@majdafan
|
İsabella, fincanı tabağına bırakırken sakin bir biçimde gülümsüyordu. Oysa çay, beklediğinden çok daha sıcak olduğu için dilinin ucunu yakmıştı. Karşısında derli toplu oturan sarışın kız, "Sonunda sizinle tanışabildiğime çok memnun oldum Madam Mercier." dedi. Gözlerinde, henüz çocukluğun masumiyetini yaşatan hevesli, güven dolu ışıltılar vardı. "O onur bana ait leydim." diyerek karşılık verdiği Leydi St. James, inanılmaz güzellikte bir genç kızdı. Babasınınkilerden bir ya da iki ton daha açık saçları altınımsı ışıltılarla parlıyordu. Neredeyse şeffaf sayılabilecek duru teninde, onun yaşındaki genç kızların çoğunda görülen sivilcelerden en ufak bir iz bile yoktu. Güzel gözleri dükün hiçbir duyguyu barındırmayan buz mavisi gözlerine, çok şükür, benzemiyor; baktığı kişiye mutluluk veren sımsıcak duygularla dolup taşıyordu. Belki kusur olarak sayılabilecek tek yanı, alt dudağının tıpkı babasınınki gibi ince olmasıydı ama bu bile üst dudağının dolgunluğuyla dengeleniyor, babasının aksine, ifadesine inanılmaz bir yumuşaklık katıyordu. Ve yine babasının aksine bu genç kız gülümsemeyi biliyordu. O kadar ki İsabella ona bakarken kendi yüzünde de benzer bir gülümsemenin oluştuğuna emindi. "Leydim, ne tarz kıyafetler istediğinize dair bir karar verebildiniz mi?" İsabella'nın sorusu, "Hayır, henüz değil." diye yanıtlandı ama Leydi St. James tarafından değil, babası Warwall Dükü Sebastian St. James tarafından. İsabella kapının girişinde duran adama bakarken, "Bunu hep yapıyor!" diye düşündü. "Nezaketsiz bir sessizlikle yaklaşıp insanı şaşırtıyor." Sebastian St. James, içeri doğru birkaç adım attı. Konuşmuyordu ama gözlerinden aralarında geçenleri unutmadığı okunabiliyordu ve bunların suçlusu olarak İsabella'yı gördüğü de. İsabella, kalp çarpıntısına inat, hiç acele etmeksizin ayağa kalkıp uygun bir reveransla dükü selamladı. Henüz daha başını kaldırmamıştı ki erkeğin, "Nasılsın İsabella?" dediğini duydu. Yavaşça doğrulurken sakinliğini korumaya çalıştı. Lanet olası adam, kızının yanında İsabella'ya ismiyle hitap etme cüretini nasıl gösterebiliyordu? İstediği her şeyi dilediğince yapma özgürlüğüne sahip birinin rahatlığıyla kızının bile ne düşüneceğini umursamıyor olabilirdi ama İsabella umursuyordu. Kendisi hakkında ne düşünüleceğini umursuyordu, özellikle Elizabeth St. James'in ne düşüneceğini umursuyordu. İçine dolan delice öfkeyi dindirmek için bir anlığına yumduğu gözlerini açtığında karşısında duran dük değil, bebe mavisi bir sandalyeydi. Bakışları; ufak odasında o sandalyenin hemen yanındaki elbise dolabına, sonra da kapıya kaydı. Nihayet yatağın üstünde bacaklarını uzatmış otururken krem rengi pamuklu geceliğin sardığı zarif bedenini fütursuz bakışlarla süzen soluk mavi gözlerin sahibine döndü. Odada en yakınında olmasına karşın varlığını en son fark ettiği şeyin Warwall Dükü olmasını komik buldu ama gülmedi, gülemedi. O, böyle bakarken yapabileceği tek şeyi yaptı: Yorgana sarılıp onu boğazına kadar çekti. Dük, zaten yatağın yanındaydı ama bu yakınlık ona yetmemiş gibi sessizce İsabella'nın yanına, yatağa, oturuverdi. "Korkmuyorsun değil mi?" diye soran sesi, en kaliteli kadifen daha yumuşak ve davetkardı. İsabella, "Neden korkmuyorum?" diye bağırmak istese de ağzından tek kelime bile çıkmadı. Dük, uzanıp işaret parmağının tersiyle yanağını okşadı ve nasıl oluyorsa İsabella, o okşayışı vücudunun her bir parçasında hissetti. "Cevap ver! Korkuyor musun?" İsabella, korkudan çok heyecanla başını aşağı yukarı salladı. Erkek, "Korkma!" derken elini aşağı doğru kaydırdı. Ayak bileğini sımsıkı kavrayan parmakları, beklenmedik biçimde sıcaktı. Usulca, İsabella'nın yumuşak tenini okşadı. Ama orada uzun süre durmadı, yukarı doğru bir yol izledi. İsabella'nın dizine kadar çıktıktan sonra yine aynı yoldan geri döndü. Yavaşça... Çok yavaşça. İsabella, hiçbir sözün ya da hareketin bundan daha şehvetli olamayacağını düşündü ve bu kadar baştan çıkarıcı. Fakat yanıldığını anlaması çok uzun sürmedi: Dükün eli, birkaç gidiş-gelişin ardından, kasıtlı bir yavaşlıkla dizlerinden yukarı hareket etti. İsabella, tüm bedenini titreten hummalı bir yanıgının içine düşmüş gibiydi ve titreyişinin sebebi asla korku değildi: Aklı, ruhu, bedeni erkeğe koşulsuz bir teslimiyetle yönelmişti. Dük, "Titriyorsun." dedi gözlerini İsabella'nınkilerden bir an olsun ayırmadan. Ve sonra... İnanılmaz bir cüretle ekledi: "Titre! Sebebi ben olduğum sürece, titremen bana ancak zevk verir!" Eli, aynı değişmez ritimle, aşağı-yukarı okşayarak gittikçe daha yukarılara, uyluklarına kadar çıktığında her şey fazla geldi ve İsabella, aldığı hazzın yoğunluğuna dayanamadığı için az önce kapattığı gözlerini kocaman açıverdi. Göz kapakları defalarca açılıp kapandı. Şaşkınlığı; günün aydınlığının, yatağın içindeki yalnızlığının ve her şeye rağmen kalbinin çılgınca vuruşunun ispatı olan garip rüyaya idi, bedeninin bilmediği ama çok istediği bir şeye kavuşamamanın yoksunluğuyla sarsılmasına neden olan rüyaya! Artık kırpıştırıp durmadığı gözlerini boyanması gereken tavana dikerek, "Tanrı'm, sen yardım et!" diye yakardı ama biliyordu ki Tanrı ona yardım etse bile İsabella ısrarlı bir kararlılıkla kendini mahvetmeye çalışıyordu. "Tanrı'm!" diye yakardı yeniden. "Bana neler oluyor?" Dün akşama doğru olanları çok net hatırlamıyordu. Sadece kurulu bir makineden farksız aşağı indiğinin, yeniden dikişlerin gidişatını kontrol ettiğinin, detayları gözden geçirdiğinin, bazı hataları düzelttiğinin farkındaydı ama Sebastian St. James'in ziyaretinin ardından gece yatıncaya kadar geçen zaman öylesine yavan, öylesine manasızdı ki yatağa girmek İsabella'ya bir nimet gibi gelmişti. Oysa birbirinden farklı kumaşların kendilerine uygun bir beden bulup balo salonlarında dolaşmaya başlayıncaya kadar geçirdiği serüven, onu her zaman heyecanlandırırdı. Dün heyecanlanmadığı gibi zevk de alamamıştı. Dünyasını kimin tepetaklak ettiğini, dengesini kimin bozduğunu çok iyi biliyordu ve dün onu karşısında gördüğü anda kader ipliklerini elinde tutan o üç tanrıçaya lanet etmişti. Ve bugün, sabahın ilk ışıkları odasını aydınlatırken, lanetlere dağarcığında olduğundan haberi olmadığı küfürler eşlik ediyordu. O üç kaprisli cadı yüzünden bir erkeği -en olmayacak erkeği- kendinden, bedeninden uzak tutamayacak kadar değerlerini ve onurunu yitirmiş bir kadına dönüşmüştü. Derin bir nefes alıp kararlıklıkla yorganı üstünden atması, düşüncelerinin gittiği yöne duyduğu tepkinin bir sonucuydu. Vücudu odanın soğuğu karşısında titredi, tüyleri diken diken oldu. Yine de en az ayağının altındaki taş zemin kadar soğumuş olan suyu porselen leğene döktü ve hiç tereddüt etmeden birkaç vuruşla yüzünü yıkadı. Havlu ağzının üstünden rasgele bir hızla geçerken, nefesi buhardan minik bir bulut olarak havaya savruluyordu. İhtiyaçlarını giderdikten sonra hiç beklemeden elbisesini giydi, saçlarını tarayıp firketelerle tutturdu, en sonunda aynaya iyice yaklaşıp kaşlarını düzeltti. Gözleri; pembeleşmiş yanaklarında dolaştı, ardından dudaklarında ve soğuğa rağmen vücuduna ateş bastı. Kendi yüzüne karşı, "Nasıl yapabildi?" diye sordu. "Nasıl?" Evet; onu kışkırtmıştı, kesinlikle kışkırtmıştı! Şimdi bile düke karşı çıkacak, bağıracak, bile bile onun üzerine gidecek deli cesaretini nereden bulduğunu hiç bilmiyordu ama... Ama dünden beri sonuçlarına katlanıyordu. Hislerini anlatmaya kalksa söyleyeceği her sözün, kuracağı her cümlenin fazlasıyla trajik olacağından emindi. İçindeki karmaşayı, atmak istediği çığlıkların bile yeterince anlatabileceğinden kuşkuluydu. Neyi sevdiğinden ya da nefret ettiğinden, neyi kabul edebileceğinden ya da etmeyeceğinden artık hiç emin değildi. İsabella "İsabella Mercier" olmaktan çıktığını hissediyordu. İçindeki tüm pişmanlıklara rağmen hala Sebastian St. James'in kollarında hissettiği benzersiz zevki düşünüyor olması bunun apaçık kanıtıydı. İnce belini kavrayan güçlü ellere kadar kendi bedeninin hiç bu kadar nahif, hiç bu kadar narin olduğunu fark etmemişti ve şimdi, bu şekilde fark ediyor olmaktan ölesiye korkuyordu. İsabella, ait olmaya dair hiçbir şey bilmiyordu: ne anne babaya ne kardeşe ne eşe... Bu yüzden dükün kollarında kendini neredeyse evindeymişçesine rahat hissetmesi şaşırtıcıydı. Dudaklarında acı bir gülümsemenin izleri oynaştı. Onun kollarında böyle hissetmesinin nedeni ancak ironi olabilirdi. Yeniden "kader" diye düşündü. Tam da önündeki düğümü çözmüş; sorunsuz, yeni bir ilmek alacağını düşünürken çıkrık başka başka yünlerden eğiriyordu ipi. Ve artık İsabella, o ipin ucundaki bir kukladan farklı göremiyordu kendini. İster sağa çevrilsin, ister sola, isterse tepetaklak edilsin fark etmez: Kaderi başkalarının elinde olan bir cisimdi, ne bir fazla ne bir eksik. Dük, dudaklarını ilk başta o kadar sert bastırmıştı ki İsabella'nın canını acımıştı ama amacı da bundan başka bir şey değildi zaten. Canını yakarak İsabella'yı cezalandırmak istemişti. Hiç bitmeyecekmiş gibi geçen saniyelerin ardından başını kaldırdığında İsabella onun bakışlarında pişmanlığa benzer bir şey görmüştü ve belki biraz da acı. Ama bu duygular orada o kadar kısa süre kalmıştı ki İsabella gördüğünün bir yanılsama olduğunu düşünmüştü ve erkeğin yeniden yaklaşmaya başlamış olan dudakları yüzünden düşünmeyi de bırakmıştı. O anda cezasının geri kalanını metanetle beklediği söylenemezdi. Fakat... Fakat bu ceza değildi. Bu... Sebastian St. James bu kez onu öpmemiş, sanki dudaklarıyla okşamıştı. Üstelik öylesine büyük bir duyarlılıkla okşamıştı ki İsabella göğüslerinin karıncalandığını hissetmiş, bedenini istemsizce erkeğin yapılı bedenine yaslama ihtiyacı duymuştu ve bu utanç vericiydi. Özellikle de aradan zaman geçip anın sıcaklığı kaybolduğunda daha da utanç vericiydi. Şimdi bile sırf bu yüzden yeniden yorganın altına girmek, o karanlıkta elleriyle yüzünü kapatmak istiyordu. Utanıyordu, çok utanıyordu ama daha çok da korkuyordu. Delicesine korkuyordu! Dükten, onun yapabileceklerinden, kendi hislerinden, aklını kaybediyor olmaktan, en önemlisi de içinde gittikçe kabaran öfkeden! Aynada başı iki yana sallanırken, "Böyle aptalca şeylere yenilecek değilim!" diye homurdandı ve dönüp odasından çıktı. Zaten biraz daha gecikirse Mathilda onu aramak için yukarı çıkardı ve belki de tıpkı dün yaptığı gibi odaya kaygıyla dalardı. Ve belki de İsabella bu kez henüz olanları kafasında tam olarak netleştiremediği, bedeninin tepkilerine beyni uyum sağlayamadığı için şaşkınlıkla olduğu yerde öylece kalmak yerine arkadaşını gülümseyerek karşılayabilirdi. Dün öğleden sonra dük, İsabella'dan çok daha fazla kendine hakimdi: Mathilda'nın sesini duyunca kendini geri çekip İsabella'ya kabul edilebilir uzaklıkta durmayı bilmişti. Sonrasında da sanki aralarında yaşananları yok sayan bir soğuklukla selam verip gidinceye kadar bakışlarını bir kez olsun İsabella'dan ayırmamıştı. İsabella, o bakışlardaki karşıkonulmaz niyeti hatırlamak bile istemiyordu! "Neydi bu şimdi?" diye sormuştu Mathilda, dükün kaybolduğu kapı ve İsabella arasında gidip gelen şaşkın bakışlarının arasında. İsabella cevap vermemişti. Sanki konuşmaya bile mecali yokmuş gibi odanın ortasında öylece dikilip kalmıştı. "İsabella?.." Mathilda'nın kolunu tutup hafifçe sarsması, beyninin parçaları geç de olsa doğru bir biçimde bir araya getirmesini sağlamıştı: Carol'ın Warwall Dükü'nün yukarıda olduğunu Mathilda'ya söylememesi mümkün değildi. Mathilda'nın bir bez bebeğinkine benzeyen yuvarlak gözlerine bakarak, "Gördün, değil mi?" diye sormuştu.
"Ne... Neyi gö... Gördüm mü?" diyen Mathilda'nın kekelemesi her şeyi açıkça ortaya koysa da İsabella, sesini yükseltip, "Mathilda!" diye baskı yapmadan Mathilda aynı şaşkın ifadeyle İsabella'ya bakmaya devam etmişti. "Evet, gördüm." diye itiraf ederken yüzündeki maske düşmüş, tüm hatları gerilmişti. İsabella'nın utançtan kahrolduğunu fark etmeden konuşmaya devam etmişti: "Aşağıda Carol'ı görür görmez bir tuhaflık olduğunu anladım. Sonra Carol ekselanslarının yukarıda olduğunu söyleyince... Gizlece dinlemek gibi bir niyetim yoktu, bana inanmalısın İsabella! Ama merdivenlerin başında beklerken senin bağırdığını duydum. Sonra... Sonra o... O da bağırıyordu!" Matilda yaşadığı dehşeti hatırlayarak elini göğsünün üstüne koymuştu. "Yüce Tanrı'm! Az daha yüreğime inecekti! Orada öylece duramazdım! Be... Ben... Kapı açıktı ve ben..." "Her şeyi gördün!" Mathilda derin bir nefesin ardından, "Evet canım, gördüm." diye itiraf etmişti. İsabella, can dostunun sevgi dolu yüzüne daha fazla bakmaya dayanamayarak arkasını dönmüştü. Kollarını bedeninin etrafına sardığı esnada başını bilinçsizce iki yana sallıyordu. "Onun... Onun benimle ne işi olabileceğini hiç bilmiyorum. O bir dük! Ve... Ve çok çabuk sinirleniyor ve ben onun yanında kendimi tanıyamıyorum." İsabella sesinin yükseldiğinin farkında olmadan, "Tanrı'm!" diye yakarmıştı. "Onun bir daha yanıma yaklaşmasını istemiyorum! Asla istemiyorum!" "İsabella, biraz sakinleş yavrucuğum!" demişti Mathilda. İsabella, başını hızlı hızlı sağa sola sallamıştı. "Sakinleşemem! Asla sakinleşemem! Görmedin mi adam beni öpüyordu!" Mathilda sessiz kalınca hızla ondan yana dönmüştü. "Görmedin mi Mathilda?" "Gördüm ama..." "Ama?.." Mathilda gözlerini ondan kaçırarak, "Tek taraflı bir şey gibi görünmüyordu." diye fısıldamıştı. Odanın ortasına ağır bir top güllesi düşmüşçesine yaşanan derin sessizliğin ardından İsabella kekeleyerek, "Bu... Bunu nasıl söy... Söyleyebilirsin Mathilda?" diye sormuştu. "Neden söylememem gerekiyor? Bu sadece bir öpücük, basit bir öpücük İsabella!" İsabella, gözlerinden taşmaya hazır yaşlarla Mathilda'ya bakakalmış ve daha fazla dayanamadığında, Mathilda'yı dehşete kapılmış gözlerle dizlerinin üstüne çöküşünü izlemek zorunda bırakmıştı. "Tanrı'm! İsabella!" diyerek feryat eden Mathilda, çömelip onu kollarının arasına almış ve İsabella'nın her hıçkırığını, "Şışş!.." diyerek karşılayarak başını sıvazlamıştı. "Tamam..." demişti, "Ta-mam..." Yine de İsabella'yı sakinleştirmeyi başaramamıştı. Mathilda pes etmemiş, ısrarla, "İsabella! İsabella!" diye seslenmişti. "Yavrucuğum! İsabella! Beni dinle! İsabella!" İsabella onu dinleyecek akıl sağlığına sahip değildi. Hıçkırıkları, artık neye ağladığını bilmemesine rağmen bir parça olsun azalmamış; hatta onu bir çeşit sinir krizinin eşiğine taşımıştı. Mathilda'nın çaresizliğinin sonucu ortaya çıkan müdahalesi olmasa kesinlikle evlerine bir gün arayla bir kez daha doktor çağrılması gerekebilirdi. İsabella, önce ne olduğunu anlamamış ama sonra kocaman olmuş gözlerindeki inanmaz ifadeyle Mahilda'ya bakmıştı. O esnada da eli, yavaş bir hareketle alev alev yanan yanağına kapanmıştı. En az İsabella kadar yaptığına inanamıyor gibi görünen Mathilda'nın, "İsabella..." diyerek bir çeşit yalvarışla uzattığı eline karşı İsabella kendini hızla geri çekmişti. "İsabella! İsabella!.." İsabella; Mathilda'nın çaresiz çağrılarına yanıt vermemiş, sessizce ayağa kalkıp son beş yıldır ona yoldaş olmuş kadının yanından geçip gitmişti. Gün içinde Mathilda, onunla konuşmak için fırsat kollamıştı ama İsabella henüz buna hazır olmadığı için Mathilda'dan uzak durmayı tercih etmişti. Ve beş yıldır ilk defa dün gece sıcak kakaolarını beraberce içmeden yataklarına çekilmişlerdi. Şimdi, sabahın aydınlığında, ne kadar az ve huzursuz uyumuş olursa olsun insan zihnine uyku kadar iyi gelen bir şeyin olmadığını düşünüyordu. "doğru" ve "yanlış"ı tam olarak görmesi gerektiği şekilde görebiliyordu. İşte bu yüzden Mathilda'yı dün hiç hak etmediği halde hapsettiği mutsuzluk sarmalından kurtarmak için merdivenlerden aşağı inmeye koyuldu.
|
0% |