21. Bölüm

14. Bölüm

majdafan
majdafan

Kapı savrularak açıldı. İçeride tiz çığlıklar yükseldi. Hizmetçiler, eşikte duran adama korku dolu gözlerle baktılar. Adam, "Çıkın!" diye bağırdığında başları önde koşarak onun önünden geçip odayı terk ettiler.

Bu sırada camın önündeki koltukta üst üste dizili yastıklara sırtını dayamış uzanmakta olan kadın, çalımla doğruldu. Mumların aldatıcı ışığında olduğundan çok daha görkemli görünüyordu.

"Ne oluyor Sebastian? Bu münasebetsizliğin anlamı nedir?"

Annesinin, sesini her zamanki tonunda tutmaya çalıştığını ama titremesinden tam olarak bunu başaramadığını anlayan Sebastian, "Güzel!" diye düşündü.

Düşes ayaklarını koltuktan aşağı indirip, "Sebastian?.." derken oğlunun kapıyı kapatmasını, pantolonunun içine dahi sokma gereği duymadığı kırış kırış gömleğiyle bir yırtıcının tekinsizliğiyle kendine yaklaşmasını izledi.

Sebastian, annesinin ayak ucunda kalan koyu bordo döşemeyle kaplı koltuğa otururken sessizdi. Sanki az önce bir fırtına gibi odaya dalan kendisi değilmiş gibi berjer tipli mobilyanın arkasına başını yaslayıp gözlerini yumdu.

Düşes yüzünü buruşturdu.

"Leş gibi kokuyorsun! Eminim hizmetçiler de bira fıçısının içine düşmüş gibi koktuğunu fark etmişlerdir. Sebastian!.. Beni duyuyor musun?"

Sebastian, gözlerini açma gereği dahi duymadan, "Bu kadar bağırırken sizi duymama ihtimalim var mı düşes?" diye sordu.

"Bu alaycılığın mide bulandırıcı! Ayrıca buraya böylesi bir teklifsizle gelip hizmetçileri korkutarak ne yaptığını sanıyorsun?"

Sebastian, yavaşça gözlerini açtı. Annesine bakarken içinde kopan fırtınanın onun tarafından hissedilmemiş olduğunu anlamanın rahatlığıyla bir bacağını diğerinin üstüne atıp ellerini koltuğun yanlarından, kasıtlı olarak, gamsız bir şekilde sallandırdı. Vurdumduymaz bir tavırla, "Kaç gündür sizinle konuşmaya çalışıyorum düşes..." dedi. "Ve nedense bunu bir türlü başaramadım."

"Hastaydım. Bunu sen de çok iyi biliyorsun."

Sebastian, "Evet, hastaydınız..." dedi ama sesi sanki yaşlı kadının hastalığıyla alay eder gibiydi. "Şimdi oldukça iyi göründüğünüze göre, söyleyin bana düşes: Nedir bu İsabella Mercier meselesi?"

Oğluna temkinli bir bakış atan düşse, "Ne demek istiyorsun Sebastian?" diye sordu.

"Onun geçen hafta buraya geldiğini ve sizinle görüştükten sonra apar topar konaktan ayrıldığını biliyorum."

"Pek öyle... Apar topar sayılmaz, öyle değil mi?"

Kadının alaycı tavrı bu kez Sebastian'ın, "Ne demek istiyorsunuz?" diye sormasına neden oldu.

"Senin, çalışma odanda, onunla vakit geçirdiğini biliyorum. Üstelik, yalnız!"

Sebastian, aklının bir köşesine Dawson'ı öldüreceğini not aldıktan sonra, "Ne olmuş yani?" diye sordu.

Düşes dikleşti.

"Sana genç bir kızın olduğunu hatırlatmak isterim. Fahişelerinle gönül eğlendireceksen bunu başka yerde yap!"

Sebastian, üstteki bacağını hızla yere indirerek öne doğru eğildi.

"Ne zamandır bir adamın karısı, onun aynı zamanda fahişesi olabiliyor düşes?"

Yaşlı kadın, oğlunun bu beklenmedik ve ani saldırısı karşısında birdenbire donup kaldı. Yüzündeki kaslardan biri bile oynamıyordu. Hatta Sebastian, onun nefes almayı bile unuttuğuna yemin edebilirdi çünkü morarmaya başlamıştı.

Düşes sonunda konuşabildiğinde, "Demek... Öğrendin?.." dedi. Sesindeki tiksintiyi saklama gereği duymamıştı.

"Öğrendim, evet."

"Kimden öğrendiğini sormayacağım çünkü belli! Eminim o kişi, acıklı öyküsünü anlatırken ayaklarına kapanmış; sonra da gözyaşlarına boğulmuştur."

Onu kovarken gururla çenesini kaldırarak meydan okuyan kadını hatırladığında Sebastian'ın yüzünde bir gülümseme belirdi.

Oğlunun yüzündeki gülümsemeyi yanlış yorumlayan düşes, "Doğru tahmin ettim, öyle değil mi?" diye sordu. "Eminim senden af dilerken uğradığı iftiraları da anlatmıştır."

Sebastian'ın kulaklarında İsabella'nın sesi çınladı: "Sen, ekselansları! Sen beni affedemezsin! Üstelik şu hayatta beni affedebilecek son kişi sensin! Senin önce kendini affetmen, sonra da benim seni affetmem için ayaklarıma kapanman lazım!"

Sebastian'ın sessizliği düşesin kuşkuyla, "Anlatmadı mı?" diye sormasına neden oldu.

"Anlattı."

Düşesin sert olan bakışları daha da sertleşti.

"Bu sorunu bir an önce halletmen lazım! Charlotte inanılmaz küstahlaşmış! Düşünsene, buraya gelip bana kafa tutabileceğini sanacak kadar cüretkar!" Kibirli bakışlarında küçümsemeyle, "Tabii hiçbir şey yapamadı o başka!" dedi düşes. "Üstelik, kızını görmeye devam edebileceğini sanıyor. Tanrım!.. Ne kadar saf!"

"Elizabeth onun kızı."

"Evet ama..." diye başlayan yaşlı kadın, burun kıvırdı. "O, bu dünyada ne ki? Bir hiç! En fazla bir terzi parçası olabilmiş bir hiç! Evet, kabul ediyorum, oldukça yetenekli bir terzi. Geçen sezon Leydi Tramaine'in, Wellington balosunda onun diktiği söylenen elbisesini ben bile beğenmiştim fakat bu, gerçeği değiştirmiyor: O bir terzi! Yani Elizabeth'in annesi olmaya layık değil!"

"Burada, Londra'da bir terzi ama gerçekte her ikimiz de onun soylu bir aileden geldiğini biliyoruz düşes." diyen Sebastian, annesinin buruşturduğu yüzüne baktı ve keyifle bıçağı daha da derine soktu. "Üstelik kendisi On Beşinci Warwall Düşesi!"

"Peki bu kimin suçu? Bu konuyu yıllar önce halletmen gerekiyordu Sebastian! Evliliği iptal ettirmeliydin!"

Sebastian omuzlarını silkti.

"Onun yeniden ortaya çıkacağını bilemezdim. Kabul etmeliyim ki kocasına başka bir adamla kaçarak ihanet eden bir kadından beklenmeyecek bir davranış şekli bu. Hem... Düşündüm de... Onun hangi seyisle kaçtığını size hiç sormadığım aklıma geldi."

Kaşları çatılan düşes, "Ne önemi var ki Sebastian?" diye sordu.

"Bir önemi olduğundan değil, sadece merak ediyorum."

"Tanrı aşkına! Aradan neredeyse on beş yıl geçti! Karın, ciğeri beş para etmez bir at bakıcısıyla kaçtı! Kim bilir daha kaç at bakıcısının kucağından gelip geçtiğini ise hiç bilemeyeceğiz."

Sebastian, koltuğun yanlarından sarkan ellerini yumruk yaptığını fark eder etmez gevşetti. İsabella'yla yaşadıklarının hatırası bu kadar tazeyken düşesi tepki vermeden dinlemek çok zordu ama Sebastian bu şekilde davranmaya mecburdu.

"Haklı olabilirsiniz tabii düşes. Sizin de dediğiniz gibi bu işi halletmekte oldukça geciktim ama artık her şeye netlik kazandırma amacındayım. Bu yüzden karımla ilgili bildiklerinizi anlatırsanız belki boşanmamız çok daha kolay gerçekleşir."

"Mahkemeye mi gideceksin?"

Annesinin telaşlı sesinden duyduğu memnuniyeti gizlemekte zorlanan Sebastian, "Başka nasıl olacaktı ki düşes? Bu saatten sonra evliliğimi iptal ettiremem, boşanmak en doğrusu olacak ama bu ülkede boşanmanın ne kadar güç olduğunu siz de biliyorsunuz. Ben, bir dük olmasam boşanmak için asla yola çıkmam ve dük olmama rağmen karımın ihanetine dair kanıtları mahkemeye sunmama lazım. O yüzden, onunla ilgili bildiğiniz her şeyi anlatın lütfen!"

"Geçmişte bunu yapmıştım, sana her şeyi anlatmıştım."

"Ve ben de dinlememiştim çünkü hiç ilgilenmiyordum" dedi Sebastian ve her bir sözü doğruydu çünkü gerçekten de mecburiyet karşısında evlendiği kadının ne yaptığını ya da neden yaptığını zerre kadar umursamamıştı.

Düşes, yapmacık bir şekilde iç geçirdikten sonra, "Ben de pek bir şey hatırlamıyorum, aslında." dedi.

"Bu durumda tam ismini bile bilmediğim bir kadından biraz zor boşanırım."

"Tanrı aşkına Sebastian, bunların kilisenin kayıtlarında var olduğunu sen de biliyorsun ama madem şimdi öğrenmek istiyorsun... Tam adı İsabella Charlotte Dawny."

Sebastian annesini içinden, "İsabella Charlotte St. James!" diye düzeltti.

"Dedesi Baron Dawny. Warwall'a bitişik ufak bir arazisi var."

Warwall düşünüldüğünde, neredeyse, bütün arazilerin ufak olduğunu söylemedi Sebastian. Warwall topraklarıyla kıyaslanmak, herhangi bir toprak parçası için adaletsizlikti.

"Bundan bahsetmemiştiniz düşes."

"Bunu da sormamıştın!"

Kadının haklılığı karşısında, "Peki ya annesi?.. Babası?.." dedi.

"Charlotte bir yaşındayken ölmüşler."

Böyle bir şeyi hiç beklemeyen Sebastian ne kadar sarsıldığını gizlemeye çalıştı. Bir taraftan da "Tanrı'm!" diye düşünüyordu. "Bu kadar talihsizlik... adaletsizlik..."

"Babası baronun tek oğlu. Bir Fransa ziyareti sırasında Charlotte'un annesiyle tanışıp evleniyor. Kadın son derece avam, tıpkı Cahrlotte gibi!"

Sebastian alaycı bir tavırla, "İyi ama düşes, siz de bu avam kadınla kendi kanınızın karışmasına izin verdiniz."

"Alay etmene gerek yok Sebastian! Hem... Karışmış da sayılmaz."

"Sayılmaz mı? Elizabeth'in varlığını inkar mı ediyorsunuz?"

"Elbette hayır ama sonuçta o bir kız! Warwall'a o hükmetmeyecek! Senin soyun da onunla devam etmeyecek!"

Sebastian, yine parmaklarının avucunun içinde birleştiğini hissederek sakin olmaya çalıştı.

"Charlotte'e gelince..." diyerek devam eden düşes kuru bir kahkaha attı. "Onunla yaşadığım o korkunç yirmi bir ay, evet saydım tam yirmi bir ay, boyunca ona 'Charlotte' diye her seslenişimde bana asla cevap vermedi. Düşünsene; o süprüntü bana, Warwall düşesine, yanıt vermiyor!" Kaşları inanamaz bir ifadeyle yukarı kalkarken başını da iki yana sallıyordu. "Ama baban ona öyle bir haddini bildirdi ki bütün o saçma kurumlu havası yerle bir oldu."

Sebastian, sandalyesinde hafifçe doğruldu.

"Nasıl bildirdi?"

"Tabii ki onu kovarak!"

Düşsesin o günkü mutluluğunu yüzünde görmek Sebastian'ı tiksindirdi.

"Charlotte'un yüzünün aldığı şekli görmek, o yirmi bir ayın tamamını unutmama sebep oldu diyebilirim. Ayrıca baban ona..."

Düşes, cümlesinin ortasında duruverdi. Geçmişi anlatmaya kendini o kadar kaptırmıştı ki oğlunun yüzündeki ifadeyi geç algılamıştı ve oğlu, tehditkar bir ifadeyle, "Devam edin düşes!" diye emrettiğinde tabiatına aykırı bir biçimde kekelemeye başladı: "De... Devam edecek bi... bir şey yo... yok!"

"Neden? Bana tam da en heyecanlı bölüme gelmişiz izlenimi bıraktınız."

"N-ne?"

"İsabella, Warwall'dan nasıl ayrıldı düşse?"

Kendini biraz olsun toparlayan yaşlı kadın, "Nasıl olduğunu biliyorsun." dedi. "Seyislerden biriyle kaçtı."

"Hangi seyisle?"

"Az önce seyisin adını bilmediğimi sana söylemiştim! Hem... Ne fark eder?"

Sebastian ayağa kalktı ve düşesin oturduğu koltuğa yaklaştı. Oğlunun tavrından yayılan tehdit yaşlı kadını habersiz yakaladı. Bedenini kendini korumak ister gibi yastıklara doğru geri çekti. O sırada, "Size göre fark etmeyen o kadar şey var ki!" diyen oğluna yeniden kekelememeyi umarak, "Ne demek istediğini anlamıyorum." diye cevap verdi.

"Evlendiğimizde İsabella'nın kaç yaşında olduğunu biliyor muydunuz?"

Düşes; elini, istemsizce, boynunda görünür şekilde hızlı atan damarın üstüne koyup korku dolu gözlerini oğluna dikti.

"Evlendiğimizde İsabella on beş yaşındaymış! On-beş! Bu da mı 'fark etmez' düşes?"

Bu şekilde gözünün korkutulmasına izin vermeye niyeti olmayan düşes, "Evet, fark etmez!" diye bağırdı.

Aralarındaki bir buçuk metrelik mesafeden annesine tepeden bakan Sebastian, "Bunu nasıl söyleyebilirsiniz? Hiç mi vicdanınız yok!" diye sordu.

"Vicdan mı? Bunun vicdanla ne ilgisi var? Yaşı kaç olursa olsun sonuçta sana kadınlık yapabildi öyle değil mi? Senin çocuğunu doğurabildi?"

Sebastian, annesine midesini ne kadar bulandırdığını saklamakta zorlanarak, "Şartlar düşünüldüğünde, Elizabeth'in benim olduğuna nasıl ikna olabildiniz peki?" diye sordu. "Pekala seyisin de olabilirdi."

"Ben senden daha akıllıyım Sebastian, babandan da! İkna olmama gerek yoktu çünkü Stonevillelerin çoğunda olduğu gibi Elizabeth'in de ayak parmaklarından ikisi bitişikti, tıpkı seninkilerin de bitişik olması gibi."

Sebastian, annesinin eski Stoneville dükünün kızı olarak bir başka dükün, Warwall dükünün, oğluyla evlenmeyi başarmış olmasından ötürü her zaman gururlandığını biliyordu. Bir tahminde bulunarak, "Elizabeth'in kanınızı taşıdığını anlamak sizin için üzücü olmuştur." dedi.

"Doğrusunu istersen evet. O kadından geriye bir şey kalmamasını tercih ederdim. Senin iyileşerek geri döneceğini düşünseydim Charlotte'un Elizabeth'i almasına izin verebilirdim."

Sebastian, nefesini tutarak hızla arkasını döndü. Annesine bu kadar yakın durmaya dayanamayacaktı. Aslında onunla aynı havayı bile solumak istemiyordu.

Düşes, nerdeyse konuşmanın ortasında hiçbir şey söylemeden kapıya doğru giden oğluna seslendi: "Sebastian!" Ama oğlu durmadı. Onun odayı terk edeceğini anlayan kadın, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle ayağa fırlayıp oğluna doğru koşturdu. Onu kolundan kavrayıp kendine çevirmek istedi ama Sebastian, hızla geri dönüp kolunu silkeleyerek annesinin elinden kurtardı.

Düşes oğlunun bakışları karşısında birkaç adım geriledi. Sebastian'ın, annesinden aldığı gözlerinde buzuldan alevler yanıyordu.

"Benden uzak durun!"

Yaşlı kadın, bir kez daha oğluna elini uzattı.

Sebastian, kollarını havaya kaldırdı ve dişlerinin arasından, "Sakın!" diye tısladı. "Sakın, bana dokunma!"

"Sebastian, ne oluyor?"

"Ne mi oluyor? Gerçekten bilmiyor musunuz, anlamıyor musunuz? Gerçekten bu kadar kötü müsünüz? Size ve yaptıklarınıza dayanamıyorum! Olan bu! İnsanları bir kuklaymış gibi oynatmanızdan tiksiniyorum!"

"Kimi... Kimi oynatmışım?"

"Rica ederim bu numaraları bana yapmayın! Az önceki konuştuklarımız bir yana; sizi, böylesi çaresiz tavırlarınıza kanmayacak kadar iyi tanıyorum!" Kendini kaybedip bağırmaya başlayan Sebastian, "Sizi kaç kez uyardım öyle değil mi düşes?" dedi. "Kaç kez size 'Ben babam değilim!' dedim. Ama siz ne geçmişte ne de bugün bana kulak verdiniz! Bu zamana kadar, öyle ya da böyle, beni oyunlarınıza alet etmiş olabilirsiniz ama yeter! Artık olmaz! Ne bana ne Elizabeth'e ne İsabella'ya..."

Düşes, "İsabella?..." diyerek oğlunun sözünü kesti. O da bağırıyordu. Bir kez daha, "İsabella?.." diyen kadın, başını arkaya atıp kahkahalarla güldü. Gerilen yüzündeki nefret, dudaklarına ulaşınca gülüşü bıçak gibi kesildi. "Bir dük olman seni diğerlerinden hiç farklı kılmıyor öyle değil mi? Bir-iki kırıtmaya, yatak oyununa iyi demlenmişsin!" Sözleri de bakışları kadar aşağılayıcıydı.

"Yeter!"

"Yetmez!" dedi düşes hırsla. "Seneler önce sana bir kız bulmam gerekiyordu, buldum ama onu ben gebe bırakmadım, evlendiği gece onu becerdikten sonra bir dakika daha yanında durmadan ayrılan da ben değilim!" Sebastian'ın sararan yüzüne bakarak haince güldü. "Hizmetçiler konuşmaz mı sanıyorsun? Konuşurlar, üstelik senin en gizlini bile bilirler!"

Sebastian üstüne çöken pişmanlığa, vicdan azabına rağmen, "Hiç vazgeçmiyorsunuz değil mi?" diye sormayı başardı. "Ama gerçekten artık sizin oyunlarınıza alet olmayacağım! Bu defa olmaz! Ayrıca İsabella'yla siz beni mecbur ettiğiniz için evlendiğimi biliyorsunuz, bu konuda asla masum değilsiniz! O zamanlar çok toy olsam bile, diğer söylediklerinizde haklısınız. İsabella'yı bırakmamalıydım. Ne o gece ne de sonrasında! Bu bir hataydı. Fakat asla, asla 'Onu gebe bırakmamalıydım!' demiyorum, demem de! O zaman, sizin kolayca gözden çıkarabileceğiniz Elizabeth'im olmazdı. O benim gözbebeğim! Siz ne derseniz deyin, o benim canım! Canımdan canım! Benim bir parçamdan oldu, bu demektir ki benim bir parçam hep onda kalacak ve ondan olanların hepsi de benden olacak!"

Annesinin şaşkınlıktan büyüyen gözlerine bakarak, "Ne oldu?" diye alay etti. "Olur da eğer kalp krizi geçirecekseniz ben odadan çıktıktan sonra geçirmenizi tavsiye ederim."

Elini dudaklarına götüren düşes fısıldadı: "Nasıl böyle konuşabilirsin?"

"Daha yeni başladım!" dedi Sebastian sert bir sesle ve aynı sesle devam etti: "Sizi asla affetmeyeceğim düşes! Asla! Yatağıma bir çocuğu soktunuz! Benim göremiyor oluşumu, kendi çıkarınıza kullandınız! Ama o paçavra gibi bir kenara fırlattığınız çocuk, sizden de benden de güçlü çıktı. Bu akşam, benim onu bir sözümle mahvedebileceğimi bile bile sırtıma tekmeyi bastı."

"Bu mu yani?" diye sordu düşes son bir çırpınışla. "Bütün bunların sebebi basit bir kadının seni reddetmesi mi?"

Öfkeden Sebastian'ın cüssesi kabardı, sanki daha bir büyüdü. "Anlayın artık!" dedi yüzünü annesi olan kadınının yüzüne yaklaştırarak. "O, basit bir kadın değil! İsabella Mercier, benim karım. İsabella Charlotte St. James, benim karım! Benim düşesim!"

"Hayır!.."

Annesinin titreyen dudaklarına bakarak gülümseyen Sebastian, arkasını dönüp kapıya yürümeden hemen önce, "Ve şunu bilin ki onu boşamayı asla düşünmüyorum!" dedi. Kapıyı açmak üzereyken başını omzunun üstünden çevirip, "Size bir mesajı vardı." dedi. "'Çekiliyorum.' gibi bir şeydi." Düşesten herhangi bir tepki gelmeyince, "Bunun ne anlama geldiğini bilmiyorum." dedi. "Tek bildiğim: Bundan sonra İsabella'nın tek bir adım bile geriye atmasına izin vermeyeceğim!"

Ve sonra, seri bir biçimde kapıyı açarak odayı terk etti. Ardından annesinin ilk defa ağladığını duydu. Umursamadı. Ancak kendi felaketine ağlayabileceğini bildiği için gerçekten hiç umursamadı. Merdivenlerden inerken düşesin sesi, zayıflasa da, ona eşlik etti: "Sebastian! Sebastian!.."

Ve Sebastian, yeni güne gözünü ismini tekrarlayan bu yaşlanmış sesle açtı: "Sebastian!.."

Terlemişti. Üstündeki örtüyü savurup bir kenara attı. Son zamanlarda bu örtü sırılsıklam olmadan uyanamıyor gibiydi. Bu, her gece ama her gece annesiyle yeniden hesaplaşmasının bir sonucuydu.

İsabella onu nefretle kapının önüne koyduktan sonra, Sebastian soluğu annesinin odasında almıştı. Önce içeri sonsuz bir hiddetle dalmış fakat çok geçmeden sakinleşmişti. Daha doğrusu kendini sakin kalmaya zorlamıştı çünkü düşes gibi zeki bir kadının ağzından doğrudan laf alınamayacağını çok iyi biliyordu.

Ağzına geleni söylememek için ne çok zorlandığına, ne çok sabrettiğine Tanrı şahitti ve Tanrı, sabretmesinin ödülünü Sebastian'a fazlasıyla vermişti.

Annesiyle yüzleştiği için pişman değildi. Hatta... Fazlasıyla memnun olduğu bile söylenebilirdi. Bu yüzden aralarında geçenlerin her gece bir kabus gibi üstüne çökmesine bir anlam veremiyordu. Annesinin her bakışı, her hareketi, her sözü yeniden ve yeniden tazelenip duruyordu kafasında ve rüyada bile olsa bunları hatırlamak, Sebastian'a hiç iyi gelmiyordu. Düşese istediğini, istediği gibi söyleyememenin azabı; ruhuna sinsi bir kemirgen gibi işkence edip duruyordu.

Ellerini saçlarının arasından geçirdikten sonra derin bir nefes aldı. Yataktan kalkıp ışımak üzere olan gün ışığının oynaştığı porselen leğende buz gibi suyla yüzünü yıkadı. Üstüne rastgele geçirdiği kıyafetlerle ahırlara doğru giderken içindeki vicdan azabının ömrü boyunca ona işkence edeceğini düşünüyordu, hatta bu işkencenin mezarda bile kendisini rahat bırakmayacağından emindi.

Günlerdir Rüzgar'la Warwall'ın çayırlarında uçar gibi koşarken İsabella bir an olsun gözünün önünden gitmiyordu. Aldığı zevk fazla gelip de kendisini kaybederek titrediği, kendini kelimenin tam anlamıyla Sebastian'a teslim ettiği halinin tatlılığını unutamıyordu. Fakat bu an zihninde çok kısa süre oyalanıyordu çünkü zihni kulaklarında hiç durmadan çınlayan sözcüklerin söylendiği ana kayıyordu.

"Şimdi... Defolun ekselansları!"

İsabella o kadar cesurken nasıl olup da o kadar kırık ve bir o kadar da parçalanmış görünebilmişti doğrusu bunu hiç anlamıyordu? Bir yürek nasıl bu kadar büyük olabilirdi, bunu da anlamıyordu. Sebastian'a, "Benim içim kızıma sarılın! Sımsıkı sarılın!" demişti. "Sonra da burnunuzu onun o güzel boynuna gömüp hasret kaldığım mis kokusunu koklayın!"

Bir ağaç dalına çarpmamak için başını hızla eğerken Isabella'nın isteklerini yerine getirmiş olmanın rahatlığı bir anlığına içini ferahlattı. Warwall'a gelmeden hemen önce Elizabeth'e İsabella'nın söylediği gibi sımsıkı sarılmıştı. Sonra da tam İsabella'nın istediği yerden, boynundan, evladının mis gibi kokusunu burnuna çekmişti. Elizabeth, babasının duygusal tavrına şaşırmış görünse de az bulunur gülümseyişiyle o da babasına sarılıp yanaklarından öpmüştü.

"İsabella!" diye düşündü, kocaman çayırın ortasında dörtnala giderken ve sonra "İsabella!" diye bağırdı. Aralarında konuşulması gereken ne çok şey vardı. Onlar karı kocaydı ama birbirleri hakkında hiçbir şey bilmeyen bir karı kocaydı.

Sebastian; evli olduğunu senelerce görmezden gelmiş, unutmaya çalışmıştı. Muhtemelen İsabella da benzer şekilde davranmıştı ama onlar gerçeği ne kadar unutmaya çalışsa da kader unutmamıştı. Kader, Sebastian'a İsabella'dan af dilemesi için bir fırsat sunmuştu. Her ne kadar Sebastian; nereden başlayacağını, nasıl yapacağını bilemese de önünde sonunda İsabella'dan kendisini affetmesini istemenin bir yolunu bulacaktı. Malikanenin önünde Rüzgar'ın yularını seyislerden birine fırlatırken; o an geldiğinde, dizlerinin üstüne bile çökmüş olsa, İsabella'nın onu asla affetmeyeceğini düşünüyordu.

Girişte baş uşak tarafından, "Günaydın ekselansları!" diye karşılandı. Başıyla hızlı bir selam veren Sebastian, seri adımlarla merdivenlere doğru yürüdü. Uşak, arkasından koşturarak, "Ekselansları!" diye seslendi. "Efendim, bir misafiriniz var!"

İlk basamağı çıkan Sebastian, sabırsızca döndü.

"Kimmiş?"

"Lord Stone, ekselansları. Kendisine ziyaretçi kabul etmediğinizi ilettim ama o ısrar etti." Sıkıntıyla yutkunan baş uşak, "Kendisini çalışma odanıza almak zorunda kaldım ekselansları." dedi.

"Bizi rahatsız etmeyin!" diye buyuran Sebastian, çalışma odasına doğru yürümeye başladı. Her ne kadar küstah kuzenini çok sevse de bugünlerde onu bile ağırlamaya tahammülü yoktu. Drako, her diyecekse onu dinleyecek sonra da odasının sessizliğine çekilecekti.

Drako bir elinde yarıladığı kadeh, diğerinde henüz yeni yakıldığı belli olan purosuyla genişçe koltuğa iyice yayılmış, oturuyordu. Sebastian'ı görünce, "Kuzen!.." dedi, sözcüğü ağzında yayarak. "Sonunda gelebildin."

Sebastian, elindeki kırbacı masanın üzerine fırlatıp binici eldivenlerini çıkarmaya başladı. Sonra da Drako'nun ağzını açtığı şişeden bir kadeh de kendine doldurdu.

Drako, Sebastian'ın sessizliğinden hiç etkilenmemişti, o kadar ki "Bu ailede günün dilediği saatinde dilediği şeyi içme ayrıcalığı yalnız bende sanıyordum." diyerek kuzenine sataştı. "Üstelik viski?.."

Sebastian, ona duygusuz gözlerle baktıktan sonra bardağı kafasına dikti.

"Bu; hiçbir şeyi çözmeyecek, biliyorsun değil mi?"

Sebastian, bardağını yeniden doldururken ilk defa konuştu.

"Ne saçmalıyorsun sen Drako?"

"Ben saçmalamam Sebastian. Boş konuşabilirim, evet ama asla saçmalamam!"

Sebastian, kadehi masaya çarparak bırakınca içindeki sıvının bir kısmı parlak yüzeye döküldü.

"Tanrı aşkına Drako! Sabah sabah kes şu zırvalamayı! Ne diyeceksen de sonra da git!"

"Sanırım, 'Bas, git!" demek istedin."

Sebastian umursamazca omuzlarını silkti ama Drako, her zamanki gibi, kuzenin bu davranışına da alınmadı çünkü onların dostlukları; akrabalığın, kardeşliğin çok ötesindeydi. Üstelik Drako, hiçbir zaman inceliklerin adamı olmamıştı. Bu yüzden direkt sordu: "Neden buradasın?"

"Sanırım bu durumda bir gariplik var Drako. Bu soruyu benim sana sormam gerekmiyor muydu? Burası benim evim ve asıl, sen neden buradasın?"

"Açık, değil mi?" Purosundan derin bir nefes aldıktan sonra dumanını, büyük bir cüretkarlıkla, kuzenine doğru üfledi. "Seni görmeye geldim."

Sebastian, "Neden?" diye sormadan önce, neşeden uzak bir kahkaha attı.

"Diyelim ki en sevdiğim kuzenimi merak ettim."

Sebastian, henüz sabah olmasına rağmen, yorgun bedenini Drako'nun karşısındaki koltuğa bırakırken yine de onunla alay etme fırsatını kaçırmadı.

"Tabii!.. Az önce domuzları gördüm, kanatlanmış uçuyorlardı." Birden ciddileşti. "Daha doğru bir şey söyle! Sen kendinden başka çok az şeyle ilgilenirsin."

"Elizabeth'le ilgilenirim."

Sebastian, gözlerini kısarak Drako'ya bakarken koltuğunda dikleşmişti.

"Elizabeth'e bir şey mi oldu?"

"Sakin ol! Elizabeth gayet iyi. Geçen hafta size uğradığımda, Hall kardeşlerle dışarı çıkmak üzereydi. Senin evde olmadığını öğrenince ben de onlara eşlik edeyim dedim ve bu esnada ne öğrendim? Benim yaşlı kuzenim sadece evde olmamakla kalmayıp şehirde bile değilmiş!" Koltuğunda biraz daha kaydı. Neredeyse belinin üstünde oturuyor gibiydi.

"Dün konağa bir kez daha uğradım. Elizabeth, senin henüz Londra'ya dönmediğini söyledi; üstelik halam da kaplıcaya gitmiş. Bu mevsimde?.. Sezon öncesinde?.." Başını iki yana salladı. "Çok saçma!" Siyaha yakın kopkoyu gözleriyle Sebastian'a dikkatlice baktı. "Neler oluyor Sebastian?"

Sebastian sert bir sesle, "Bir şey olduğu yok!" diye kestirip attı.

"Öyle mi?.. O zaman, sezon öncesi kızını neden bir başına bırakıp Tanrı'nın unuttuğu bu lanet olası malikaneye geldiğini bana açıkla!"

Sinirlenen Sebastian, "Lanet olsun!" diye bağırdı. "Beni sorgulamayı kes!"

Drako, yarısını içtiği puroyu şöminenin içine fırlattı; sonra da ayağa kalkıp Sebastian'a sert bakışlarını dikti.

"O zaman sen de saçmalamayı kes!"

Onun karşısında yerini alan Sebastian, "Buraya gelip, bana kendi evimde hakaret edebileceğini sanıyorsan sen gerçekten de kahrolası bir ahmaksın!" dedi.

Drako kaşlarını kaldırdı.

"Gerçekler ne zamandan beri hakaret sayılıyor?"

"Seni..."

Üzerine doğru gelen kuzenine, "Ah!.. Kes şunu!" diyen Drako, bedenini yeniden koltuğu bırakıverdi. "Seninle kavga edemeyecek kadar tembelim. Ve şunu da çok net söyleyeyim: Seninle gerçekten uğraşmazdım!"

"Uğraşma o zaman!"

Drako, sanki Sebastian onun sözünü hiç kesmemiş gibi devam etti: "Eğer Elizabeth olmasaydı."

Birden sakinleşen Sebastian, Drako'nun karşısındaki koltuğa geçip oturdu.

"Seni o mu gönderdi?"

"Ah, hayır!.. Şu aralar dünya yansa, Elizabeth'in umurunda olmaz. O kadar mutlu! Anladığım kadarıyla hemen her gün şu Madam..." İşaret parmağını düşünür gibi dudağına vurdu. Onun hiçbir şeyi unutmadığını çok iyi bilen Sebastian, kuzeninin oynadığı mizanseni izlemekle yetindi. "Hah, hatırladım! Madam Mercier'le beraberken başka türlüsü düşünülemez zaten. Şahsen, Tanrı korusun, kız olsam ben de çok mutlu olurdum."

"Neden?"

"Kuzen! Kadın Elizabeth'e bir elbise dikmiş, görmelisin! Elbiselerden çok onların içindekilerle ilgilenen beni bile etkilemeyi başardı!"

Sebastian sadece, "İyi." dese de duyduğu memnuniyetin yüzünde bir tebessüm olarak kendini gösterdiğinin farkında değildi.

Kuzenini dikkatli gözlerle izleyen Drako, "Sebep 'o' değil mi?" diye sordu.

"O?.."

"İsabella Mercier"

Sebastian cevap vermedi. Onun gergin yüz hatlarına bakan Drako, coşkuyla, "Biliyordum!" diye bağırdı.

"Neyi?"

"Seni böyle perişan edenin Madam Mercier olduğunu."

Sebastian sıkılı dişlerinin arasından itiraz etti: "Ben perişan değilim!"

"Gerçekten mi? Sen, hiç yakın zamanda aynaya baktın mı Sebastian? İnan bana şu hırpani halinle o eski fiyakalı düke hiç benzemiyorsun. Tanrı aşkına, ekselansları! Sakalların var!"

Sebastian, ellerini yüzünde gezdirirken, "Bu neyi kanıtlar ki?" diye sordu.

"Benim kanıta ihtiyacım yok, her şey ortada! Sen buradasın, kadın da neredeyse her gün senin evinde. Başka biri olsa belki bu durumu bu kadar garip bulmam ama konu sen olunca..."

"Ne olmuş bana?"

"Sen, ekselansları; bu zamana kadar hiçbir kadınını kızının bu kadar yakınına sokmamıştın!" İşaret parmağını uyarırcasına kaldırdı. "Sakın bana, onun senin kadının olmadığını söyleme! İnanmam!"

Sebastian sesini çıkarmayınca Drako, zafere bu kadar zahmetsizce ulaşmanın yarattığı şaşkınlıkla, "İtiraz etmiyorsun!" dedi. "Tanrı'm, gerçekten de İsabella Mercier senin kadının!"

Sebastian, bakışlarını kaçırdı ama çok geçmeden Drako'nun gözlerine kararlı bir ifadeyle baktı.

"Evet, İsabella Mercier benim kadınım!"

Stone güldü.

"Aynı zamanda İsabella Mercier, benim karım!"

Drako'nun sırıtan yüzü, kuzeninin sözlerini geç algıladığı için birkaç saniye sonra şaşkınlığın adım adım çizildiği bir tuvale dönüştü.

Sebastian, onun hali karşısında dayanmayıp kahkaha attı.

"Yüce Tanrı'm! Yüzünü bir görmelisin Drako! Neredeyse şu yaşına kadar yaptığın tüm o can sıkıcı davranışlarını unutmama neden olacaksın!"

Onun dediklerinin bir kelimesini bile duymayan Stone, "Karın mı?" diye sayıkladı.

Sebastian; başını olumlu anlamda sallasa da Drako bir kez daha, "Karın?.." diyerek duyduğunu doğrulatmaya çalıştı.

"Anlaman için açıkça bir kez daha söyleyim mi? İsabella Mercier benim karım. Gerçek adı İsabella Charlotte St. James."

Drako, kuzeninin gurur dolu yüzü karşısında dudaklarında geniş bir gülümsemenin belirmesine engel olamadı.

"Demek küçük, kaçak gelin geri döndü." Aklına gelenlerle yüzü sertleşen Drako, "Bu kadın hangi yüzle seni bulmuş olabilir?" diye sordu. "Bütün yaptıklarından sonra..." Başını iki yana salladı. "Gerçekten inanılmaz!.."

"O beni bulmadı!"

"Bulmadı mı?"

"Aslında ben onu buldum sayılır. Yani tesadüfen."

"Nasıl?"

Ve Sebastian ona anlattı. Hall'le birlikte ilk kez onun mağazasına adım attığı andan, en son annesiyle arasındaki tüm köprülerin yakıldığı o tartışmaya kadar her şeyi anlattı. Gerçek, sandığı şeyin çoğunun gerçek olmadığını; İsabella'nın suçlamalarını; kendi umarsızlığını, rahatlığını, acımasızlığını...

Tanımadığı, hatta yüzünü bile tam olarak görmediği bir kadınla evlenip onu acımasızca ele geçirdikten sonra, ardına bakmadan gidişi; Sebastian'ı her zaman utandırmıştı ama şimdi o kadının on beş yaşında bir çocuk olduğunu öğrenmek duyduğu utancı korkunç bir işkenceye çevirmişti. Annesinin yalanlarına sorgusuzca inanıp, İsabella'yı hayata bir başına terk ettiğinin farkına varmak da üstüne tuz biber ekmişti.

Sebastian, öyküsünü bitirdiğinde Drako, "Vay canına!" diye bağırdı. "Sanırım yazar olmalıyım. Şu çok moda gotik romanlara İsabella'yla seni yerleştirirsem..." Parmaklarını havada şıklattı. "Kesin, zengin olurum!"

Bu şakayı komik bulmadığını Sebastian'ın sessizliğinden anlayan Drako, ciddi bir ifadeyle, "Peki, şimdi ne yapacaksın?" diye sordu.

"Bilmiyorum."

"Bilmelisin!"

Sebastian sert bir sesle, "Beni zorlama Drako!" dedi. "Sana, 'Bilmiyorum!' dedim!" Ellerini saçlarının arasına daldırdı; sonra onları çekiştirdi; canı yanıncaya kadar çekiştirdi. "Tanrım, bilmiyorum!" dedi yeniden. "Aslında... Aslında İsabella'nın beni kapı dışarı ettiği gecenin sabahında kafamda her şey çok netti."

Sebastian devam etmeyince, Drako dayanamayıp sordu: "O sabah bir şey mi oldu?"

"Lawson!"

"Lawson mı?" diye sordu Drako şaşkınlıkla. "Lawson'ın bununla ne ilgisi var?"

"Birkaç hafta önce Lawson'ı hem İsabella'yı hem de karımı araştırması için görevlendirmiştim."

Stone tam da o sırada yudumladığı viskiyi bir "Puf" sesi eşliğinde püskürttü. Sonra, ne kadar tutmaya çalışsa da başarılı olamayıp kendini koyuverdi.

Kuzeninin kahkahalarla gülüşünü sevimsiz bakışlarla izleyen Sebastian, "En azından birimizin bu durumu eğlenceli bulmasına sevindim!" dedi.

"Ama..." diyen Drako, devam edemeyip yine gülmeye başladı fakat bu kez başını arkaya atarak kahkaha atmak yerine kıkırdıyordu. Bir kez daha, " Ama..." dedi ve bir kez daha kıkırdadı. En sonunda kendini tutmaya çalışarak öksürdü. "Tamam." dedi. Boğazını temizledi. "Şunu açıklığa kavuşturalım: Vekilharcına iki görev veriyorsun ama aslında ortada iki görevi yok çünkü karınla İsabella aynı kişi."

"Bunu o zaman bilmediğimin farkındasın değil mi?" diye sordu Sebastian, yeniden gülmeye başlamış olan Drako'ya ters ters bakarak.

Drako, "Lawson bir şeyler öğrenebilmiş mi?" diye sordu, gözlerindeki ışıltıyla çelişen bir ciddiyetle.

Sebastian ayağa kalkıp dolaşmaya başladı.

"Aslında yeni bir şey yok, yani bilmediğim bir şey. Sadece bir iki ufak ayrıntı. Ama kahrolsun, keşke onları da bilmez olsaydım!"

"Söyle hadi!"

Sebastian dolaşmayı bırakıp, Drako'ya baktı.

"İsabella, bizimkiler onu kovduktan sonra evine dönmemiş. Zaten anladığım kadarıyla dönse de barınamazmış."

"Ne yapmış o zaman?"

"Bir kere seyisle kaçmamış, o kesin!" dedi Sebastian alaycı bir biçimde. "Annemin söylediğinin aksine yani. Ne kolay yalan söylüyor kadın!" Başını iki yana salladı. "Onun duygusuz olduğunu biliyordum ama bu kadarı da gaddarlık!"

"Soruma cevap vermedin Sebastian! İsabella nereye gitmiş?"

"Dadısının yanına. Kadın, Warwall'dan yüz mil kadar uzaktaki küçük bir kasabada oturuyormuş."

Stone bir ıslık çaldı. "Uzun yol..."

Sebastian başıyla onayladı.

"Dadı, İsabella onun yanına gittikten kısa süre sonra ölmüş. O öldükten sonra İsabella papazın evinde karısına yardımcı olmak için çalışmaya başlamış."

Drako, şaşkınlıkla, "Nasıl olur?" diye sordu. "O bir soylu! Bir hizmetçi gibi çalışmış mı yani?"

Sebastian'ın dudaklarına acı bir gülümseme belirdi.

"Biz ona nasıl muamele ettik Drako? Biz ona soylu gibi davrandık mı? Anladığım kadarıyla en azından papazla karısı, İsabella'ya bir leydi gibi değilse bile bir insan olarak değer vermiş. Lawson'ın bulabildiği bilgilerden yola çıkarak ben böyle bir izlenim edindim ve bunun doğru olduğuna inanmak istiyorum."

Sebastian; uzun süre konuşmayınca Drako, "Peki sonra ne olmuş?" diye sordu. "Neden Londra'ya gelmiş?"

"Onların yanında senelerce kaldıktan sonra ayrılmış ama Lawson sebebine ulaşamamış."

"Peki Lawson, meşhur terzi İsabella Mercier hakkında ne öğrenmiş?"

Sebastian; yeniden koltuğa oturup ayaklarını ileri doğru uzatarak, birini diğerinin üstüne attı.

"Hiçbir şey tabii ki. Yani işimize yarayacak hiçbir şey. Beş yıl önce Londra'da birdenbire belirivermiş gibi görünüyor. Zaten İsabella, papazın evinden de beş sene önce ayrılmış."

Sebastian, parmağıyla kaşlarının arasını aşağı yukarı sıvazladı.

"Ben hata yapmam, bilirsin Drako. En azından bilerek yapmayacağımı bilirsin. Ama lanet olsun ki bu kadına, yani karıma karşı hatalı davranmadığım bir an bile yok! Hele geçmişi düşündükçe, kafamı duvarlara vurasım geliyor!" Derin bir nefes alıp, kuzenine baktı. "Ne yapacağım ben şimdi?"

"Bir kere kadın gibi sızlanmayı bırakacaksın!"

"Ne dedin?"

"Ne dediğimi duydun!" dedi Drako ters bir sesle. "Burada oturup geçmişe ağlayamazsın. O iş artık bitmiş, önüne bakacaksın! Benim tanıdığım adam, böyle yapar!"

"Sen beni dinlemedin mi? Senin tanıdığın adam, benim İsabella'ya yaptıklarımı yapar mıydı?"

"Yapmazdı ama o zamanlar daha on dokuz yaşında toy bir çocuktu. Bugünkü Sebastian; gerçek, onurlu bir erkek ve ben ona hiç düşünmeden canımı emanet ederim! Bu yüzden, artık geçmişi geride bırakmalısın. Bunu yapabilecek kadar güçlüsün!"

"Nasıl?"

Stone omuzlarını silkti. "Nereden bileyim? Bu soruya en son yanıt verecek kişi benim. Üstelik bu tür dramatik saçmalıklardan nefret ederim!" Gözlerini kısarak Sebastian'a baktı. "Ama bildiğim bir şey var: Burada, böyle her şeyden kaçarak bir yere varamazsın." Kaşlarını çatarak, "Tanrı aşkına be adam!" diyerek sesini yükseltti. "Kendine gel! Bir hafta içinde kızının takdimi yapılacak!"

"Farkındayım."

"O zaman, toparlan artık!" diyen Drako, ayağa kalkıp tek eliyle pantolonunun kırışıklıklarını düzeltti. Diğer elinde tuttuğu kadehteki sıvıyı bir seferde içtikten sonra, bardağı bir sehpanın üzerine rastgele bıraktı. Kuzenine takdir dolu gözlerle bakıp, "Seni arada bir ziyaret etmeyi seviyorum." dedi. "Her ne kadar can sıkacak kadar ciddi olsan da içkilerinin hepsi, bu zahmete değer."

Sebastian alaycı bir tavırla, "Seni memnun edebildiğime sevindim." dedi.

"Beni tam olarak memnun etmek istiyorsan Londra'ya dön! Hatta arabam hazır. Kalmayacağım için atları değiştireceklerdi. Beraber yola çıkabiliriz."

Sebastian, onu ciddi nazarlarla süzdükten sonra, "Peki" dedi. "Hadi gidelim."

Kendinden emin ve kararlı bir tavırla ayağa kalkan kuzenine bakan Drako, "İşte bu, benim tanıdığım Sebastian St. James'e daha çok benziyor. Kendisi Warwall Dükü olur." dedi alaycı bir biçimde.

Sebastian, suratında elini gezdirdi. "Ama önce sakalımı kesmeliyim."

"Hayır, kesinlikle olmaz dostum! Yolda çok iyi bir han var. Sen orada sakalını keserken,ben de dün geceden yarım kalmış işimi tamamlarım." deyip Sebastian'a göz kırptı ve kapıya doğru hızlı adımlarla yürüdü.

Sebastian, uzun zamandır yüzünü kaplayan ilk içten gülümsemeye engel olamadı. Kuzeninin ardından odadan çıkarken, "Seni lanet olası hergele!" diye söyleniyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 08.02.2025 18:36 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...