Yeni Üyelik
14.
Bölüm

9. Bölüm

@majdafan

Sebastian heyecanlıydı ve gerçekte heyecanlı olmasını gerektiren bir sebep yoktu.

Güne son derece olağan başlamış, her zamanki gibi hafif bir kahvaltının ardından çalışma odasına geçmiş ve beş dakika sonra, yine her zamanki gibi, Dawson sade kahvesini getirerek başka bir arzusu olup olmadığını sormuştu.

Sebastian, sessizce kahvesini yudumlayıp gazetenin ekonomi sayfasına göz gezdirirken parmağının bir hareketiyle Dawson'a çıkabileceğini ima etmişti. Lawson'la çalışmaya başlamadan önceki bu yarım saati modern dünyanın başkenti sayılabilecek Londra'nın gündemini takip ederek geçirecekti. Her zaman öyle yapardı.

Gece sabahlayıp neredeyse akşama kadar yatan çoğu soylunun aksine Sebastian, makul bir saatte uyuyup erkenden uyanmayı tercih ediyordu çünkü bedeninin ve zihninin dinginliğiyle sabah saatlerinin sessizliği yapacağı her şeyi çok daha çabuk, kolay ve konforlu yapmasına neden oluyordu.

Aslında çocukluğundan beri erken kalkmaya meyilli biri olduğunun farkındaydı. Her zaman ebeveynlerinden çok, çok daha erken kalkardı.

Aslında annesiyle babasının güne tam olarak ne zaman başladığına dair net bir fikre hiçbir zaman sahip olamamıştı. Her ikisi de kendi kişisel odalarına, tek çocukları o olsa bile, Sebastian'ın girmesine izin vermemişlerdi. Sebatian, biraz büyüyüp de aklı bazı meselelere ermeye başladığında onların birbirlerinin odasına girme izni olup olmadığını merak etmiş ve sonunda olmadığına karar vermişti.

Küçükken sabah ilk işi, kıyafetlerini sandalyenin üzerinden alıp parmaklarının ucuna basarak yatak odasını terk etmek olurdu. Her ne kadar Dadı Plum'ın uykusu çok ağır olsa da odaları arasında daima aralık bırakılan kapı yüzünden kadının uyanabileceğinden ve gereksiz işlerle onu meşgul edebileceğinden korkardı. Bu yüzden tuvalet ihtiyacını gidermek için bile oyalanmazdı. Zaten Sebastian'a göre yüzlerce hektarlık arazi dururken tuvalet ihtiyacı yüzünden Dadı Plum'a yakalanmak, aptallıktan başka bir şey değildi.

Delikanlılığa adım attığı ilk yıllarda yine çok erken uyanmasına rağmen yataktan çıkamaz olmuştu. Bir türlü kurtulamadığı, özellikle de ilkbahar ve sonbaharda şiddeti artan baş ağrıları çekiyordu. Bu illet, kimi zaman öylesine şiddetle ortaya çıkıyordu ki bazen gözünü açamamasına, bazen başını kaldıramamasına, çoğunlukla da boynundan aşağısını hissedememesine neden oluyordu. Sebastian, an gelir, bir celladın başını gövdesinden ayırması için kendini Tanrı'ya yakarır bulurdu.

Yıllar boyunca çektiği bu ağrının, sonu olacağından o kadar emindi ki iyileştiğinde yatakta geçirmek zorunda kalınan her heba olmuş sabahın intikamını alırcasına güneşin daha ilk ışıkları yeryüzünü aydınlatmaya başladığında kalkmış ve soluğu, yaz-kış demeden, ahırlarda almıştı.

Malikanede kalıyorsa uçsuz bucaksız arazide Rüzgar onu fırtına gibi uçururdu. Yok eğer Londra'da ise Hyde Park'a kadar rahvan gider, oradan sonrasında dizginleri salardı ve eve döndüğünde aradan en az birkaç saat geçmiş olurdu.

Bugün de önceki günlerden farksız erkenden kalkmış, at binmiş, ardından kahvaltı yapmıştı. Şimdi de keyifle kahvesini içiyor ve ekonomi sayfasından sonra dış politikaya dair bir şeyler okuyordu ya da... Okumak için çaba gösteriyordu çünkü bugün kendini yerinde duramayacak kadar heyecanlı hissediyordu ve... Ve bunu son derece uygunsuz buluyordu.

Sebastian, elinden geldiğince, "heyecan" gibi hayatın akışını bozan duygulardan uzak durmaya çalışırdı. Çoğu insanın onun davranışlarına yansıyan sakinliği ve aldırmazlığı ancak bir dükün sahip olabileceği tepeden bakışa bağladığını biliyordu ve önem vermediği insanların kendisiyle ilgili ne düşündüklerini zerre kadar umursamıyordu.

Ama Elizabeth...

Elizabeth, söz konusu olduğunda her şey değişiyordu. O; bundan on dört yıl evvel Sebastian'ın kucağına bırakılan büyük bir sürprizdi. Sonradan bu sürprizi, "hayatının en büyük hediyesi" olarak adlandıracak olsa da o sırada kendini berbat, hatta iyice rezil hissettirdiği için hiç beğenmemişti. Bu yüzden uzun süre kızının yanına yaklaşmak istememişti ve sonrasında bu davranışından dolayı kendini asla bağışlamamıştı. Drako'nun sık sık hatırlattığı gibi o sırada henüz yirmi bir yaşında olmasını da hafifletici bir sebep olarak asla kabul etmemişti. Kuzenine, her zaman, "Evlenmeyi ve bir kadını hamile bırakmayı başarabildiysem çocuğum için de onun ihtiyacı olan baba olmayı başarabilmeliydim." derdi.

"Başardın da zaten." diyen Drako'ya inanmayı çok istiyordu. Elizabeth'i gördüğü ilk iki aydaki davranışlarını unutabilse belki inanabilirdi de. O iki ay boyunca etrafta anlamsız bir boşluğun içine düşmüş gibi sersem sersem dolaşmaktan başka hiçbir şey yapmamıştı. Bir çeşit dehşetli karabasanın içinde kaybolmuş görünen beyni, ikinci ayın sonuna doğru o ana dek bir yaşındaki bedeniyle yerlerde tuhaf hareketler yapıp anlamsız seslerle konuşmaya çalışan bebekle ilgili bir şeyi fark etmişti: Parmaklarını, ayak parmaklarını! Bebeğin ayak parmaklarından ikisi, tıpkı onunki gibi birbirine yapışıktı. Bu somut gerçek Sebastian'ı öylesine çarpmıştı ki inkar edemeyeceği şekilde "baba" olduğunu tam olarak anlamıştı.

Ahırlara doğru koşmuş ve Warwall'ın en hızlı atına binerek onu Londra'ya sürmüştü ancak aradan geçen kabuslarla dolu iki haftanın sonunda kaçmanın bir işe yaramayacağı, asla adım atmayacağını düşündüğü çocuk odasının kapısında çekingen bir kararlılıkla durduğunda ortaya çıkmıştı.

O günü o kadar net hatırlıyordu ki! Elizabeth'i gerçekten kendi çocuğu olduğunu hissederek izlediği o anları!

Dadısı altını değiştirirken kıpır kıpırdı. Sanki kasıtlı olarak kadının işini zorlaştırıyor, ışıltılı gözlerinden bundan da zevk alıyor gibi görünüyordu.

Dadı; Sebastian'ın orada olduğunu fark ettiği an önce şaşırmış, sonra korkmuş, en sonunda yüzü bembeyaz kesilmişti ve Sebastian bunların birinin bile farkına varmamıştı. Tüm dikkati saçları kendi saçlarını; siması da bir şekilde, hem de çok daha güzel bir şekilde, kendi simasını andıran bebeğin üzerinde toplanmıştı. Bebek de onu bir yabancı olarak gördüğü için meraklı gözlerini kocaman açmıştı. Ve sonra... Beklenmedik bir şey olmuş, bebek ellerini hızla çırpmaya başlamıştı. O masum suratının meleksi ifadesini iyice belirginleştiren gülüşü, Sebastian'ın dünyasını yerinden oynatmış ve bir daha da hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı.

Aralarında güçlü bir bağ oluşması için fazla zaman geçmesi gerekmemişti. Biri olanca masumluğuyla onunla her anını geçirmeye çalışan adama sevgisini koşulsuz sunmuş; diğeri de bunu kabul etmiş ve hayatının anlamı olan bu varlığa kat be kat fazlasını vermişti. Sebastian'ın kalbindeki boşluk, Elizabeth'in varlığıyla dolmuştu.

Seneler geçtikçe ve kızı büyüdükçe onun her yaşının keyfini çıkarmıştı. Bir taraftan da her yeni yaş, endişeleri beraberinde getirmişti: Yürümeye başlarken, "Düşüp de bir yerini incitecek!" korkusu; beş altı yaşlarında Elizabeth'in umulmadık hayvan sevgisi yüzünden yerini, "Tırmalanırsa...", "Isırılırsa..." ya da "Sokulursa..." gibi kaygılara bırakmıştı. Hele yaramazın on iki yaşındaki halini hatırlamak, bugün bile Sebastian'ın tüyleri diken diken etmeye yetiyordu. Bütün bir seneyi, Dans Eğitmeni Mösyö François'yı kaç değişik şekilde öldürebileceğine dair Elizabeth'in yaptığı planları dinleyerek geçirmişti. Ve şimdi, on beş yaşını doldurup on altısına adım attığı bu günlerde Sebastian'ın Elizabeth'le ilgili endişeleri bambaşkaydı.

Sebastian Elizabeth için, onun yararına olan, her şeyi yapardı; her şeyi! Son dönemde hiç istememesine rağmen yeniden evlenmeyi sık sık düşünmeye başlamasının nedeni de Elizabeth'ti. Sebastian'a kalsa evlilik, tekrarlamaya asla niyetinin olmadığı kocaman bir hatadan başka bir şey değildi. Bir kez evlenmişti ve sonrasında kendini kelimenin tam anlamıyla "onursuz" biri gibi hissetmişti. Üzerinden neredeyse yarı yaşamı geçmiş olsa da bazı şeyler için kendini affedemiyordu. Hayatta tamiri mümkün olmayan, telafisi mümkün olmayan hatalar vardı ve Sebastian o hatalardan birini evliliğinde yapmıştı.

Buna rağmen, düşüncesi bile onu dehşete düşürmesine rağmen, Elizabeth için yeniden evlenecekti çünkü Elizabeth'in bir erkek kardeşe ihtiyacı vardı. Böylelikle Sebastian'dan beklenen Warwall'a bir varis bırakma görevi de yerine getirilmiş olacaktı.

Gerçekten görevi bu olsa da Warwall'ın gelecekteki varisi Sebastian'ın umurunda değildi, umurunda olan o varis sayesinde Elizabeth'in geleceğinin garanti altına alınacak olmasıydı.

Fakat...

Ortada ciddi, hem de çok ciddi bir sorun vardı: Sebastian'ın kiminle evleneceğine dair en ufak bir fikri yoktu. Francine; eğer evliliğinde bir çocuk doğurabilmiş olsaydı mükemmel arkadaşlığı, zarafeti ve en önemlisi saygın soyluluğu için Sebastian onunla evlenebilirdi ama yıllar süren evliliğinde çocuk sahibi olamamış bir kadınla evlenerek yapacağı evliliğin temel nedenini yok sayamazdı.

Sıkıntıyla bir dük için seçeneklerin sınırsız gibi göründüğünü düşündü. Belki de öyleydi ama Sebastian gibi tek bir amaçla evlilik yapmayı düşünmesine rağmen kızından sadece birkaç yaş büyük, alık bir kıza göz ucuyla bile dönüp bakmayan bir dük için değildi.

Elbette bu kızların bazılarının çok güzel olduğunu kabul ediyordu ve hatta nadir de olsa aralarından birkaçıyla aklı başında sohbetler edilebildiğini de kabul ediyordu fakat Sebastian, henüz, birkaç dakikalık sohbete güvenecek kadar ya da kızın tazeliğine vurulacak kadar yaşlanmamıştı.

Bu şekilde ince eleyip sık dokumaya devam ederek evlilik işini iyice yokuşa sürdüğünün farkındaydı. Aradığı özelliklere uygun bir kadın henüz bulamamıştı ve Sebastian'ın daha azını taşıyan biriyle evlenmek gibi bir düşüncesi yoktu. Eğer böyle bir düşüncesi olsaydı İsabella Mercier ile evlenirdi.

"Lanet olsun!" diye homurdanırken kahve fincanını sertçe tabağına bırakıp sırtını geniş arkalı sandalyeye yasladı.

Henüz "evlilik" fikrinin yanına herhangi bir kadının siluetini koyamamışken, zihninde en olmayacak ismin belirmesi Sebastian için ciddi bir uyarıydı. Değil kendine yakın asaleti, ki böylesini bulmak neredeyse mümkün değildi, leydi bile olmayan bir kadını bir anlığına bile olsa aklından geçirmesi Elizabeth'e ihanet etmek demekti.

Sebastian, İsabella asil bir aileden gelmiş olsaydı onunla evlenmeyi sorun etmeyeceğini düşündü. Kadının yaşından emin olmasa da yirmilerinin sonunda olabileceğini tahmin ediyordu. Belki ideal bir evlilik için kabul edilebilir yaşı çoktan geçmişti ama bu onun çocuk doğuramayacağı anlamına gelmezdi.

Kadının son zamanlarda neredeyse gözünün önünden hiç gitmeyen yüzünü yeniden hatırlayan Sebastian; onun güzel, hem de çok güzel çocuklar doğuracağını düşündü.

İnsanların, özellikle de kadınların, düşlerini süsleyen büyük aşkı aramadığı için aralarındaki çekim Sebastian için yeterliydi ama tatmin edici miydi? Hayır. İsabella'nın bedenini altında tutkudan kıvrandığını, güzel gözlerindeki anlamlı bakışın aldığı zevkle kaybolduğunu gördüğünde tatmin olacaktı, daha öncesinde değil! Daha azıyla değil! Ve bu olacaktı. Olması için Sebastian'ın onunla evlenmesine gerek yoktu.

İsabella, Sebastian'ın son bekarlık aylarının umduğundan güzel geçmesini sağlayabilecek tek kadındı. Bunu biliyordu, tüm hücreleriyle hissedebiliyordu fakat kadını böylesi bir birlikteliğe nasıl ikna edeceğini doğrusu hiç bilemiyordu.

İsabella'nın Sebastian'ı çekici bulduğu gün gibi ortadaydı ama bir adamla öpüşmek ayrı, onu yatağına almak apayrı konulardı. Tecrübeli bir kadınla birini ana yemeğin önündeki iştah açıcı olarak düşünebilirdi Sebastian ama İsabella'yla...

Kadının dudaklarının tadını hatırlayınca, oturduğu yerde kıpırdandı. Nasıl da tatlıydı, nasıl yumuşak ve nasıl masum... İşte hissettiği o masumiyet, İsabella'yla ilgili niyetlerini gerçekleştirmeye hiç de yardımcı olacak bir şey değildi.

Aslında Sebastian, onunla ilgili her şeyi varsaydığını biliyordu; masumluğunu varsaydığını da biliyordu. Hakkında bir şeyler öğrenmek istemiş ama çok da başarılı olamamıştı. Kim olduğunu, nereden geldiğini kimse bilmiyordu. Hatta "Madam Mercier" diye anılmasına rağmen, onun gerçekten dul olup olmadığını da kimse bilmiyordu. Ama Sebastian kararlıydı. İsabella'yla ilgili tüm bu bilinmezleri öğrenecekti. Belki biraz çaba gerektirecekti fakat Sebastian'ın böylesi bir çaba için hem gücü hem de olanakları vardı.

Çalışma odasının kapısı tıklatıldığında Sebastian saate bakma ihtiyacı hissetmedi çünkü Lawson'ın dakikliğinden zerre kuşkusu yoktu.

"Girin!"

Lawson, her zamanki gergin tavrıyla içeri girip Sebastian'ı, "Günaydın ekselansları!" diye selamladı.

Sebastian onun gerginliğinin nedeninin kendi ürkütücü varlığı olduğunu biliyordu. Bu konuda onunla konuşmamıştı, konuşmaya niyeti de yoktu. Vekilharcının her an tetikte olmasının işini daha verimli yapması için teşvik edici bir baskı olduğuna inanıyordu.

Lawson'ın selamını bir baş hareketiyle kabul edip, "Otur Lawson!" dedi. Lawson da kenarda duran ve neredeyse Sebastian'ın onun üzerine zimmetleyeceği sandalyeyi çekerek oturdu.

"Başlayalım!"

Dükün izni üzerine Lawson kolunun altındaki defteri masanın üzerine koyup önceden işaretlediği sayfayı açtı.

"Ekselansları, öncelikle, yarın Lordlar Kamarası'nda yapacağınız konuşma için yerine getirmemi istediğiniz bir emriniz var mı efendim?"

"Konuşmam hazır Lawson." diyen Sebastian eliyle, "Devam et!" tarzında bir işaret yapınca, Lawson on dakika boyunca önündeki konuların kısa bir özetini sunarak Sebastian'ın görüşlerini aldı.

"Ekselansları" dedi en sonunda. "Öğleden sonrası için yaptığımız bu çalışma planına eklemek istediğiniz herhangi bir şey var mı?"

Sebastian'ın başını olumsuz anlamda sallaması üzerine, "İzin verirseniz ekselansları..." diyen Lawson, gitmek için ayağa kalktı.

"Otur, Lawson!"

Lawson, bir an için kalakalsa da hemen yerine oturdu.

"Üzgünüm efendim, kalkmak için izninizi beklemeliydim!"

Bununla ilgili hiçbir yorum yapmayan Sebastian direkt konuya girdi.

"Senin için iki görevim var Lawson!"

"Emredin ekselansları!"

Sebastian, bu çocuğun çulluk peşindeki av köpeği kadar hevesli tavırlarını çok sevse de bunu ona hissettirmeye hiç niyeti yoktu. Sert ve soğuk ses tonunu hiç bozmadan, "Önce şunu bir netleştirelim Lawson." dedi. "Sana vereceğim görevleri ikimiz dışında kimse bilmeyecek! Anlaşıldı mı?"

Lawson; dükün her zamankinden daha katı tavrı karşısında güçlükle, "A... Anlaşıldı!.." diyebildi.

"İlk olarak senden Leydi St. James'in annesini bulmanı istiyorum."

Lawson'un boş boş baktığını görünce gözleri kısılan Sebastian, "Beni duydun mu Lawson?" diye sordu.

"Du... Duydum efendim!"

Vekilharcın şaşkın bakışlarına karşılık Sebastian kaşlarını çatarak, "Bir sorun mu var Lawson?" dedi.

"Hayır, efendim!"

"O zaman ne diye bir sorun varmış gibi bakıyorsun?"

Lawson, düke tam olarak nasıl karşılık vermesi gerektiğini bilemediği o dakikada aristokratları hiç anlayamayacağına karar verdi. Üstelik bu adam, Ekselansları Warwall Dükü Sebastian St. James, Lawson'ın tanıdığı en aklı başında aristokrattı ama o bile bugün karşısına geçmiş, ölmüş karısını Lawson'ın bulmasını istiyordu.

Lawson tereddüt ve şüpheyle, "Şey..." dedi. "Mezarını mı bulmamı istiyorsunuz?"

"Mezarını mı?"

"E-Evet?.."

Dükün şaşkınlıkla baktığını gören Lawson, kendisinin ondan daha şaşkın göründüğüne emindi çünkü dükü şaşırtan şeylerin sayısı neredeyse "yok" denecek kadar azdı. Üstelik adam hemen ardından kocaman bir kahkaha patlatınca, Lawson'ın ağzı açık kaldı.

Dük, gülmeye devam ederek, "Neden böyle bir şey düşündün ki?" diye sordu.

"A-Anlamadım ekselansları?"

"Yani neden karımın öldüğünü düşündün?"

Lawson, patavatsızca, "Ölmedi mi?" diye sordu.

"Hayır ölmedi!" diye yanıt verdi dük. Yüzü eski sertliğine geri dönerken gözleri yeniden buz gibi hissiz bakmaya başladı.

Lawson, kendine lanet ederek neye istinaden düşesi "öldü" kabul ettiğini bilmediğini fark etti. Geçmişte onunla ilgili en ufak bir söz işitmemişti. Bunu garip bulduğu anlar olmuştu ama düşes, üzerinde kafa yoracak kadar zihnini meşgul eden bir mesele hiç olmamıştı.

Babasıyla Warwall'ın işlerini çok konuşmuşlardı ve hala başı sıkıştıkça Warwall'ın eski vekilharcı olan babasına danışırdı ama Lawson ondan bile düşese dair herhangi bir şey duymamıştı.

"Bundan on dört sene önce İtalya'dan döndüğümde... Lawson?.. Beni dinliyor musun?"

Oturduğu sandalyede omurgası dümdüz olan Lawson, "E... Elbette ekselansları!" dedi.

"İtalya'dan döndüğümde kendisi malikaneden ayrılmıştı." diyen dük, her türden duygudan arınmış bir sesle ekledi: "Bana kendisinin seyislerden biriyle kaçtığı söylendi."

Lawson, dükün devam etmesini bekledi ama bunun boşuna bir bekleyiş olduğu hemen anlaşıldı.

Lawson merakı sağduyusunu bastırarak, "Sonra?" diye sormasına neden oldu. Bunun haddini aşan bir soru olduğunu hemen fark etti ama daha o özür dilemek için ağzını açamadan dük, "Ne sonra'sı?" dedi azarlar gibi. "Bir 'sonra'sı olsa senden onu bulmanı ister miydim?"

Lawson, eve dönünce kafasını duvara vuracağını bilse de "Yani o zaman, İtalya'dan döndüğünüzde, eşinizi bulmaya çalışmadınız mı?" diye sordu.

Sebastian, vekilharcının yıllardır vicdanındaki hiç geçmeyen sızıyı açıkça ağrı haline getirmesi karşısında sinirlendi.

"Bu senin üzerine bir vazife mi Lawson?"

Lawson, süklüm püklüm, "Üzgünüm ekselansları!" dedi ve gözünde ilahtan bir kademe aşağıda olan dük hazretlerinin insani zaaflarından birine şahit olmanın, içinde, 'şaşkınlık' dışında nasıl bir his uyandırdığını çözemedi. Bu adam; hayatında tanıdığı en dürüst, en adil adamlardan biriydi. Söylediklerine bakılırsa dürüstlüğünü değilse de en azından adaletini karısından esirgemişti. Kadının neden gittiğini gerçekten hiç araştırmamış mıydı ya da nereye gittiğini?

"Bunu nasıl öylece kabullenmiş olabilir?" diye düşündü Lawson ve hemen pişman oldu. Dükü yargılamak onun haddi değildi. Ayrıca hayatta hiç kimse, diğerinin ne yaşadığını tam olarak bilemezdi.

"Bu konuda yalnız çalışmanı istiyorum!" dedi dük. "Olur da birinin yardımına ihtiyaç duyarsan, en ağzı sıkı olanı bulacaksın ve o da bilmesi gerekenden fazlasını bilmeyecek! Küllenmiş dedikoduların yeniden ortaya çıkmasını istemiyorum!"

Lawson'un akıllılık ederek, "Ne dedikoduları?" diye sormamasını takdir eden Sebastian, "Gelelim ikinci meseleye." dedi.

Dükün sandalyesinde dikleşmesinden, sesindeki ciddiyetten bunun daha önemli bir konu olduğunu varsaydı Lawson ve ister istemez az öncekinden daha önemli olabilecek şeyin ne olabileceğini merak etti.

"Senden Madam Mercier'i araştırmanı istiyorum. Kimdir? Nedir? Neyin nesidir? Biliyorsun, bu bir ay kızımla sık sık görüşmek zorunda kalacaklar. O yüzden hakkında ne var ne yok bilmek istiyorum."

Lawson ciddiyetle başını sallasa da içinden, "Kimi kandırmaya çalışıyorsunuz ekselansları?" diyordu. "Beni mi kendinizi mi?" Ekselansları, Madam Mercier'e ilgisini Lawson'ın anlamayacağını mı sanıyordu? "Muhtemelen öyle." diye düşündü Lawson.

"Bir hafta içinde sonucu getirmeni istiyorum!"

Düşüncelerinden sıyrılıp tüm dikkkatini düke veren Lawson, "Fakat efendim" dedi. "Bir hafta çok kısa bir süre!"

Dük gözlerini kısınca Lawson yutkundu.

"E-Emredersiniz ekselansları!"

"Pekala o zaman. Şimdilik bu kadar. Ve... Bugün öğleden sonra da çalışmayacağız. Araştırmalarına bugünden başla! Hatta önümüzdeki bir hafta vekilharçlık görevinden seni azat ediyorum. Yeter ki araştırmalarını çabucak sonuçlandır!"

"Emredersiniz ekselansları!"

"Ben biraz daha çalışacağım, sen çıkabilirsin."

Dükün izniyle ayağa kalkan Lawson, defterini kolunun altına sıkıştırıp, önündeki kağıda notlar almaya başlayan adama eğilerek, "Ekselansları..." dedi sonra arkasını dönüp kapıya yöneldi. Kapı kolunu tuttuğu anda, "Bu arada Lawson!" diyen düke hızla geri döndü.

"Ekselansları?.."

Soylu adam, hala önündeki kağıda bir şeyler karalamaya devam ettiği için Lawson yanlış duyduğunu sandı ama öyle olmadığını hemen anladı. Dük başını usulca kaldırdı ve donuk bakışlarını Lawson'a dikti.

"Eğer bu iki konuyla ilgili herhangi birinden herhangi bir şey duyarsam... Kelleni alırım Lawson!"

Lawson, dükün en son sözlerinin mi yoksa hemen onun öncesinde cümlesini tehditkar bir şekilde yarım bırakmasının mı daha korkutucu olduğuna karar veremedi. Sesinin titrememesine gayret ederek, "Ta... Tabii ekselansları!" diyebildi.

"Şimdi çıkabilirsin."

Kapanan ağır kapının ardından Sebastian, kısık sesle keyifli bir kahkaha attı. Lawson'ın bu dehşete düşmüş halinden kısa sürede sıyrılacağını ümit ediyordu. Elbette genç vekilharcının ağzının sıkı olduğunu biliyordu ve Lawson'a ne demiş olursa olsun, Elizabeth'in annesiyle ilgili konu bunca senenin ardından Sebastian'ı hiç etkilemezdi; ne egosunu ne de toplumdaki saygınlığını. Ama tabii, konuyla ilgili bu kadar umursamaz olduğunu Lawson'ın bilmesine gerek yoktu.

İsabella Mercier'e gelince... İşte o bambaşka bir konuydu. Sebastian, kendi adıyla onunkinin yan yana anıldığını duyarsa gerçekten de Lawson'ın kellesini alırdı. Beraber olduğu kadınları her zaman bu tip dedikodulardan sakınması bir yana, İsabella Mercier'nin bu zamana kadar lekelenmemiş ismi bile Lawson'ın sonu için geçerli neden olurdu.

Düşünceleri kapının hafifçe tıklatılmasıyla sekteye uğradı ve "Girin!" demesini beklemeden kapı açıldı. Sebastian, bu evde bunu yapabilecek tek kişiye içinde uyanan nahoş duyguları bastırmaya çalışarak baktı.

Düşes; tüm azametiyle yaklaşırken oğlunun buz kesmiş gözlerinden etkilenmiş gibi görünmüyordu. Zaten onu çok az şey etkilerdi. Dük, yani kocası, öldüğünde bile duruşunu hiç bozmamıştı. Sebastian bazen onun yüzüne yapışmış bir maske gibi duran bu ifadesizliği çekip almak, onu acıdan ağlatmak isterdi ve bunu istediği için de kendisini canavar gibi hissederdi çünkü ne olursa olsun, ne yaparsa yapsın karşısında duran bu uzun boylu kadın onun annesiydi.

"Artık bu kadar kaba mı oldun?" diye sordu yaşlı kadın, çenesiyle oğlunun ayağa kalkmamasını ima ederek.

"Buyurun, oturun düşes."

Oğlunun aldırmaz tavrına sinirlendiyse de bunu hiç belli etmeden üzerindeki ağır elbisenin elverdiği ölçüde sandalyeye kurulan dul düşes, gözlerini dimdik Sebastian'ın gözlerinin içine dikti. Bu bakış, bu türlü bakış uzun süre önce Sebastian üzerindeki etkisini yitirmişti; oysa diğer herkesi titretir, sindirirdi.

"Biliyorsunuz bu sene Elizabeth'in takdimini yapacağız. Hatta takdim balosu önümüzdeki ayın sonuna doğru gerçekleşecek."

"Biliyorum."

"Biliyorsanız neden Madam Mercier geldiğinde evde değildiniz?"

Gözünü bir kez bile kırpmadan oğluna bakmaya devam eden düşes, bu şekilde sorgulanmaya alışık olmadığını bir an olsun belli etmeden tavizsiz bir sesle konuşmaya başladı: "Bu tarz emrivakilerden hiç hoşlanma..."

Sebastian, sert bir biçimde annesinin sözünü kesti.

"Sizin neden hoşlanıp hoşlanmadığınız beni zerre kadar ilgilendirmiyor düşes!"

Kadının zaten dik olan sırtı daha da dikleşti.

"Benimle bu şekilde konuşamazsın!"

Masasında öne doğru eğilen Sebastian, "Sizinle istediğim şekilde konuşurum. Siz, bu evde benim otoritemi sorgulatamazsınız!" dedi. Sesi o kadar ödün vermezdi ki sözleri kulağa binlerce yıl önceden bugüne kadar ulaşmış kadim kurallardan biriymiş gibi geliyordu. "Hiçbir yerde sorgulatamazsınız! Buna izin vermem!"

"Senin otoriteni sorgulatacak bir şeyi asla yapmam Sebastian!"

Sebastian bundan on yıl önce bile kadının samimiyetine inanmazdı; şimdiyse, inanmayı bırak, sergilediği bu gösteriyi gülünç bile buluyordu. Kelimelerin üzerine bastırarak, "Ben babam değilim düşes!" dedi.

"Ne demek bu şimdi?"

"Bu, ben bu dükalığın on beşinci efendisi olarak bir şey söylersem o yerine getirilecek demek!" Koltuğuna geri yaslanan Sebastian, "Elbette annem olarak itiraz hakkınız mevcut..." dedi. "Ama bu hakkı bir kez daha benimle yüz yüzeyken değil de hizmetkarlar aracılığıyla kullanırsanız İskoçya'daki av köşkünü sizin için hazırlatmaktan memnun olurum."

Ayağa kalkan düşes, "Beni tehdit mi ediyorsun Sebastian?" diye sordu.

"Bu bir tehdit değil düşes." diyen Sebastian da ayağa kalktı. "Gerçek! Şimdi... Yarın Madam Mercier yeniden gelecek. Bu kez lütfen yanlarında olun!"

Ricadan çok bir emir olduğu belli olan bu cümle ikisi arasında asılı kaldı. Sessizliğe en sonunda düşes teslim oldu.

"Pekala. Başka bir şey yoksa..." diyen düşes ayağa kalktı ve kapıya doğru yürüdü. Oğlunun alaycı bir üslupla, "İzin sizindir düşes!" diyen sesi, hareketlerinde onu tanımayan birinin asla fark etmeyeceği bir tutukluk yaratsa da yoluna devam edip çalışma odasını terk etti.

Sebastian, yerine otururken derin bir nefes aldı. Yüzünde yorgun bir gülümseme oluşmuştu. Bu kadınla savaşmaktan, her basit olayı bir düello gibi yaşamaktan yorulmuştu. İçinde ona karşı en ufak bir sevgi barındırmasa da nihayetinde annesiydi, onu doğuran kadındı. Değiştirilemez bu gerçek, Sebastian'ın elini kolunu bağlıyordu. Sırf bu yüzden, mecbur kalmadıkça, onun yoluna çıkmamaya gayret ediyordu ama düşesin böyle bir hassasiyeti yoktu. Her şekilde kaybetse de fırsatını buldukça oğluyla güç oyunu oynamaktan çekinmiyordu ve sonuçta da aralarında, tıpkı az önceki gibi, en hafif tabirle "tatsız" olarak adlandırılabilecek tartışmalar yaşanıyordu.

Ne olursa olsun, Sebastian annesiyle hiç bugünkü kadar sert konuşmamıştı. Bu yüzden onun gereken uyarıyı almış olabileceğini düşündü. Yine de her ihtimale karşı yarın İsabella geldiğinde evde olmaya karar verdi ve bu kararın verdiği rahatlıkla eline kalemi alıp, başını yeniden az önce çalışmaya başladığı kağıda eğdi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%