@majdafan
|
Elindeki kalemi masanın üzerine fırlatıp attı; ayağa kalkıp iki adımda ağır, kahverengi perdenin süslediği pencereye ulaştı. Yavaşça yana ittiği kadife kumaşın kenarından dışarı baktığında sokağın o alışılageldik tenhalığından başka bir şey göremedi. Yumruğunu, başının üstünde yavaş bir vuruşla cama bırakırken yapılı bedeni ham ketenden beyaz gömleğinin içinde gerilmişti. Sonbahar artık iyice kışa dönmeye meylettiği için, henüz öğleden sonra olmasına rağmen, vaktin olduğundan geç algılanmasına ve erkeğin cama yansıyan gözlerinin soluk mavisinin gri gibi görünmesine neden oluyordu. Havanın soğukluğu, Warwall'ın geniş ormanlarında ömrünü tüketmiş meşelerin şömineden taşmaya meyleden arsız yangını sayesinde hiç hissedilmiyordu. Bacaya doğru dil dil uzanan alevler, birbirinden farklı yerlere konulmuş büyük mumlara eşlik ederek çalışma odasını aydınlatıyordu. Ve bu aydınlık, bir saat boyunca, Warwall Dükü Sebastian St. James'le vekilharcı Bay Richard Lawson'a rakamların üzerinden sorunsuzca geçme imkanı tanımıştı ancak son yarım saattir... Son yarım saatin aynı verimlilikle geçtiği söylenemezdi. Sebastian; yumruğunu cama bir kez daha hafifçe vururken, Lawson'ın duyamayacağı kadar alçak sesle, "Lanet olsun!" diye mırıldandı. Lawson, dükün sabırsız ve öfke dolu sesini gerçekten de duymadı; duymuş olsaydı, "Beş dakika kaldı ekselansları!" diye bir uyarıda bulunmazdı. Aslında normalde de bu şekilde davranmazdı. Zaten gece yatağa girdiğinde hangi akla hizmet böylesi bir işgüzarlık yaptığını sorgulayacak ve kendini acımasızca azarlayacaktı. Sebastian, hissettiğinden çok daha sakin bir biçimde, başını hafifçe çevirip omzunun üstünden Lawson'a baktı. Genç adam, her zamanki yerinde, masanın diğer tarafındaki sandalyesinde oturuyordu ve o anda elindeki köstekli saati, ispat etmek istermiş gibi, Sebastian'a doğru uzatmıştı. Sebastian, saate bakmak bir yana, duruşunu bile bozmadan, "Neye beş dakika Lawson?" diye sordu. Normal şartlar altında olsa, yani dükün şaşırtıcı derecede duygusuz ses tonuna gözleri her zamanki soğukluğuyla eşlik ediyor olsa, Lawson gerçeği belki olduğu gibi söyleyebilirdi. Ancak ekselanslarının gözleri sadece soğuk değil, yeni bilenmiş bıçağın acımasızlığıyla parlarken aklından geçenleri kendine saklamanın daha akıllıca olabileceğine karar veren Lawson, alelacele, "Hiç! Hiçbir şeye!" dedi. Ne kadar kontrol etmeye çalışırsa çalışsın sesine yansımasına engel olamadığı korku ve telaş, Warwall Dükü'nün değil de bir başkasının karşısında ortaya çıkmış olsa Lawson kendine olan saygısını yitirirdi. "Sadece... Sadece beş dakika sonra saat dört olacak. Onu hatırlatmak istedim!" dediğinde, bir kez daha kendine kızdı. "Yanlış cevap Lawson!" dedi içinden. "Hem de çok yanlış!" Herkes, Ekselansları Warwall Dükü'ne herhangi bir şeyin hatırlatılmasına gerek olmadığını bilirdi; üstelik Lawson bunu diğer herkesten daha iyi bilirdi. Lawson, herkesten farklı olarak, böyle bir şey yapıldığında ekselanslarının bundan hiç hoşlanmayacağını da bilirdi fakat o anda yapacağı bir şey yoktu. Gerçekte aklından geçenleri saklamak adına biraz patavatsız görünmek o anda umursadığı bir şey değildi. Lawson; babasının yerine vekilharç olarak göreve başladığı son üç yıldan beri, pazar günleri hariç, her gün Warwall konağına gelirdi. Ekselansları eğer malikaneye geçmişse Lawson da onun kalacağı süre boyunca ikametini malikaneye alırdı. Oldukça sistemli ve sıkı bir çalışma sistemine sahip olan dük, başka türlüsünü asla kabul etmezdi. Lawson sabahları kahvaltının ardından soluğu ekselanslarının yanında alır ve birlikte o günün, bazen de haftanın önceliklerini belirler, hemen hemen yarım saat içinde de genel bir plan oluşturup öğleden sonraki esaslı çalışmaya kadar ara verirlerdi. Öğleden sonra mali işlerden kiracıların sorunlarına, ekselanslarının parlamentoda yapacağı konuşmadan kabul edeceği ya da etmeyeceği davetlere kadar her şeyin değerlendirmesini yaptıktan sonra ekselansları nihai kararlarını Lawson'a bildirirdi. Lawson; bu toplantılarda, kimi zaman, kendini dükün dikkatinin dağılmadan ne kadar çalışabileceğini düşünürken bulurdu. Ekselanslarının keskin zekası her bilgiyi anında yakalar, değerlendirir ve kesin bir sonuca ulaştırırdı. Tüm bunları yaparken de ancak soluk alacak kadar ara verirdi. İşte bu yüzden bugün çoğu şeyi tekrar ettirmesi ve sık sık masasından kalkması oldukça garipti. Buna rağmen Lawson, dükün biraz dalgın olduğunu düşünmenin dışına çıkmamıştı fakat son yarım saatte masasını beş kez terk etmesi ve beşinde de konağın ağır tokmaklı kapısı tarafında kalan sağdaki pencereden sokağı sessizce izlemesi, Lawson'a bir şeylerin yolunda gitmediğini anlaması için yetmişti. Aptal değildi, aptal olsa Warwall'ın vekilharcı olamazdı. Bu yüzden konağın girişinde toz alan hizmetçi kızların fısıltılarından kulağına çalınanları, saati ve ekselanslarının olağanın ötesindeki davranışlarını bir araya getirip hiç beklenmedik bir sonuca varması uzun sürmemişti: Warwall Dükü Sebastian St. James, sabırsız bir gerginlikle, Madam Mercier'i bekliyordu. Dün ekselansları; elinde üzerine bir şeyler karalanmış kağıdı uzatıp, "İmzala Lawson!" diye emrettiğinde, ki Lawson imza atıp atmamasının neyi değiştireceğini hala anlayabilmiş değildi, imzasını atmış ve ekselanslarının sanki ona güvenmiyormuşçasına kağıdı katlayıp üstüne mührünü basmasını şaşkın gözlerle izlemişti. Dük, mühürlü kağıdı göndermesi için yeniden uzattığında Lawson'ın yüzü en sıradan haline geri dönmüştü çünkü onun işi şaşırmak değildi, onun işi verilen görevi layıkıyla yerine getirmekti. Bu yüzden pusulayı almış ve sahibine, Madam Mercier'e kendi eliyle götürmüştü. Gerçi kadının bizzat kendisine teslim edememişti ama olsun Madam'ın ortağı olan o kısa boylu, sevimli bayan da Lawson'a yeterince güvenilir görünmüştü. Lawson, modayla ilgilenmezdi. Kadınların giysilerine olan ilgisi de dekoltenin kumaşın sardığı bedenin ne kadarını gösterdiğinin ötesine geçmezdi. Buna rağmen o bile ekselanslarının gönderdiği pusulanın muhatabı olan Madam Mercier'nin adını duymuştu. Kadının eşsiz güzelliği dillere destandı. Yine de Lawson, şu ana kadar, Madam Mercier'nin dükün özel olarak dikkatini çektiğini fark etmemişti. Ekselansları, etrafında olan biten her şeye hakim olmak isterdi; konumu, saygınlığı ve güçlü karakteri sayesinde de her şeye hakim olmakta sorun yaşamazdı. Bilgi, onun için en kıymetli hazineydi. Lawson'a da sık sık, "Bilmen lazım!" derdi. "Bilgi, güçtür!" Kendisi; ailesiyle ilgili her şeyi, çalışanlarıyla ilgili her şeyi, sayısı çok az olan arkadaşlarıyla ilgili her şeyi bilirdi. Ekselansları farkında olmasa da Lawson da onunla ilgili her şeyi bilirdi ya da belki çoğu şeyi: Neleri sevdiğini, neleri sevmediğini; neleri hoş gördüğünü, neleri hoş görmediğini... Hepsi birbirinden güzel ve soylu olan kadınlarını ve onlarla olan ilişkilerinin yazıya dökülmemiş kurallarını da bilirdi. Dük, biriyle ilişkisini bitirmeden diğerini hayatına almazdı. Aldıktan sonra da son derece ketum bir tavır sergilerdi. Lawson; özellikle bir kadından değil, genel olarak kadınlardan bahsedilen kimi sohbetlerde ekselanslarının düşüncelerini satır aralarında okuduğu için ketumluğunun sebebinin onların saygınlığına yönelik olduğunu biliyordu. Gerçi... Ekselanslarının geçmişinde, kendi saygınlığını onun kadar önemsemeyen kadınlar da olmuştu. Hatta bu kadınların bazıları, etrafta Warwall Dükü'yle ilişkilerini anlatarak kendilerine bir övünç payı çıkarmaya da çalışmıştı. Ne yazık ki sonunda büyük bir hüsrana uğramışlardı çünkü dük, dedikoduları duyar duymaz onlarla olan ilişkisini sonlandırmıştı. Lawson'ın tecrübelerine göre kadınlar her zaman çok, daha çok isterlerdi; hatta mümkünse en çoğunu isterlerdi. Oysa dükün hayatına giren kadınlar; dükün verdiğinden daha fazlasını istemeye hiç niyetlenmez, sadece alabildikleriyle yetinirlerdi. Gündüz mahrem bir yakınlığı asla paylaşamayacaklarını, parkta sıradan bir gezinti için bile buluşamayacaklarını baştan kabullenirlerdi; flört amaçlı basit bir not alamayacaklarını ya da bir demet çiçeğe sahip olamayacaklarını da. Aslında Lawson, ekselanslarının gündüz saatlerinde o kadınlara zihninin köşesinde ufacık bir yer bile ayırmadığına yemin edebilirdi. Tüm bunları düşündüğünde; her ne kadar güzelliği tüm Londra'nın dilinde olsa da Madam Mercier'nin, bir terzinin, alışılagelmiş değişmezlerine sıkı sıkıya bağlı olan Warwall Dükü'nün ilgisini çekmesi bir yana ona hava kararmadan zaman ayırmasını, daha da ötesinde evine kabul etmesini Lawson olağanüstü bir durum olarak görüyordu. Madam Mercier'nin Leydi St. James'in kıyafetlerini dikecek olması, kadının Warwall Konağı'ndaki varlığı için yeterli bir açıklama olabilirdi elbette ki dükün Lawson'a imzalatttığı notta da Madam'ın bu nedenle konağa davet edildiği belirtiliyordu ancak bu, son yarım saat içinde onun ekselansları için sadece bir terzi olmadığından oldukça emin olan Lawson'a göre son derece eksik ve yetersiz bir açıklama olabilirdi. Aslında Lawson, durumun bir açıklaması olduğundan bile emin değildi. Sadece köklü ve sarsıcı bir değişimin kapıda olduğunu hissediyordu ve sapkın bir zihinle buna sebep olan kadını gizlice gözetleme, onu farklı kılanın ne olduğunu bulmak istiyordu. O kadar ki dün pusulayı bizzat ona verme konusunda ısrarcı olmadığı için çoktan pişmanlık duymaya başlamıştı. "Bitiriyoruz Lawson!" Lawson, düşüncelerine o kadar dalmıştı ki dükün sesiyle irkildi. Daha malikanenin kahyasından gelen rapora bile bakmamışken duyduğunu yanlış anladığını düşünerek, hala dışarıyı izlemekte olan düke, "Ekselansları?.. Şey mi demek istiyorsunuz?" diyerek anlamsız bir şeyler geveledi. Dük alaycı bir sesle, "Bırakıyoruz, demiş olsaydım daha mı iyi anlardın Lawson?" diye sordu. Lawson, yanakları kızarırken, tartışma kabul etmeyen sese hemen itaat etti. "E... Emredersiniz ekselansları!" Ayağa kalkarken önündeki gelir-gider defterini kapattı, sonra da evraklarını topladı. İşini bitirdiğinde, ayaklarını birbirine bitiştirip dimdik bir duruşla, "Başka bir emriniz var mı ekselansları?" diye sordu ve dük dikkatini, bu sefer tamamını, pencereye verdiği için ondan ne olumlu ne de olumsuz bir yanıt alabildi. Lawson, tam olarak nasıl davranması gerektiğini bilemediği o anda, konağın ağır kapısına vuran tokmağın sesini duymasaydı bile dükün boynunu eğip başını öne çıkararak avının üstüne atlamaya hazır bir yırtıcı gibi tetikte ve gergin bir zarafetle cama dayanan yüzü sayesinde Madam Mercier'nin Warwall Konağı'na geldiğini anlardı. Dük, dış kapının çalınmasıyla aynı anda pencereye sırtını döndü ve Lawson'ın yanından uzun adımlarla geçip çalışma odasının kapısını açtı. Lawson; adamı sessizce izlerken, "Aman Tanrı'm!" diye düşündü. "Doğru! Gerçekten de onu bekliyor!" Baş uşak Dawson'ın hırıltılı sesi, uzaktan anlamsız mırıltılar biçiminde çalışma odasına doğru uzandı. Bu adam, insanı sinir eden karakteri bir yana, sırf doğuştan sahip olduğu ismiyle bile Lawson'ı çıldırtmayı başarıyordu: "Lawson-Dawson" ya da "Dawson-Lawson" esprisi, maalesef Warwall çalışanlarının demirbaşlarından biriydi ve Lawson, hayatta çok az şeyi bu şaka kadar tiksindirici buluyordu. Mermer zeminde yankılanan ayak sesleri Dowson'ın yaklaştığını haber verirken Lawson'ın dikkati tamamen dükün üzerindeydi. Dawson, evin efendisini çalışma odasının kapısında görünce şaşkınlıkla duruverdi ama yılların tecrübesiyle omurgasını daha da dikleştirerek başını eğdi ve son derece resmi bir sesle, "Ekselansları, Madam Mercier geldiler efendim." diye bildirdi. "Kendisini nereye almamı istersiniz?" "Kabul salonuna Daw... son." Lawson, düşünme yetilerinde meydana gelecek birkaç dakikalık arızadan hemen önce, dükün yaşlı uşağın adını söylerken yaşadığı tutukluğun nedeninin içeri alınmayı beklemek yerine kendi kararıyla onlara yaklaşan kadın olduğunu anlamıştı ve kadını... Kadını anlatmak için kelimeler yetmezdi! En azından Lawson'ın sahip olduğu kelimeler yetmezdi. Her zaman, henüz yeterince olgunlaşmamış olsa da, Leydi St. James'in hayatında gördüğü; hatta görebileceği en güzel kadın olduğuna inanmıştı ama koyu mavi gözleriyle aynı renkteki pelerininin kapüşonunu itip simsiyah saçlarını açığa çıkaran kadın sayesinde ne zavallı ne gülünç bir yanılgının içine düştüğünü anlamıştı. Lawson, tam olarak karşısında duruyor olmasa böylesine eşsiz bir güzelliğin var olabileceğine hayatta inanmazdı. Cildi yumuşak ve tazeydi. Dokunacak olsa satenimsi pürüzsüzlüğünü hissedeceğini düşünen Lawson güçlükle yutkundu. Dudakları, özellikle alt dudağı olgun bir kiraz kadar lezzetli ve... Lawson kendine gelebilmek için gözlerini kırpıştırdı. Yirmi beş yıllık hayatında bir kez olsun kendinden büyük kadınlara, ne kadar alımlı olursa olsunlar, ikinci kez dönüp bakmamıştı. Her ne kadar Madam'ın cildi yumuşak ve taze görünse de gözlerine yansıyan olgunluk, Lawson'a onun kendinden büyük olduğunu düşündürüyordu. Gözleri gerçekten... Gözleri... Lawson; uzun, siyah kirpiklerle çevrili mavi gözlerden başka bir yere bakamazken bir çeşit hipnozun kurbanı olabileceğini düşündü ve zihninde birbirine çok benzeyen sözcükler dönmeye başladı: "O kadar güzel ki! Çok güzel! Çok, çok güzel!.." Rahatsız edici bir ses, düşüncelerini dürtüp dursa da umursamadı: "O kadar güzel ki, o kadar..." "Lawson?.." Lawson, bir kez daha yükselen sesin sivrisinek vızıltısı kadar rahatsız edici olduğunu düşündü ama bir o kadar tanıdık geldiğini de. Her seferinde onu "Hazır ol!"a geçirmeyi başaran sese ne çok benziyordu. "Lawson!" Sonunda ses, o kadar güçlü bir biçimde yükseldi ki Lawson irkildi ve rahatsız edici sivrisinek, yerini düke bıraktı. "E... Ek... Ekselansları?.." "Lawson?.." Dükün buz gibi sesinde kendi şaşkın tonlamasının benzerini duyunca rahatsız oldu. Üstelik ekselansları... Alaycı mıydı? Tabii ki alaycıydı! Lawson kızardı. Madam Mercier'nin güzelliğine dalıp gittiğinin fark edilmesi, hele de ekselansları tarafından, hiç hoş bir tecrübe değildi ama ne yapabilirdi ki? Ayrıca ona kim kızabilirdi? Dük mü? O da az önce kadını görür görmez konuşma kabiliyetini bir anlığına olsun yitirmemiş miydi? Lawson, elbette aklında geçenlerin hiçbirini yine seslendirmedi; hatta dükün, "Lawson..." derken iyiden iyiye alaycı sesini de sineye çekti. "Seni Madam Mercier ile tanıştırayım. Madam Mercier, Richard Lawson. Kendisi benim ..." "Vekilharcınız!" Kadının buğulu tınısı, Lawson'ı yine hülyalara dalmaya çağırıyordu ve kadın, "Kendisinin notu dün bana iletilmişti!" diye devam etmemiş olsa Lawson bu tatlı çağrıya kendini rahatlıkla bırakabilirdi. Her ne kadar Lawson'la konuşuyor gibi görünse de sanki Madam Mercier, dükle konuşuyor gibiydi ve sanki... Lawson gerilerek Madam'ın ekselanslarını bir şeyle suçluyor olabileceğini düşündü. Kadının tonlamasını belki yanlış anlamış olabileceğini düşünerek göz ucuyla Dawson'a baktı. Yaşlı uşağın şakağını oynatan tik, Lawson'ın yanlış anlamadığını gösteriyordu. Lawson, Madam Mercier'nin cesaretini takdir etse de onun aklını kaybetmiş olabileceğini düşündü. Zaten her şeyi aynı anda beklemek yanlıştı: Çok güzel bir kadının aynı zamanda zeki olabilmesi biraz fazla olurdu. Sonra kadının bir parça öfkeyle parlamış gözlerine ve kızarmış yanaklarına baktı ve puslanan zihninde, "Zeka fazla abartılan bir şey!" düşüncesi belirdi. Dük de Lawson gibi düşünüyor olmalı ki kadına gülümsedi. Lawson, gözlerini Madam Mercier'nin yüzünden zorla ayırarak, "Ya da..." diye düşündü. "Öfkesinin sebebini biliyor." Ve dükün gözlerindeki belli belirsiz parıltıları görür görmez, dehşetli bir şaşkınlıkla, "Aman Tanrı'm! Biliyor!" diye düşündü. "Biliyor ve... Ve bundan zevk alıyor!" Yine de Lawson, Madam Mercier'nin kendi iyiliği için dikkatli olmasını diledi. Ekselanslarının düzgün dişlerini gösteren yumuşak gülümsemesine kanmak yanıltıcı olabilirdi çünkü işler istediği gibi gitmediğinde onun aynı dişleri farklı amaçlar için kullanmayacağının garantisini kimse veremezdi. Lawson, elbette, bu düşüncesini de kendine sakladı. Son derece diplomatik bir tavırla, "Sizinle tanışmak büyük şeref Madam." derken öne doğru eğilerek selam verdi. Madam Mercier; kısa bir duraklama anının ardından, "O şeref bana ait Bay Lawson." dedi. Sonra kızgın bakışlarını yeniden düke çevirdi ve Lawson, üzülerek, bu şekilde bakmaya devam ederse Madam Mercier'i talihsiz kaderinden kimsenin kurtaramayacağını düşündü; tabii eşsiz güzelliğine yazık olacağını da. Sırf bu düşüncesinden ötürü bile Lawson; Ekselansları Warwall Dükü Sebastian St. James'in İsabella Mercier'nin öfkeli bakışlarının hedefi olmaktan ne kadar mutlu olduğunu bilse bir çeşit şoka girebilirdi. Hatta o bakışları, sebebi ne olursa olsun, her zaman üzerinde istediğini bilse üç yıldır yanında çalıştığı adamı hiç tanıyamadığına karar verebilirdi. Sebastian, İsabella'ya hiç kızamıyordu çünkü bu bakışları sonuna kadar hak etmişti. Önceki gün onu kollarının arasına almış, öpmüştü; sonra da dün ona bir çeşti emrivakiden ibaret bir not göndermişti. Üstelik bir korkak gibi notu Lawson'a imzalatmıştı. Elbette korkak değildi. Bu hareketiyle İsabella'ya aralarındaki yakınlaşmanın olmaması gerektiğini, hiçbir şekilde uygun olmadığını anlatmak istemişti. Sıkıntıyla, "Keşke her şey farklı olsaydı!" diye düşündü. Sıradan bir adam olsaydı her şey gerçekten de farklı olabilirdi. O zaman İsabella'nın ona şu an olduğu gibi öfkeyle değil, başka türlü bakmasını sağlardı ama Sebastian, sıradan bir adam değildi; o, Warwall düküydü. İstekleriyle, arzularıyla değil; aklıyla hareket ederdi. Dudaklarında belirmek isteyen acı gülüşü bastırdı. İki gün önce yaşananları geri alamazdı, mantıklı tarafıyla ne kadar çelişirse çelişsin, almak da istemezdi. Sadece bundan sonraki hareketlerine, hislerinin yön vermesine izin veremezdi. Sahip olduğu her şeyi kişisel arzularının kurbanı yapamazdı. O, böyle bir adam değildi. Hayatına giren kadınların hepsi soyluydu, hepsi de aralarındaki ilişkinin kurallarını biliyordu. Francine hariç hiçbiri onunla evlenmek gibi bir düşünceye sahip olmamış, sahip olduysa da dile getirmemişti. Kaldı ki Francine'le birkaç gece önce yaşanan tatsız ayrılığa rağmen kadının yoluna devam edeceğinden, toplumdaki saygınlığını kaybetmeyeceğinden Sebastian'ın hiç kuşkusu yoktu. Soylu bir kadının, özellikle de eşini kaybetmiş soylu bir kadının sevgili edinmesi son derece sıradan bir olaydı. Gözlerini İsabella'nın üzerinde gezdirirken aralarında bir ilişki olması durumunda ayrıldıklarında, ki bu kaçınılmazdı, olabilecekleri düşünmek dahi istemiyordu. Kendi saygınlığını basit bir terziyle kirlettiğine dair etrafta dolaşabilecek dedikodular Elizabeth olmasa umurunda olmazdı ama Elizabeth vardı ve o, Sebastian'ın biriciğiydi. İsabella'ya gelince... Ayrıldıklarında işte o mahvolurdu. Warwall düküyle yaşadığı ilişki, bu tür ilişkilere açık olduğu gerçeğini ortaya çıkarır ve akıl almayacak tekliflere maruz kalırdı. Bu konularda tecrübeli olsa sonrasında alacağı teklifler Sebastian'ın umurunda bile olmazdı ama dünkü öpüşmeleri İsabella'nın tebrübeden çok uzak olduğunu ona göstermişti. Bu yüzden kararlı bir sertlikle baş uşağa döndü ve "Madam'ı salona alabilirsin Dawson!" diyerek izin beklemeksizin evin içlerine kadar girmeye cüret eden bu basit terziye karşı efendisinin gösterdiği anlayışlı tavrın nedenini anlamaya çalışan Dawson'ın zorlu çabasına son vermiş oldu. "Emredersiniz ekselansları!" "Ayrıca düşese ve Leydi St. James'e konuklarının geldiğini haber ver!" "Emredersiniz ekselansları!" Sebastian, çalışma odasına doğru döndü. Sonra birden hatırlamış gibi başını omzunun üstünden çevirip mesafeli bir tavırla, "Madam..." diyerek İsabella'yı selamladı. İsabella da en az Sebastian kadar kibar ve yine onun kadar mesafeli bir tavırla dizlerini kırdı: "Ekselansları..." Kadının iyice solan yüzünden vermek istediği mesajın alındığını anlayan Sebastian; tatmin olması gerekirken, aksine, içinde tatsız bir şeylerin büyüdüğünü hissediyordu. Sonradan kendine dahi açıklayamayacağı bir hareket yapmamak için bakışlarını İsabella'nın güzel yüzünden kaçırdı ve ancak o zaman bir emir verildiğinde, yaşına rağmen, kuş gibi kanatlanıp uçan Dawson'ın yerinden kımıldamadığını fark etti. Kaşlarını kaldırdı. "Bir sorun mu var Dawson?" Dawson, "Ekselansları..." dedi ve tabiatına uymayan bir çekingenlikle derin bir nefes aldı. Sonra da söyleyip de kurtulmak istediğini belli edercesine bir çırpıda, "Ekselansları, anneniz düşes hazretleri evde değiller." deyiverdi. Dawson, dükün çalışma odasının kapısının kolunu bırakıp yeniden kendilerine doğru dönmesini sıkıntılı bir gerginlikle izledi ve dük; Dawson'ın beklediği gibi, bir anlık sessizliğin ardından patladı. Öyle bağırıp çağırmadı. Yine de soğuk ve iyice alçalmış sesi Dawson'da her zaman, "Keşke bağırsaydı!" düşüncesini doğururdu. "Anlamadım?" "A... Anneniz, düşes hazretleri... Evde değiller!" Sebastian, tüm azametiyle, "Ne demek evde değil?" diye sordu. "Madam'ın geleceği kendisine haber verilmemiş miydi?" "Verilmişti ekselansları! Biliyordu ama..." "Ama, ne Dawson?" Yaşlı uşaktan ses çıkmayınca, "Söylesene be adam!" diye bağırdı dük. "E... Ekselansları! Düşes hazretleri, daha ö... Önceden verilmiş bir sözü olduğunu ve... Ve..." Dük sinirli bir sesle, "Lafı gevelemeyi bırak da sadede gel Dawson!" diyerek başuşağı azarladı. Dawson, elinden geldiği kadar kekelememeye çalışarak açıklamak istedi: "Da... Daha önceden haberi olmadığı için... Haberi olmadığı için böyle bir emrivakiyi..." "Yeter! Annem, bu evin efendisinin kim olduğunu bilmiyorsa..." "Ekselansları..." Sebastian; cümlesinin yarıda kalmasına neden olan kolundaki ince, zarif ele sonra da onun sahibine baktı. İsabella, farkında olmadan elini uzatıp dükün kolunun üzerine koymuştu ve bu tepkisinin onu ne kadar şaşırttığını görebiliyordu. Başuşak ve vekilharcın bakışlarından onların da ne kadar çok şaşırdıkları, hatta dehşete düştükleri anlaşılıyordu. Aslında İsabella da kendi hareketinin cüretkarlığı karşısında onlardan farklı hissetmiyordu. Bu yüzden elini gururuna dokunmayacak bir hızla hemen geri çekti. Duyduğu utanç yüzünden bakışları da kendiliğinden yere indirdi. Tereddüt ederek, "Ekselansları..." dedi. "Belli ki düşes hazretlerinin işi varmış. Ben... Ben, kendilerine uygun olan bir zamanda yeniden gelebilirim." Onun bu başını öne eğerek her şeyi kabullenmiş, uzlaşmacı tavrı; Sebastian'ın iyice sinirlenmesine neden oldu. Gözlerini İsabella'nın üzerinden ayırmadan Dawson'a, "Elizabeth'e söyle, hemen aşağı insin!" diye buyurdu; sonra da kolunu, sırf öyle gerektiği için İsabella'ya uzatırken Dawson'ın, "Emredersiniz ekselansları!" dediğini duydu. "Madam, size salona kadar eşlik etmeme izin verin lütfen!" Her ne kadar erkeğin davranışlarından kusursuz bir nezaket aksa da isteksizliği o kadar belirgindi ki İsabella bir an teklifini reddetmeyi düşündü fakat elbette ki buna cesaret edemedi, mecburen adamın koluna girmeyi kabul etti. O sırada da "Ekselansları, Leydi St. James'e göstermek ve fikirlerini almak üzere bazı kumaş örnekleri ve aksesuarlar getirdim." diyerek adama bilgi verdi. "Acaba birileri onları taşımak için Carol'a yardım edebilir mi?" Sebastian, omzunun üstünden geriye baktı ve o ana kadar fark etmediği; etrafı şaşkın gözlerle inceleyen on dört, on beş yaşlarındaki hizmetçiye baktı. Dün onu İsabella'nın üst kattaki atölyesine çıkaran kızı hemen tanımıştı. Elizabeth'e mesaj iletmek için merdivenlere doğru giden başuşağa seslendi: "Dawson!" Dawson; yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle dönüp yanlarına geldiğinde, "Hanımefendiye kumaşları arabadan taşımaya yardım etmesi için birini gönder!" dedi. "Emredersiniz ekselansları!" Dawson, dükün emrini algılamaktan uzak bir alıkla Warwall konağının zenginliğini seyreden hizmetçi kıza, "Hanımefendi!" diye seslendi. Kız, burnunun dibine kadar gelen uşaktan korkarak birkaç adım geri gitti. Dawson, kızın şaşkınlığına tahammül etmekte zorlandığını hiç hissettirmeden, "Beni takip edin hanımefendi!" dedi. "Arabadan malzemelerinizi almamız lazım." Dawson önde Carol arkada uzaklaşırken Sebastian, "Bu taraftan Madam." diyerek İsabella'yı kabul salonuna doğru yönlendirdi. Elini oyma kapının koluna koyduğunda Lawson'ın arkalarında olduğunu fark etti. "Lawson?.." Lawson, olduğu yerde "pat" diye duruverdi. Dükün öfkeye meyletmiş sesi karşısında, "Şey..." diye geveledi. "Size... Size eşlik etmem gerektiğini sanmıştım." Dük, tahammül sınırının sonuna ulaşmış bir adamın hırsıyla, "Senin işin 'sanmak' Lawson!" diye kestirip attı. "Eee.... Emredersiniz ekselansları!" diyen Lawson alelacele selam vererek peşinden şeytan kovalıyormuş gibi çalışma odasına doğru uzaklaştı. Sebastian, "Buyurun Madam." dedi ve İsabella, onun önünden geçerek içeri girdi. Dük, kapıyı kapatınca İsabella ona döndü. "Bay Lawson'ı göndermemeliydiniz." Dükün kaşları çatıldı. "Evimde, hizmetkarlarıma nasıl davranacağıma mı karışıyorsunuz Madam?" Suçlamanın beklenmedikliği karşısında İsabella hemen, "Elbette hayır!" dedi. "Ama burada böyle yalnız kalmamızın uygun olmadığının siz de en az benim kadar farkındasınız." Dükün dudaklarının kenarında ufak bir gülümseme belirdi. "Evet, farkındayım." "O zaman Bay Lawson'ı neden gönderdiniz?" Dük, İsabella'ya doğru yaklaştı ve İsabella'nın zihni önceki güne kaydı. Bu adam o zaman da bu şekilde burnunun dibine kadar gelmişti, hem de iki kez. "Açık değil mi?" İsabella, erkeğin yakınlığından hem de yoğun bakışlarından ne kadar etkilendiğini gizlemeye çalışırken sesinin düzgün çıkabileceğinden emin değildi. Bu yüzden başını iki yana salladı. "Yanınızda biraz daha kalacak olsaydı kendini kaybedecekti." diyen düke, "Anlamadım?.. Kimden bahsediyorsunuz?" diye sordu. Dük, yüzünde alaycı bir gülümsemeyle, "Sanırım genç Lawson yetişkin hayatının en büyük aşk vurgununu yedi." dedi. İsabella, kendini de şaşırtan bir biçimde güldü. "Bu, bence oldukça abartılı bir ifade!" "Hiç sanmıyorum. Size nasıl baktığını fark etmediniz mi?" İsabella, ona ne diyebilirdi ki? İlk başta bütün duyuları sadece ve sadece ona odaklandığı için diğer her şeyi silik bir varlıktan ibaret gördüğünü mü? Sonra düşesin Leydi St. James'le yapacakları görüşmede hazır bulunacağını anladığında sanki bayılacakmış gibi hissettiği için sadece ayakta kalmaya odaklandığını mı? Bakışlarını dükün oğlak derisinden yapılmış parlak çizmelerine dikerek, "Yine de Bay Lawson'ı göndermemeliydiniz. Uygun olan bizimle kalmasıydı." dedi. "Dün, uygun olan şeyleri yapma konusunda pek de becerikli olmadığımı anlamış olamanız lazım." diyen dük, İsabella'nın onu yanlış duyduğunu sanarak gözlerini kırpıştırmasına neden oldu. "E... Efendim?" Dük, tembelliğe varan bir yavaşlıkla zaten yakınında durduğu İsabella'nın saçlarına uzandı. "Ne kadar siyah!" dedi. İsabella'ya bir adım yaklaşıp dibine girdi, çenesini tutup başını geri atmasını sağladı. "Ve bu gözler..." dedi. Başını inanamıyormuş gibi iki yana salladı. "Hiç aklımdan çıkmıyor!" Dükün sesi, boğuk bir fısıltıdan ibaretti ve İsabella orada öyle çaresiz bir beklentiyle onun başının kendininkine doğru yaklaşmasını izledi. Dudakları sessiz bir dans için usulca birleşti. Ufak, oyunbaz öpüşlerin ritmi hızlıydı. Derin ve sabırsız olanlarınki daha da hızlı. İsabella, narin omuzlarının sıkıca kavrandığını hissetti; ardından bedeni kendininkinden çok, çok daha sert bir bedene yaslandığında dudaklarından utanmaz bir inleme döküldü. Dükün elleri yavaşça aşağı kayıp İsabella'yı doğru noktalardan, belinden ve kalçasından, öylesine güzel kavradı ki İsabella, kendini her şeyin daha fazlasını isterken buldu. Farkında olmadan erkeğin geniş omuzlarına sardığı ellerinden biri yükselerek ensesinden saçlarının arasına daldı. Sebastian'ın tepkisi çok şiddetli oldu. İnleyerek başının açısını değiştirdi ve öpüşünü iyice derinleştirdi. Ellerinin yumuşak kavrayışı, sahiplenici bir şey dönüşerek İsabella'nın ona daha da yaklaşmasına neden oldu. Sebastian, o anda kadının narin bedenini kendi sert bedenine daha çok çekmenin bir yolu olsa onu mümkün kılmak için elinden gelen her şeyi yapardı. Nefes almak için ayrıldıklarında İsabella'nın buğulu gözleri, Sebastian'ın onu hemen arkasındaki duvara yaslamasına neden oldu ve elinin birini dayadığı soğuk taşla kadının bedeninin sıcaklığı arasındaki tezat, arzusunu çıldırtıcı bir boyuta ulaştırdı. Dilini aceleyle İsabella'nın nefes nefese aralanmış dudaklarının üzerinde gezdirdi ve kadının vücudunun zembereğinden boşalmış gibi kollarının arasına yığılmasına neden oldu. Onu sımsıkı kavrayan Sebastian; öpücüklerini çenesine, oradan da boynuna indirdi. O sırada eli, tek bir hareketle, İsabella'nın bedenini örten pelerinin kurdelesini çözüverdi. Başını geri çekip ortaya çıkan manzaraya baktı. Burun kanatları titrerken gözbebekleri irileşti. Kendini denetlemeye çalışarak gözlerini kapattı ama dudaklarından nafile bir yakarışın yükselmesine engel olamadı: "Tanrı'm!" Dayanamayıp dudaklarını İsabella'nın derin dekoltesinden taşan göğüslerinin üstüne bastırdı. Bu şekilde hem onu hem de kendini ateşlere attığını biliyordu ama kendine engel olamıyordu. İsabella, arzu dolu bir sesle, "Lütfen!" diye inlediğinde Sebastian çaresizce her şeye lanet etti. Oysa İsabella'nın isteği öylesine baştan çıkarıcıydı ki ve devam etmek öylesine kolay... Sebastian, iradesini sonuna kadar kullanarak geri çekilmeyi başardı ama İsabella'yı kollarında tutmaya devam etti. Gözleri; İsabella'nın hızlanan kalbine ayak uydurmaya çalışan solukları yüzünden aralanmış dudaklarında, arzudan kızarmış yanaklarında, baygın bakışlarında gezindi. İsabella'nın dumanlı zihni, erkeğin her hareketinin farkındaydı ama o hareketleri değerlendirmeden uzaktı. Ne olduğunu, nasıl olup da ondan uzak durmaya karar verdiği apaçık belli olan bir adama kendini öylece teslim ettiğini anlamaktan uzaktı. Bu yüzden aklından geçeni olduğu gibi söyledi: "Anlayamıyorum!.." O anda kadının gece kadar siyah saçlarını okşamakta olan Sebastian, "Neyi anlayamıyorsun?" diye sordu. İsabella; başını defalarca iki yana sallarken, histerikleşen bir sesle, "Ben... Bunu! Sizi! Kendimi!..." diyebildi. Sebastian, İsabella'nın dudaklarına hızlı bir öpücük kondurdu. "Şışş!.." İsabella, hem son öpücüğün şaşkınlığından hem de aralarında olan bitenler yüzünden, "Ekselansları!" diye başladı ama Sebastian devam etmesine izin vermedi. Avcuyla İsabella'nın çenesini kavrarken, başparmağı duyarlılıkla İsabella'nın dolgun dudakları üzerinde gezindi. Neredeyse bir nefes alımı uzakta, " 'Sebastian', bana 'Sebastian' demeni istiyorum!" diye fısıldadı. Konuşamayacak kadar ısınmış ve daha çok da dehşete düşmüş olan İsabella, hızlı bir biçimde başını iki yana salladı. Sebastian yeniden dudaklarına kapandı. Birkaç saniye süren öpücüğün ardından, bir kez daha, "Bana 'Sebastian' demeni istiyorum!" dedi. "Anlıyor musun?" "Evet, ama..." İsabella, yeniden, bu kez çok daha uzun süren öpüşmelerinin ardından, "Söyle!" diyen erkeğe itaat etti: "Sebastian..." Yaptığının doğru olmadığını düşündüğü o kadar belliydi ki Sebastian, başka bir konu olsa onun adına üzülebilirdi. Minnetini göstermek için İsabella'nın önce bir elini sonra da diğerini öptü. "Evet, işte böyle. Ben senin için sadece Sebastian olmak istiyorum. Sen de benim için İsabella'sın." İsabella'nın ellerini kendi göğsünün üstüne çekti ve sonra da incecik beline sarıldı. "Şimdi, benimle ilgili anlamadığın nedir?" İsabella kararsızlıkla ve ne diyeceğini tam olarak bilemeyerek, "Az önce..." diye başladı. "Az önce dışarıda... O kadar uzak ve soğuktunuz ki ve dünkü not..." "Ne olmuş nota?" İsabella cesaretle gözlerini dükün gözlerinin içine dikip, "O notu siz yazdınız!" dedi. İnkar etmenin anlamı yoktu. "Evet, ben yazdım." dedi Sebastian. Onun bu kolay kabullenişi İsabella'yı daha da cesaretlendirdi. "Ne yapmak istediğinizi ve verdiğiniz mesajı anlamıştım, dün de az önce çalışma odanızın önünde de! Ama şimdi burada..." İsabella, devam edemeyerek sustu. Zarif başı öne eğilmişti. Sebastian, çenesini kavrayarak onu gözlerinin içine bakmaya zorladı. "Senden uzak durmak istedim." dedi. "Aramıza mesafe koymak istedim İsabella. İnkar etmiyorum. Birbirimize birkaç gündür tanıyoruz ve hiçbir ortak noktamız yok." İsabella gözlerini kaçırınca, "İsabella!" diye seslendi Sebastian. "Bana bak!" Göz göze geldiklerinde, "Bunları seni üzmek için söylemediğimi bilmeni istiyorum." diye açıkladı. "Aksine seni korumaya çalışıyorum." "Neden korumaya çalışıyorsunuz?" "En başta kendimden! Ne zaman baş başa kalsak tek düşündüğüm seni öpmek oluyor." Alnını İsabella'nınkine yaslayan Sebastian, "Bu doğru değil, biliyorsun." diye fısıldadı. "Ne senin için ne benim için." Her ikisine de acı veren gerçeği söylerken gözleri kapalıydı. Belki bir an, belki de bir dakikalık sessizliğin ardından, "İsabella..." diye fısıldadı. "İsabella..." Gözlerini açıp geri çekildi ve adını dilinde tadını alıyormuş gibi büyük bir zevkle söylediği kadına baktı. "Bu senin adın, tam sana uygun: Öyle kadınsı, öyle görkemli, öyle güçlü..." İsabella, kendini Sebastian'ın erimiş cıvaya benzeyen gözlerinden alamazken erkek ufak bir okşamanın ardından çenesini usulca bıraktı. Aralarına az önceki yakınlıkları düşünüldüğünde İsabella'nın anlamakta zorlandığı birkaç metre mesafe koydu. İsabella, kendini kimsesiz kalmış gibi hissetmesinin aptalca olduğunu bilmesine rağmen öyle hissetti. Sebastian, "Sonra..." dedi vaatlerle dolu bir fısıltıyla. "Sonra konuşacağız." Cümlesi biter bitmez kapı tıklatıldı. İsabella, hızlıca pelerininin iki yakasını bir araya getirdi ve kendini ne bedenen ne de ruhen toparlama fırsatı bulamadan çay servisini taşıyan yaşlıca bir kadın içeri girdi. Yürümesinde hafif bir aksama vardı. Dükü eğilerek selamladıktan sonra, "Ekselansları, misafirinizle size tarçınlı bisküvilerden getirdim." dedi. "Aşçı yeni pişirdi, çıtır çıtır! Hem çay saati de gelmek üzere." "Oraya bırakabilirsiniz Bayan Hopkins!" "Emredersiniz ekselansları!" diyen kadın tepsiyi dükün işaret ettiği sehpaya bıraktıktan sonra İsabella'ya döndü. "Hanımefendi, Dawson arabanızdan malzemeleri aldırdı. Nereye konulmalarını istersiniz?" İsabella, sesinin sakinliğine inanamayarak, "Leydi St. James'le görüştükten sonra, buraya getirebilirlerse sevinirim." diyerek karşılık verdi. "Elizabeth nerede Bayan Hopkins?" "Birazdan burada olur efendim." diyen kadın İsabella'ya yaramaz bir gülüş attı. "Madam'ın karşısına çıkarken ne giymesi gerektiği konusunda kararsızlığa kapıldı. Ekselansları izin verirlerse konağa gelişinizin çalışanlar arasında ufak çaplı bir olay yarattığını söyleyebilirim hanımefendi. Kadınların, giyemeyecek olsalar bile, giysiler konusundaki ilgisini bilirsiniz." İsabella sakin bir biçimde güldü. "Evet, bilirim. Onlara sevgilerimi iletin lütfen." "İletirim." diyen yaşlı kadın yeniden düke döndü. "Ekselansları başka bir arzunuz var mı?" "Hayır Bayan Hopkins. Teşekkür ederim." Yaşlı kadın kapıyı açtı ve neredeyse koşarak yaklaşan Elizabeth St. James'le burun buruna geldi. "Aman Tanrı'm!" diyen Bayan Hopkins'e, "Özür dilerim Fairy!" diyerek karşılık veren genç kızın gözleri İsabella'yı görünce parladı fakat aynı gözlere hayal kırıklığının çökmesi uzun sürmedi. "Biliyordum!" dedi. "Ne giyersem giyeyim, sizin tırnağınız olamayacağımı biliyordum!" Üzerindeki ağaç kabuğu yeşilinden elbiseyi çekiştirdi. "Şuna bir baksanıza! Yok, en iyisi bakmayın! Kapayın gözünüzü!" İsabella; gülmemek için kendisini güçlükle tutarken dük, "Elizabeth!" diyerek kızını uyardı. "Henüz daha tanıştırılmadığın konuğumuzla bile nasıl konuşman gerektiğini bilmezken koca bir sezonu nasıl geçireceğini Tanrı bilir!" Yanakları kızaran genç kız, "Özür dilerim." diye mırıldanarak bakışlarını yere dikse de hiç de üzülmüş ya da utanmış gibi görünmüyordu. Sevimliliği ve tatlığı İsabella'nın içini ısıtmıştı. "Bir çocuk böyle olmalı!" diye düşündü ve içinden henüz başlayacak olan genç kızlığının da çok güzel geçmesini diledi. "Madam Mercier, sizi kızım Leydi St. James'le tanıştırabilir miyim?" İsabella reverans yaparken, "Memnun oldum leydim." dedi. Genç kız; İsabella'nın elini avuçlarının içine alarak, "Esas ben memnun oldum Madam." dedi. "Ne kadar zamandır bu anı bekliyordum bilemezsiniz!" İsabella; birkaç yıla daha da güzelleşerek çok gönüller yakacağını tahmin ettiği sarışın kıza sarılmamak için kendini zor tutarken, "Esas sen bilemezsin!" diye düşünüyordu. "Aklımda bir sürü fikir var fakat şimdi sizi görünce çoğunu unuttum. Unutmadıklarımı da unutmaya karar verdim! Bu ne muhteşem bir pelerin böyle!" "Elizabeth, fırsat ver lütfen!" Babasının uyarısı, kızın yanaklarının kızarmasına neden olduğunda; İsabella yüzünde şefkatli bir gülümsemeyle, "Lütfen, hiç sakıncası yok ekselansları." dedi. "Leydi St. James'i tanımak isterim. Dikeceğimiz giysiler onun için olacak. Giysi ve onu taşıyan kişinin karakteri arasında uyum olması gerektiğine inanırım." "Gerçekten mi?" diye soran kız, bir an sonra elini alnına vurdu. "Ah, ne aptalım! Dr. Roberts, babama iyi olduğunuzu ve endişelenecek bir şey olmadığını söylemiş. Umarım gerçekten öyledir." Genç kızın içtenliği, İsabella'yı gülümsetti. Bir taraftan da onun için korkmasına neden oldu: Soylular arasında da duygularıyla hareket ederse hayal kırıklığına uğrayacağı kesindi. "Gerçekten de öyle. İyiyim." diyen İsabella, düke bakıp, "Ekselansları çok nazikler." dedi. "Özel doktorunuzu göndermeniz büyük bir jestti. Çok teşekkür ederim." Sebastian, başını eğerek İsabella'nın teşekkürünü kabul ettiğini belirtti. Elizabeth'in gelişiyle çıkmak yerine odaya geri dönüp çay servisi yapmaya başlayan Bayan Hopkins, "Ekselansları, çay soğuyor!" diye belirtti. Elizabeth, yüzünü buruşturarak, "Ah, çay!" diye homurdandı. "Çaydan hoşlanmaz mısınız leydim?" diye soran İsabella'ya, "Pek sayılmaz." diyerek karşılık verdi. Fincanları tek tek uzatan Bayan Hopkins, muzip bir ifadeyle, "Ama hiçbir zaman sıcak kakaoya 'hayır' diyemez." diye bilgi verdi. "Bunu söylemeniz hiç hoş olmadı Bayan Hopkins. Şimdi Madam benim küçük bir kız çocuğu olduğumu düşünecek!" "O zaman ben daha da küçük bir çocuğum leydim çünkü sıcak kakaoya bayılırım!" Gözleri şaşkınlıkla açılan Elizabeth St. James, "Gerçekten mi? " diye sordu İsabella'ya. "Gerçekten." Sebastian, kızıyla İsabella arasında gelişen diyaloğu memnuniyet dolu bir şaşkınlıkla izliyordu. Çoğunlukla insanlar; Elizabeth'in teklifsiz doğallığı karşısında ne yapacaklarını şaşırır, en sonunda beceriksiz bir sessizliğe gömülürlerdi. Yaşından ve bu zamana kadar olan sınırlı sosyal yaşamından ötürü çoğu şeyin farkına varmamış olan Elizabeth'in anlayışsız ve hayal gücünden yoksun insanlar tarafından incitilebileceği endişesi onun bu ilk sezonu öncesi Sebastian'ı yiyip bitiriyordu. Sebastian'ın saygınlığı ve korkutucu gücü yüzünden belki kimse Elizabeth'e kaba davranmayacaktı, davranamayacaktı ama suskunluk da bir çeşit kabalık değil miydi ya da imalı bir bakış ve yelpazeler arkasında fısıldanan sözler?.. Elizabeth, her şeyi görebilecek kadar zekiydi. Sebastian'ın tek umudu, Elizabeth'in hemen her şey karşısında kaybetmediği olumlu bakış açısıydı. Belki bu sayede ilk sezonunu en az hasarla atlatmayı başarabilirdi. "Babacığım, koltuklara geçelim mi?" diye teklif etti Elizabeth. "Daha rahat ederiz. Bayan Hopkins, Madam Mercier'nin pelerinini alır mısınız lütfen!" Bayan Hopkins, İsabella'nın tedirgin bir yavaşlıkla çıkardığı pelerinini koluna aldı ve az önce mükemmel bir ev sahipliği örneği sergilemiş olan Elizabeth, tüm ağırbaşlılığını kaybederek ellerini çırptı. "İşte bu! Gördün mü babacığım? İşte bu!" Babasının, "Ah Tanrı'm!" diye sessiz inleyişini duymadığı gibi gözlerini ısrarlı bir kararlılıkla duvardaki bir noktaya sabitlediğini de fark etmeyen Elizabeth, "Ben de böyle bir elbise istiyorum!" diye devam etti. Sebastian homurdandı: "Ancak cesedimi çiğnersen!" Gözlerini İsabella'nın fildişi tenine kaymasına engel olamadığında, çabucak, "Siz devam edin." dedi. Sesi pürüzlüydü. "Benim yapacak işlerim var!" Sanki daha yavaş olursa kararını değiştirebilirmiş gibi hızlı adımlarla kapıya doğru ilerledi. Eşikte durup geri döndü ve İsabella'yı kısaca selamladı: "Madam..." Ve kapıyı ardından çekip gitti. Elizabeth başını iki yana salladı. "Babamın sorunu ne anlamıyorum. Moda denilen bir şey var. Neden dekolteye bu kadar karşı?" "Sadece sizinkine karşı, leydim!" diyen Bayan Hopkins, İsabella'ya göz kırpınca İsabella kadının herhangi bir şey ima edip etmediğini anlamadığı için sessiz kaldı. Gözlerini deviren Elizabeth, "Aaa, yapma Fairy! Ben de bir kadınım!" dedi. "Henüz değilsiniz ama olacaksınız. Ve ayrıca bana misafirlerimizin yanında öyle seslenmeyin! Büyükanneniz duyacak olursa..." Kadını, cümlesini tamamlamamaya itenin korku olduğunu düşünen İsabella'nın kaşları çatıldı. "Büyükanneme göre yaşayamam! Ona göre her şey yanlış! Sadece sıkıcı ve soğuk davranışlar karşısında heyecan duyuyor. Aslında onun heyecan duyabileceğinden bile emin değilim!" Dükün fincanını tepsiye koyan Bayan Hopkins, işaret parmağını dudaklarına götürerek, "Şışş!.." dedi. "Sözlerinize dikkat edin lütfen leydim!" Sonra İsabella'ya döndü. "Sizinle tanışmak bir zevkti hanımefendi. Bir dahaki gelişinize istediğiniz bir şey varsa aşçıya söylerim, hazırlar." "Teşekkür ederim Bayan Hopkins." Kapının sessizce kapanmasının ardından İsabella, dikkatli bakışlarını Elizabeth'in üzerinde gezdirdi. "Size nasıl yardımcı olabilirim leydim? diye sordu. "İstediğiniz her şeyi ya da içinizden gelen her şeyi öğrenmek isterim. Ayrıca sevdiğiniz renkleri, çiçekleri..." Koltuğunda zarif bir kuğu gibi oturan Eizabeth St. James, sanki İsabella hiç konuşmamış gibi, bir parça öne eğilerek, "Lütfen, bana 'Elizabeth' deyin!" dedi. İsabella başını iki yana sallarken gülüyordu ve bir taraftan da "Bu ailenin isim takıntısı da ne böyle?" diye düşünüyordu. "Korkarım isteğinizi yerine getiremem leydim." Elizabeth gayet ciddi, "Neden?" diye sordu. "Uygun olmaz." "Uygunluğu boş verin! Rica ediyorum." İsabella başını kararlı bir biçimde salladı. "Israr etmeyin lütfen leydim." Elizabeth, zoraki bir kabullenişle, "Madem öyle istiyorsunuz..." dedi. "Belki zamanla..." Genç kız her ne diyecekse yarım kaldı. Tıklatılan kapı ardına kadar açıldı ve Carol eskiz defteriyle içeri girdi. Arkasındaki uşaklardan biri ölçü ve dikiş malzemelerini taşıyordu, diğerinin kolları kumaşlardan numunelerle doluydu. Ayağa kalkan İsabella, Elizabeth St. James'e, "İzninizle, artık işimize bakabiliriz leydim." dedi. |
0% |