
Babası bir kadını özlediğini; sadece özlemekle kalmayıp onun, burnunda tüttüğünü bilmiş olsa muhtemelen Sebastian'ın "erkek" olmadığından şüphe ederdi. O kadını aklı başından gidecek kadar sevdiğini bilmiş olsa işte o zaman şüpheye kapılmaksızın Sebastian'ın "erkek" olmadığına hükmederdi.
Yine de böyle birinin çocuğu olmak, Sebastian'ı duygusal meselelerde kesin ve keskin düşüncelere sahip biri haline getirmemişti ama tam olarak öyle yaşamasına neden olmuştu. Küçük yaşlardan itibaren insanlara karşı ördüğü duvardaki tek çatlak Elizabeth'ti. Elizabeth; Sebastian'ın içinde varlığını dahi bilmediği duyguları harekete geçirmişti. Onu koşulsuzca sevmiş, gözünden sakınmıştı; o kadar ki Elizabeth'e bir şey olabileceği düşüncesi tam on dört yıldır Sebatian'ın en büyük kabusu haline gelmiş, uykularını kaçırmıştı.
Sebastian'a kalsa benliğini koruyan duvarda yara almaya açık bir başka alan daha oluşmasına asla izin vermezdi fakat Sebastian'a kalmamıştı. Yıllar sonra insanın, iradesinin tamamen dışında gelişen bir şeyle ilgili söz hakkının olamayacağını bir kez daha hatırlamıştı.
Elizabeth ve şimdi de Isabella söz konusu olduğunda iradesinin yerle bir olduğunu kabul etmekten utanç duymuyordu. Her iki kadın da onları düşündüğü her seferinde, farklı nedenlerle de olsa, içini ısıtıyor; yüzündeki ifadenin yumuşamasına neden oluyordu.
Günlerinin çoğu, kabullenmekten artık korkmadığı apaçık gerçeğin yarattığı memnuniyet hissiyle geçiyordu: Isabella Mercier'ye aşıktı. O kadar aşıktı ki en son bir ay önce gördüğü kadının, şahane tenine dokunurken çıkardığı baştan çıkarıcı sesler yine son bir aydır aklından hiç çıkmamıştı. Bu sabah artık özlemi dayanılmaz noktaya ulaşmış ve malikanenin baş arabacısına en iyi atları arabaya süresini emretmişti. "Durmayacağız!" demişti. Sonra da hala uykuda olan Elizabeth'le Drako'ya neden sözleştikleri gibi öğleden sonra değil de sabah yola çıktığıyla ilgili inandırıcı olmaktan uzak, kısa bir not yazmıştı. Onların ancak şu sıralar malikaneden ayrılmış olabileceklerini varsayan Sebastian, arabada ikisinin baş başa verip kendinin dedikodusunu yaptıklarından ve bolca güldüklerinden adı kadar emindi.
Londra'nın kenar mahallelerinden şehrin merkezine doğru yol alırken mola vermeden sürdürdükleri yolculuğa rağmen kendini hiç yorgun hissetmiyordu. Aksine nihayet sevdiği kadını görebilecek olmanın heyecanıyla capcanlıydı. Tıpkı balo gecesinde olduğu gibi onu kollarının arasına almasına belki de dakikalar kalmıştı.
Isabella'yı görmediği bir ay boyunca Sebastian'ın çıldırmasını önleyen tek şey o gecenin sıcak anılarıydı.
Isabella'nın bedenini koşulsuzca teslim edişi, Sebastian için unutulmayacak kadar değerliydi. Bu hediyenin kıymetini ömrü boyunca bilecekti. Fakat Isabella'nın bedeni, kalbiyle yarışamazdı. Isabella, o gece kalbini de tüm çıplaklığıyla Sebastian'a teslim etmişti ki Sebastian bundan daha kıymetli bir armağan düşünemiyordu.
Vakit ilerlediğinde yataktan çıkmak her ikisine de zor gelmişti ve giyinmeleri ellerini birbirlerinden uzak tutmakta zorlandıkları için gereğinden uzun sürmüştü. Sebastian; Isabella'nın sırtındaki kopçaları bağlarken kadının omuz başlarına, boynuna öpücükler kondurmuştu. Isabella da Sebastian'ın, boyun bağını onu çıkarmadan önceki haline benzeterek bağlamasına yardım ederken çene çizgisini defalarca öpmüştü.
Yeterince hazır olduklarına inandıklarında kulübenin kapısını açmışlar ve sundurmadaki sandalyenin üstünde Isabella'nın yakası ve kol ağızları tüylü pelerinini bulmuşlardı. Üstündeki beyaz kağıdın mührünü kıran Sebastian; Drako'nun, dikkat çekmeyecek sadelikte bir arabayı bahçenin caddeye açılan tarafındaki girişinde beklettiğini haber veren notunu okumuştu. Dilerse Madam Mercier o arabayı kullanabilirdi.
Isabella, "Tanrı'm!" diye inlemişti. Güzel yüzünü kaplayan kızarıklık, loş ışıkta bile kendini belli ediyordu. "Biz içerideyken hizmetlilerden biri kapıya kadar gelip bunları mı bırakmış?"
"Hizmetli mi? Sevgilim, Drako işini asla şansa bırakmaz!"
Isabella bir kez daha, "Tanrı'm!" diye inlerken ellerini yanaklarına bastırmıştı. "Yani Lord Stone burada mıydı? Aman Tanrı'm! Ne kadar utanç verici!"
Sebastian; Isabella'nın, yüzünü göğsüne gömmesine izin vermişti. O, tekrar tekrar, "Ne utanç verici! Ne utanç verici!.." diye derken en sonunda dayanamamış ve onun çenesini tutarak gözlerinin içine bakmıştı.
"Neden utanç verici olsun? Sen benim karım değil misin?"
"Öyle ama..." diye başlayan Isabella'yı dudaklarıyla susturmuştu. Aralarında yaşananlar duygularını o kadar yoğunlaştırmıştı ki öpüşmeleri göz yaşartıcı bir hale bürünmüştü. Burunları birbirine değecek kadar ancak ayrıldıklarında Sebastian, "Ben bundan utanmıyorum." demişti. "Bizden utanmıyorum! Sen de utanma!"
Gözlerinde ayın parıltısı dans eden Isabella, "Utanma nedenimin ne olduğunu biliyorsun." demişti. "Ve bu kesinlikle 'biz' değiliz!"
Isabella'nın sözleri, Sebastian'ın bir kez daha dudaklarına eğilmesine neden olmuştu.
O gece Isabella'yı arabaya bindirip göndermek için Sebastian'ın gerçek bir irade gücü kullanması gerekmişti. Yaşadıklarını biraz olsun sindirmek için salona dönmek yerine önce çalışma odasına geçmişti. Çok geçmeden Drako kapıda göründüğünde şaşırdığı söylenemezdi.
Ellerini ovuşturarak içeri giren adam, ilk iş olarak, "Eee, ekselansları; nasıl gitti?" diye sormuştu. Sonra da Sebastian'ın konuşmasına fırsat vermeden, "Dur, dur, dur!" demişti. "Gözlerine bakmak bile nasıl gittiği anlamam için yeterli, o yüzden detay duymak istemiyorum! Zaten anlatacağın hiçbir detay, daha önce yapmadığım bir şey değildir ki bu da olsa olsa uykumu getirir."
Onun bu alaycı tavrı, Sebastian'ın kahkaha atmasına neden olmuştu.
"Hiçbir zaman bu konularda konuşmadığımı bilirsin ama sana şu kadarını söyleyeyim: Sevdiğin kadınla olduğunda bildiğin bütün tekniklerin bir önemi kalmıyor, bunu bir gün sen de anlayacaksın."
"Bu dediğinin gerçekleşmesi o kadar mümkün olmayan bir şey ki üzerine cümle kurma ihtiyacı dahi hissetmiyorum." diyen Drako; kuzeninin suçlulukla, "Elizabeth ne alemde? Yokluğumu hissetti mi?" diye sorması üzerine ona, "Sakin ol, her şey yolunda!" diyerek yanıt vermişti. "Ben hep yanındaydım, yokluğunu fark ettiğini sanmıyorum. Buna zamanı da yoktu."
"Zamanı yoktu, derken?"
"Minik kelebeğimiz bir dansı bile kaçırmadı." diyen Drako yüzünü buruşturmuştu. "Ayaklarının halini düşünemiyorum. Birkaç gün yürürken zorlanırsa hiç şaşırma!"
Sebastian, "Sana borçlarım artıyor Drako." demişti. "Bu iyiliğini hiç unutmayacağım!"
Drako omzunu silkmişti.
"Bunda büyütecek bir şey yok!"
"Peki, konuklar ev sahibinin yokluğunu hissetti mi?"
"Ekselanslarının Warwall'la ilgili halletmesi gereken acil bir meselesi olduğunu öğrenmek kimseyi şaşırtmadı. Ve şimdi kendilerinin işlerini kısa sürede hallederek döndüğünü görünce kimsenin soru soracağını sanmam."
Sebastian kaşlarını kaldırmıştı.
"Kısa süre, mi?"
"Neredeyse sabaha kadar süren bir baloda iki saat dediğin nedir ki?"
"Sanırım bu konuda sana güvenmem gerekecek. Ne de olsa aramızda bu tip davetlerde sık sık ortadan kaybolan kişi sensin."
Alaycı bir tavırla eğilip, "Teşekkür ederim ekselansları." diyen Drako, aynı tavırla, "Ekselansları, Madam Mercier hakkında neler konuşulduğunu öğrenmek istemezler mi?" diye sormuştu.
Gerilen Sebastian, "Ne söylüyorlar?" demişti.
"Tahmin bile edemezsin!" diyen Drako sırıtmıştı. "Balkonda cazibemle içeri çektiğim kadınlara, 'Sanki Madam Mercier, hasta gibi görünüyor." dedim. İçlerinden biri, 'Öyle mi?' diye sordu; en yaşlı olan da 'Bana da öyle geldi.' dedi. İşte bu kadar! Ondan sonra da dedikodunun iyice yayılmasını beklemekten başka bir şey yapmadım."
"Ne dedikodusu?"
Drako iyice gerilen kuzenine, "Sen beni dinlemiyor musun?" diye sormuştu.
"Hikaye anlatmayı bırakırsan dinleyeceğim! Şimdi şu dedikodunun ne olduğunu söyle!"
"Ne olacak? Tabii ki Madam Mercier'nin hastalandığı için salondan ayrıldığının dedikodusu." Muzipçe göz kırpan Drako, sesini alçaltarak, "Benden duymuş olma ama, sanırım Madam'ın midesi içkiyi pek kaldırmıyormuş." demişti.
Sebastian kuşkuyla, "Buna gerçekten inandılar mı?" diye sormuştu.
"Her şeyi başlatan ben olmama rağmen ben bile inandım."
Rahatlayan Sebastian, "Sana borçlandım." demişti. "Gerçekten borçlandım. İstediğin şeyi söylemen yeter, ben ve imkanlarım emrine amadedir."
"Bu çok büyük bir söz!"
"Çok da samimi bir söz!"
"Madem öyle tamam."
Sebastian, beklenti dolu gözlerini Drako'ya dikmişti.
Drako, "Ne?" demişti. "İlla şimdi mi bir şey istemek zorundayım? Hakkımı sonra kullanamaz mıyım?"
Sebastian, onun bu vurdumduymaz alaycılığına omzuna şakacı bir yumruk atarak karşılık verse de konuşurken sesi son derece ciddiydi: "İstediğin zamanda, istediğin şey!"
Ertesi sabah evin içinde Sebastian'ı pek de ilgilendirmeyen bir koşuşturmaca vardı. Yüzlerce konuktan arta kalan konağı eski, düzenli haline getirmeye çalışan onlarca hizmetçi etrafta bir arı kovanının yoğunluğuyla çalışıyordu. Kimi zaman yükselen seslerini duymazdan gelmek Sebastian için zor olmamıştı. Alışık olduğu düzen için birazcık gürültüyü rahatlıkla kaldırabilirdi.
Sabaha karşı herkes gittikten sonra çalışma masasının arkasındaki rahat koltukta yarım saatlik kestirmeyi saymazsa hiç uyumamıştı. Gündüz uyumayı tam olarak bir tembel işi gördüğü için Lawson gelene kadar kafasından geçenleri bir kağıda ufak ufak not almak istemişti ama kendini çok yorgun hissettiği için bunu bile yapamamıştı. Onu yoran balonun neredeyse gün ışıyınca sona ermesi değildi; günler öncesinden başlayan, Elizabeth için bu kadar önemli bir gecede, sorun çıkabileceği endişesiydi.
Kafasını toparlayamayacağını anlayınca Dawson'a, Lawson'a bugünkü çalışmalarının iptal edildiğine dair bir not göndermesini emretmiş; sonra da süitine çekilmişti. Özel uşağının, "Ekselansları?.. Ekselansları!" diye seslenişiyle kendine geldiğinde şöminenin önündeki koltukta oturuyordu ve saatler önce elinde duran kitap, artık ayağının dibindeydi.
"Ekselansları... Akşam yemeği için uyandırılmak istersiniz diye düşünmüştüm."
Elleriyle yüzünü ovuşturan Sebastian, "Boş ver yemeği!" diyerek homurdanmış ve kendini karyolaya yüzüstü atıvermişti. Öylesine derin uyumuştu ki uyandığında neredeyse gece yarısı olmak üzereydi.
Porselen lavaboda yüzünü yıkamak için ayağa kalktığı sırada konaktaki herkesin dün gecenin ardından ne kadar yorulduğunun ispatı gibi duran derin sessizlik, tiz bir çığlıkla paramparça olmuştu.
Sebastian yatak odasından nasıl çıktığını, Elizabeth'le düşesin odalarının bulunduğu sol kanada nasıl ulaştığını hala hatırlamıyordu. Net olarak hatırladığıysa neredeyse ara vermeden devam eden çığlığın sahibinin Elizabeth'in odasında olmadığını anladığında duyduğu rahatlamaydı.
Düşesin birkaç odadan oluşan süitinin kapısı ardına kadar açıktı ve içeride iki elini yanaklarına bastırmış genç bir hizmetçi kız; yatağın ayak ucunda ikiye bükülmüş, çığlık atıyordu.
"Kes!.. Şunu kes!"
Hizmetçi kız, Sebastian'ın yükselen sesi karşısında bir çığlığın ortasında ağzı açık kalakalmış; çok geçmeden de dizlerinin üstüne düşerek sessiz sessiz ağlamaya başlamıştı.
"Babacığım, ne olu... Aman Tanrı'm! Aman Tanrı'm! Hayır! Hayır!.."
Sebastian, Elizabeth'i göğsüne çekerek çenesini başının üstüne koymuş ve "Şş!.." demişti. "Sakin ol bebeğim, sakin! Ben yanındayım."
Gözlerini yatakta bir mumyanın renksiz sessizliğiyle uzanmakta olan düşesten ayırmadan arkasında hırıltılarla nefes almakta olan Dawson'a, "Hemen Doktor Roberts'ı çağır!" diyerek talimat vermişti. "Sonra da Piskopos Hemsworth'a haber yolla! Hemen gelsin!"
Doktorla piskopos on beşer dakika arayla konağa ulaşmış ve hala geniş, sayvanlı karyolanın başında dikilmekte olan Sebastian'a zaten açık olan gerçeği söylemişlerdi: On Dördüncü Warwall Düşesi Grace St. James ölmüştü. Dr. Roberts'a göre ölüm nedeni, kesinlikle, kalpti. Tırnak diplerindeki ve dudaklarının kenarındaki morluklar kalpten başka bir şeyin işaretçisi olamazdı.
Annesinin başından uzun süre ayrılmayan Sebastian; kadının bembeyaz yüzüne, ellerine, kımıltısız bedenine bakıp, "Demek ki o da ölebiliyormuş!" diye düşünmüştü. Bu dünyada "ölebilecekler" sıralamasında hiç aklına gelmeyecek kişi de ölebiliyormuş. Sarsılmaz iradesi, yıkıcı ve yıpratıcı gücü de onunla birlikte ölebiliyormuş.
Yine de düşesin öldüğünü kabullenmek kolay olmamıştı. Onun gibi bir kadının dünyadan böyle sesiz sedasız ayrılmasını mantıklı bulmamıştı. Düşes, yaşarken olduğu gibi ölürken de çevresindekiler üzerinde bir etki bırakmalıydı: İnsanları zorlamalı, rahatsız etmeli ya da onlara emirler yağdırmalıydı.
Ertesi gün, cenazeyle birlikte Warwall'a doğru yola çıkmadan önce Drako'ya, "Öldüğünü biliyorum ama hala gerçekmiş gibi gelmiyor." demişti. "Sanırım bu yüzden biraz bile üzgün hissetmiyorum."
Drako, her zamanki acımasız dürüstlüğüyle, "Böyle düşünmek istediğini biliyorum." demişti. "Ama gerçeği ikimiz de biliyoruz: Birinin yasını tutabilmek için onu önemsemek gerekir. Bunu kendini daha da kötü hissetmen için söylemiyorum. Sadece... Sadece halamı biliyorsun. O da kimseyi önemsemezdi."
Drako haklıydı. Sebastian içinden, "Beni bile!" derken onun haklılığını onaylamış olmuştu.
Grace St. James; ölümünün ikinci gününde, Warwall'da kocası William St. James'in yanına defnedilmişti. Cenazesi çok kalabalık değildi. Yakın dostlar ve akrabalar dışında kraliçeyi temsilen veliaht prens, hükümeti temsilen de başbakan ve beraberinde birkaç parlamento üyesi malikanenin şapelindeki törene katılmıştı.
Defini takip eden günlerde ve sonrasında taziye dileklerini sunmak için gelenlerin ardı arkası kesilmemişti. Sezonun en hareketli zamanında ve kış nerdeyse bastırmak üzereyken insanların onca yolu kat ederek malikaneye gelmesi Sebastian'ı onurlandırmıştı. Onu daha da onurlandıran şeyse ziyaretçilerin tamamının, hayatının bir anını bile kişisel dostluklar kurmaya harcamamış düşes için değil; kendisi için, Sebastian St. James için, Warwall'da olmalarıydı.
Tüm bunlar olup biterken Sebastian, Isabella'ya kısa bir mektup göndermeyi ihmal etmemişti. Onun düşesin ölüm haberini gazeteden öğrenmiş olabileceğini tahmin ediyordu ama sevdiği kadının olan biteni bir de onun ağzından dinlemesini istemişti.
Aslında o günlerde Sebastian; Isabella'nın yanında olmasına, yaşadığı duygu karmaşasını varlığıyla dindirmesine ihtiyaç duymuştu. Isabella hem eşi hem de aşık olduğu kadındı ve onun böyle bir anda yanında olamamasının sorumlusu, düşesti. Sebastian, yaşıyor olsaydı, sırf bu yüzden bile düşesten nefret edebilirdi.
Düşesin ölümüne Elizabeth; Sebastian'ın hiç beklemediği biçimde tepki vermiş, suskunlaşmıştı. Sebastian, ilk başta kızının ilk sezonu daha başlamadan sona eren bir genç kızın hayal kırıklığını yaşadığını sanmıştı. Ne de olsa yas dönemi bitmeden balolara dönmesi söz konusu olamayacaktı ve bunun için de önümüzdeki sezonu beklemesi gerekecekti ki bu da neredeyse bir yıl sonrasına denk geliyordu.
Elizabeth'in sessizliği; Sebastian'ın bir gün dayanamayıp, daha çok balolarının olacağını söyleyerek onu teselli etmek istemesine neden olmuştu.
Karşılık olarak Elizabeth, "Şu an aklıma gelen en son şey bir baloda dans etmek baba!" demişti.
İşte o anda kızının büyükannesine düşkünlüğünü küçümsemiş olabileceğine karar veren Sebastian, "Keşke şu koca dünyada ben dahil Elizabeth'in duygularını paylaşacak bir kişi daha olabilseydi." diye düşünmüştü.
Arabacının koşum takımlarına karışan sesi, Sebastian'ı bir anda içinde bulunduğu ana çekiverdi. Arabanın perdesini aralamadan bile olmak istediği tek yerde olduğunu bildiği için daha araba tam olarak durmamışken kapıyı açıp kendini dışarı attı. Sonunda Isabella'yı görebileceği için duyduğu sevinci tarif edemezdi. İçinden, "Otuz altı yaşında, bir delikanlının uçarı heyecanıyla sevgilinin kapısına koşarak ne yapıyorsun?" diye yükselen sese, uşaklarının ne düşüneceğini umursamadan, ufak bir kahkahayla karşılık verdi çünkü bir erkek olarak kalbi boğazında atarken hissettiklerini "uçarı bir heyecan" olarak tanımlamanın ne kadar yetersiz olduğunu kabul etmekten utanç duymuyordu.
Mağazadan içeri adımını attığında, her zamanki kadar sakin ve kendinden emin görünüyordu. Oysa kalbi, Isabella'yı görme ümidiyle dayanamayacağını düşündüğü kadar hızla atıyordu.
Kapının üstündeki minik çan, tezgahın arkasındaki kızın sıradan bir müşteri için hazırda bulundurduğu gülümsemeyle başını kaldırmasına neden oldu. Karşısındaki adamı tanıdığında ise o gülümseme çabucak solarak yerini tuhaf bir ifadeye bıraktı. Sararan suratı ve açık kalan ağzıyla o kadar komik görünüyordu ki Sebastian kahkaha atmamak için kendini zor tuttu.
Sadece iki kez görmüş olmasına rağmen bu kızı hatırlıyordu. Konakta Isabella ona, "Carol" diye seslenmişti.
Carol, her iki karşılaşmalarında da konuşmaktan çok garip tavırlar sergilemişti. Bu yüzden ona doğru yaklaşırken yüzünün iyice solmasını çok tuhaf bulmadı Sebastian çünkü kızın kendisi tuhaftı.
Aralarında üzerine cam konulmuş uzun tezgahtan başka bir şey kalmayınca, "Madam Mercier yok mu?" diye sordu.
Kızın gözleri kocaman oldu, koskocaman.
Her ne kadar kızın tuhaf olduğunu düşünse de ister istemez kafasını hafifçe yana çevirerek duvardaki zarif aynada kendine bir göz atma ihtiyacı duydu. Gayet normal göründüğüne kanaat getirip kıza döndü ve bilmesine rağmen, "Adın ne senin?" diye sordu.
"Ca... Carol, ek... ekselans... ekselansları!.."
Kız, tam da o anda aklına gelmiş olacak, reverans yapmak için eğilince dengesini kaybetti. Neyse ki önündeki tezgaha tutunarak yere düşmemeyi başardı.
"Demek duyabiliyormuşsun!"
"Ne?"
Açıkça görgü kurallarıyla ilgili sorunu olduğu belli olan bu kızı mağazada tutmak hiç akıllıca değildi ve Sebastian bunu Isabella'ya söyleyecekti. Ya da Mathilda'ya mı söyleseydi? Evet, bu daha mantıklı olacaktı çünkü Isabella Mercier, Isabella St. James olduğunda burada çalışması söz konusu dahi olamayacaktı.
"Az önce 'Madam Mercier yok mu?' diye sormuştum fakat sen cevap vermedin. Şimdi söyle bakalım, hanımın nerede?"
Kız, kaskatı kesilerek başını sağa sola salladı.
"Yok mu yani?"
Bu kez de aşağı yukarı.
Sebastian; en fazla on dört ya da on beş yaşlarında görünen bu şaşkın çocukla ne yapacağını bilemedi. Kesinlikle azarlanmayı hak ediyordu ama bırak azarlanmayı, sıradan bir konuşmada bile eli ayağı birbirine dolaştığı için hemen bundan vazgeçti.
"Peki, Bayan Mathilda'yı görebilir miyim?"
Kız, sola doğru geri geri yürüyerek mağazadan eve geçilen kapının önünde durdu ve başını aşağı yukarı salladı. Sonra da arkasını dönerek hızlı adımlarla gözden kayboldu.
"Sanırım bu, 'Evet' demek oluyor."
Aradan bir dakika geçip de henüz kimse görünmeyince Sebastian etrafa göz atmaya karar verdi ve çok geçmeden buna pişman oldu. Bu kadar garip ve canlı rengin bir araya geldiği bu yerde, kör olmak işten bile değildi. Kendine, bir kadın terzisi için değil; Isabella için burada olduğunu hatırlatmak zorunda kalmasa ipek, brokar, keten ve daha adını bilmediği kumaş toplarına eşlik eden küme küme danteller ve başının üstüne gerilmiş iplerden sarkan kurdeleler yüzünden ardına bakmadan kaçardı.
Bir tıkırtı duyarak yüzünü girişe çevirdi ama sadece rüzgarın hafifçe zorladığı kapıdan başka bir şeyle karşılaşmadı.
Sezon başlangıcında herkes giyim kuşam işini halletmiş olsa da bu durum terzilere kimsenin uğramayacağı anlamına, elbette, gelmiyordu. Dünyada yeni bir yelpazenin ya da şapkanın veya farklı türde bir kurdelenin cazibesine "Hayır!" diyebilecek kadın olduğunu sanmıyordu.
Birden burada, böylesi kadın kokan bir mekanda, tanıdık bir simayla karşılaşmanın bir parça utanç verici olabileceğini düşündü. Zihninin bu düşünceyle meşgul olmasını engelleyen; Bayan Mathilda'nın, "Ekselansları..." diye seslenmesiydi.
Sebastian yavaşça arkasını döndü ve döner dönmez de şaşkınlıkla nefesini tuttu. Hem Bayan Mathilda gibi hem de sanki o değilmiş görünen kadın karşısında gözleri kısıldı. Onun tanıdığı Bayan Mathilda, şu an karşısında duran kadından en az beş ya da on kilo fazla gelirdi. Ve o Bayan Mathilda; neşeli tabiatı sayesinde asla böylesi yıkılmış, perişan görünmezdi.
Kadındaki değişimin sarsıcılığı; Sebastian'ın gözlerini şüpheyle onun parmaklarına indirmesine neden oldu. Yüzük olduğu yerde duruyordu ve böylece Bayan Mathilda'nın halini Samuel'den beklenmedik bir şekilde ayrılmasına yoran Sebastian'ı boşa çıkarıyordu.
Bayan Mathilda, "Ekselansları, lütfen başsağlığı dileklerimi kabul edin." dediğinde Sebastian, bakışlarını onun sağlıksız bir biçimde süzülmüş yüzüne doğru kaldırdı. "Sizin ve Leydi Elizabeth'in bu zor zamanları kolay atlatmanızı dilerim."
Sebastian, göz teması kurmaktan kaçınan kadına, "Teşekkür ederim." diye yanıt verse de her zaman hızlı ve detaylı çalışan zihni, kadının görünümündeki ve davranışlarındaki değişimin nedenini bulmak için çalışıyordu ve sadece tek bir nedene odaklanabiliyordu: Isabella!
"Isabella nerede Bayan Mathilda?"
Kendi sesinde duyduğu şey korkuydu ve Bayan Mathilda'nın, titreyen parmaklarını sanki ağrıyormuşçasına sıvazlayıp sıvazlayıp durmasını izlerken korkmakta ne kadar haklı olduğunu anladı. Kadına hızla yaklaştı ve neredeyse bağırarak, "Bayan Mathilda! Isabella'ya bir şey mi oldu?" diye sordu.
Kadın, ortaya çıktığı andan beri ilk defa gözlerini Sebastian'ın gözlerine dikti. Sebastian, o gözlerde tarifi imkansız bir acı okudu.
Gözyaşları yanaklarında ince izler bırakarak kayarken, "Gitti!" diye hıçkırdı Bayan Mathilda. "Gitti!" ve sonra Sebastian'ın kollarına yığıldı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.71k Okunma |
221 Oy |
0 Takip |
28 Bölümlü Kitap |