye yüz tutmuş ateşin önünde görünce irkilmişti. Perdeler yüzünden ay ışığının bile girmediği odada kollarını karnına çektiği bacaklarına dolamış, başını da dizlerine dayamış kadından yayılan yalnızlık; kimsesizlik ve keder Mathilda'ya dalga dalga çarparak onun hareketsizce olduğu yerde kalmasına neden olmuştu.

İsabella, başını hafifçe oynatıp da uzun saçlarının aşağı kaymasıyla yüzü açığa çıkmış; koridordaki şamdanın aydınlığında hiçliğin sınırında dolaşan çehresi, Mathilda'nın telaşla onun yanına koşmasına neden olmuştu. "İsabella!" diye feryat ederek arkadaşına sarılırken aşağıda Samuel'le geçirdiği vakitten ötürü çoktan pişman olmuştu.

O şekilde geçen birkaç dakikanın ardından Mathilda, İsabella'yı orada bırakmış ve basamakları uçarcasına inip Samuel'i az önce bıraktığı yerde, kapının dibinde, yeni sardığı tütünü yakmaya çalışırken bulmuştu.

Samuel, İsabella'yı hiç ağırlığı yokmuş gibi odasına taşımıştı; Mathilda sıcak su torbalarıyla dönene kadar da başından ayrılmamıştı.

İsabella ne taşınışına ne de yatağa yatırılışına itiraz etmiş; bir delinin en sakin zamanlarının anlamsız tepkisizliğiyle sadece bakmış ve bakmıştı.

Mathilda, sabaha kadar onun başında beklemiş ve gün ışımak üzereyken uykuya yenik düşen arkadaşına bakarak kendine ağlama izni vermişti. Ne zaman ki sessiz gözyaşları hıçkırığa meyletmiş, işte o zaman elini ağzına kapatarak dışarı kaçmış ve kapının hemen dibine getirdiği sandalyede sabahlayan Samuel'in kollarına yığılır gibi kendini bırakmıştı.

İsabella birkaç saat sonra uyandığında, onun için dökülen gözyaşlarından habersiz, başucunda oturan Mathilda'ya, "Saat kaç?" diye sormuştu. Sesi sıradan bir güne başlıyormuşçasına sakindi. Zaten sonrasında da sakin bir şekilde kalkmış ve Mathilda'yı şaşırtarak hiçbir şey olmamış gibi kahvaltısını yapmış, hatta çalışmaya başlamıştı.

Öğlen olduğunda Mathilda, çekinerek de olsa, oturma odasında bulduğu kime ait olduğu aşikar olan bastonla pelerini ne yapacaklarını sormuştu. İsabella, başını üstünde çalıştığı eskizden ayırmadan, "Konağa gönder!" demişti.

İsabella gibi olmayan bu kadına hiç itiraz etmemişti Mathilda. Aynı kadın; öğle yemeği sırasında dükün her şeyi bildiğini söylemişti, her şeyi ona kendisinin anlattığını da söylemişti. Mathilda; dükün tepkisini, bundan sonra ne olacağını, daha birçok şeyi merak etse de İsabella'nın hem o geceki perişan halini hem de şu anki hiçbir şey konuşmayı istemediğini hissettiren mesafeli ama bir o kadar kırılgan halini düşünerek çenesini kapalı tutmuştu.

Bastonla pelerini güzelce sarıp Samuel'e vermiş; desteğini ve sevgisini Mathilda kadar İsabella'ya da hissettiren bu çok sevgili adamdan bunları sahibine teslim etmesini istemişti. Ve şimdi Samuel, bu görevden dönmüştü.

Mathilda merakla, "Ne oldu Samuel? Her şey yolunda mı?" diye sordu.

"Her şey yolunda mı, derken emanetleri konağa götürüp götürmediğimi soruyorsan götürdüm."

"Bostan korkuluğuna mı teslim ettin?"

Samuel, dolu dolu kahkaha attı. Mathilda, Warwall Konağı'na yaptığı ilk ve son ziyaretin ardından birkaç gün boyunca düşes ve ondan daha çok da baş uşakla ilgili homurdanıp durmuştu.

"Hayır. Eşyalarını dük hazretlerinin kendisine teslim ettim."

Gözleri, şaşkınlığından, birkaç kez kırpışan Mathilda, "Nasıl olup da o adamı geçip düke ulaşabildin?" diye sordu.

"Dawson gibi adamların gerçekte ne olduğuyla kendini sana nasıl gösterdikleri arasındaki farkı iyi bilmek gerekir hayatım. Bunların çoğu kendini olduğundan çok başka bir şey görür, çok daha büyük bir şey. Onlara yerlerini hatırlatmak lazım. Ben de hatırlattım. Kendisine elimdekileri düke teslim etmem için görevlendirildiğimi söyledim ki bu doğru. Ona bizzat teslim etmezsem dükün tepkilerinden sorumlu olmayacağımı da söyledim, bu da doğru"

Samuel duraksayınca, "Sonra?.." diye sordu Mathilda sabırsız bir tavırla.

"Seninki kapıyı yüzüme kapattı." diyen Samuel, Mathilda'nın sinirle açılan ağzına kahkaha dolu bir öpücük kondurdu. "Ama önce bana orada beklememi söyledi."

Mathilda, bir anlık boş bakışın ardından, "Samuel Bolton!" diye cırladı. "Sen bana ne yapmaya çalışıyorsun?"

"Biraz gevşemen lazım hayatım."

"Eğer bana orada neler olduğunu hemen anlatmazsan seni öldürüp öyle gevşeyeceğim!"

"Oo!.. Sert kadınlara bayılırım!" diyen Samuel bir kez daha Mathilda'yı öptü ve "Uşak beş dakika sonra kapıyı yeniden açtı, dük hazretlerinin beni beklediğini söyleyerek onu takip etmemi istedi. Ben de onu takip edip eşyaları sahibine teslim ettim." dedi.

Mathilda hayal kırıklığıyla, "Bu kadar mı?" diye sordu. "O aşağılık dük hazretleri sana hiçbir şey sormadı mı?

Kadının sesinde ve söyleyişindeki küçümser tavır Samuel'in, "Ona bu kadar kızmamalısın balım." demesine neden oldu. "Belki bu masaldaki kötü kalpli hain kurt o değildir."

Mathilda bağırarak, "Değil midir? Değil midir?" diye sordu. "Daha ne kadar hain olabilir Samuel? Dün akşam İsabella'nın ne halde olduğunu hatırlamıyor musun?"

Mathilda'nın titreyen bedenine sımsıkı sarılan Samuel, "Şşş!.. Sakin ol tatlım, sakin!.." diye mırıldandı. "Elbette hatırlıyorum ama..."

Gözlerinin önüne, kış havasına meyilli gökyüzünün soluk aydınlığının neredeyse hiç ulaşmadığı dükün görüntüsü geldi. O kadar kuytu bir köşedeydi ki Samuel, ilk başta onu fark etmemişti. Hatta o budala uşak, "Bay Balton ekselansları!" deyip Samuel'i eliyle içeriye buyur ettiğinde Samuel çalışma odasını boş sanmıştı. Daha da ileri giderek Dawson'ı dükle görüşme konusunda zorladığı için adamın ona bir çeşit oyun oynadığını düşünmüştü.

Dawson kapıyı ardından çekerken Samuel'in odanın kasvetli karanlığına alışan gözleri köşedeki koltukta kımıltısız oturan adamı fark etmişti. Bacakları iki yana genişçe açılmış, neredeyse belinin üstünde oturuyor gibi görünüyordu. Kolları koltuğun yanlarından amaçsızca sarkıyordu. Ellerinden birinde ağzı halıya doğru meyletmiş küt bir kadeh duruyordu.

Bir anda ürperen Samuel'in, bakışları çoktan sönmüş olan şömineye kaymış; sonra yeniden odanın soğukluğuna rağmen üzerinde, etekleri pantolonunun üzerine çıkmış kırış kırış, beyaz, keten gömlekten başka bir şey olmayan düke dönmüştü.

Samuel, bu adamı daha önce sadece iki sefer görmüştü ve her iki seferde de ekselanslarının modaya göre bağlanmış boyunbağından ayaklarındaki parlak ayakkabılara kadar oldukça şık ve düzenli biri olduğu izlenimine kapılmıştı. Bu yüzden karşısındaki darmadağınık adam, kolay kolay şaşırmayan Samuel'i şaşırtmıştı.

Bakışlarını yukarı, dükün gözleri kapalı yüzüne kaldıran Samuel onun uyuduğunu sanmıştı. Aslında öylesine sessiz, öylesine kıpırtısızdı ki öldüğü bile sanılabilirdi. Tıraş olmamış çenesi iyice gölgelenmiş, yine de ağzının kenarındaki derinleşmiş çizgilerin görünmesine engel olamamıştı. Bu haliyle sabahlamış ya da birkaç gündür uyumamış gibiydi.

Samuel, orada, fark edilmeyi bekleyerek neredeyse beş dakika geçirmişti. En sonunda, "Ekselansları!.." diye seslenmek zorunda kalmıştı. Odanın, evin; kulakları uğuldatan sessizliğine rağmen yılmamış, bir kez daha seslenmişti: "Ekselansları?.."

Dükün gözlerini açıp Samuel'e dikmesi; Samuel'in, "Yüce İsa!" diye mırıldanmasına neden olmuştu ve nedeni kesinlikle hareketin ani ve beklenmedik olması değildi. Adamın kan çanağına dönmüş gözlerinde dünyevi hiçbir şeye benzemeyen bir şeyler vardı. Yine de dük, "Vay, vay vay!.." demişti. "Koruma gelmiş..."

Samuel, adamın anlamsız bulduğu konuşması ve kayan dili karşısında kaç kadeh içtiğini merak etmişti. Gözü halının üstünde ve döşemedeki şişelere takılınca, "Ya da kaç şişe?" diye düşünmüştü.

Düşüncelerinden bağımsız, "Ekselansları, bunu getirdim." demişti. Sonra da kolunun altındaki uzun paketi kenardaki sehpanın üzerine bırakmıştı.

Dük bakışlarını Samuel'in üstünden ayırmaya dahi zahmet etmeyince Samuel, "Pelerininiz ve bastonunuz." diye açıklamıştı.

Adam, "Pelerinim ve bastonum mu?" diye sorarken gülmüştü, hatta sonrasında da gülmüştü. Samuel, her haliyle onun aklını kaçırmış birine benzediğini düşünmüştü. Dük, tam da delilere yaraşır bir keskinlikle gülüşünü sonlandırmış ve "Lanet olası bastonla pelerin kimin umurunda?" demişti.

Adamın sert çıkışına nasıl cevap vereceğini bilemeyen Samuel bocalamış; oluşan sessizlikte çok geçmeden başını eğerek, "İzninizle..." dedikten sonra kapıya doğru yürümeye başlamıştı.

"Adın ne?"

Yavaşça arkasını dönen Samuel, "Samuel Bolton" demişti.

"Samuel... Bana birini hatırlatıyorsun Samuel." diyen dük, kimi hatırlattığını Samuel'e söylememişti.

Adamın sessizliğe bürünmesini izin sayan Samuel yeniden arkasını döndüğü anda, "Başka bir şey demeyecek misin?" diye sormuştu dük. Sırtı hala adama dönük olan Samuel onun sesinde hissettiği ima üzerine, yumruklarını sıkıp asabi bir tavırla, "Ne dememi istiyorsunuz ekselansları?" demişti.

Dükten kıkırdama gibi bir ses yükselmişti.

"Biliyor musun, sizler 'ekselansları' deyince, bu kulakta hiç de saygı yankısı uyandırmıyor!"

Onun bu yarı sarhoş haliyle nasıl böyle uzun bir cümle kurabildiğini anlamakta güçlük çeken Samuel, kaşlarını çatarak dönmüş ve adamın yüzüne dimdik bakarak, "Bizler?.." diyerek ne demek istediğini açıklamasını beklemişti.

"Sen, bekçi köpeği ve tabii İsabella."

Her zaman hızlı bir kavrayışa sahip olan Samuel hırsla yumruklarını sıkmıştı.

"Ona bekçi köpeği diyemezsiniz!"

Dük gözlerini devirerek, bıkkın bir tavırla, "Ah, Tanrı aşkına!" demişti. "Yeniden aynı tartışmaya giremem!"

"aynı tartışma" derken adamın neyi kastettiğini öğrenmeye hiç de meraklı olmayan Samuel, "İyi!" demişti.

Samuel'e, gözlerini kırpmadan kendisine bakan adama, dük, "O nasıl?" diye sormuştu.

Samuel, soylu adamın kimi sorduğunu bir an olsun anlamazlıktan gelmeyi düşünmeyerek, "Nasıl olmasını bekliyorsunuz?" diye yanıt vermişti.

Adam gülmüştü. Onun neden güldüğünü bilmese de bu gülüş, Samuel'in sabrını taşırmıştı.

"Ondan uzak durun, yeterince zarar verdiniz!"

Dük koltuğunda dikleşmişti.

"Bana karımdan uzak durmamı mı söylüyorsun?"

Böyle ifade edildiğinde, Samuel'in uyarısı gerçekten o kadar anlamsız görünüyordu ki kendi kulağına bile saçma gelmişti. Yine de sözünün arkasındaydı.

"Evet!"

Dük, alışkanlık haline getirmişçesine yine gülmüştü.

"Yıllardır her söylediğim kayıtsız şartsız yerine getirildikten sonra sizlerin bu küstah tavırlarının temiz bir havayı teneffüs etmek gibi olduğunu söylemek isterdim ama yalan olur! Bu, çok yorucu! Tanrı aşkına, ben bir düküm!"

Ona doğru birkaç adım atan Samuel, "O zaman bir dük gibi davranın!" demişti. "Onurunuzu hatırlayın!"

"Onurumu mu sorguluyorsun?"

Adamın bütün alaycılığını ve vurdumduymaz görünümünü yalanlayan bir sesle sorduğu soru, Samuel'i dikkatli olmaya sevk etmişti.

"Onurlu bir adam dürüsttür, adildir ve bana göre en önemlisi ekselansları, kendi hatalarıyla yüzleşir."

"Ne veciz bir söz!" diye alay etmişti dük. "Konuşmak, yapmaktan her zaman daha kolaydır.

"Yapmadığımı mı sanıyorsunuz?"

Dük; Samuel'in yaşının çok ötesinde olgunluğa sahip gözlerine bakıp başını iki yana sallamıştı. Acıdan çatlayan sesiyle, "Ben yapamam!" demişti. Başını ellerinin arasına almadan önce yine iki yana sallamıştı. "Yapamam!"

Samuel'in gözleri, adamın ellerinden kurtulduğu için kalın halıda hiç ses çıkarmadan yuvarlanan bardağa kaymıştı ve sonra yeniden, "Tanrı'm!" diye inleyen adama. "Tanrı'm, yapamam!"

Samuel, onu o karanlık odada omuzları sarsılır halde bırakmıştı. Düke ne kadar kızgın olursa olsun; adamın bu en zayıf anını, dayanılmaz bir anı olarak yüreğinde saklamak istemiyordu.

"Samuel! Samuel?.."

Mathilda'nın sorusuyla kendine gelen Samuel kadına baktı.

"Efendim balım?"

"Onun için üzülmemi mi istiyorsun, diye sordum. İsabella'ya yaptıklarından sonra?.."

"Öyle bir şey demiyorum balım, sadece... Sadece, acı çeken tek kişinin İsabella olduğunu sanmıyorum."

Mathilda acımasızca, "Dük hazretleri acı çekiyor diye üzüleceğimi sanıyorsan çok yanılıyorsun Sam!" dedi. "Herkes hak ettiğini yaşar!"

Henüz sevdiği kadına ailesini tam olarak anlatmamış olan Samuel, Mathilda'nın sözleriyle ne kadar sarsıldığını ona hissettirmemeye çalışarak, "Bunun doğru olmadığını sen de benim kadar iyi biliyorsun." dedi.

"Belki ama o adam, şu anda her ne yaşıyorsa hepsini hak etti! Onun bir daha İsabella'nın yanına yaklaşmasını istemiyorum!"

"Tatlım, onlar karı-koca."

"Bunu hatırlamak istemiyorum!"

Mathilda'nın çocuk inatçılığıyla büzülen dudaklarına şapırtılı bir öpücük konduran Samuel, kadının narin kollarını kendi boynuna doğru yükseltti ve Mathilda teslimiyetle kollarını Samuel'in boynuna doladı. Bir süre sonra gönülsüzce, "Sam!.." dedi. "Durmamız lazım!"

"Birazdan." diyen Samuel, Mathilda'yı yeniden öpmek için başını eğerken boğuk bir sesle fısıldadı: "Önce sana hatırlamak isteyeceğin bir şeyler vermem lazım!"

Bölüm : 31.12.2024 14:34 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...