@mariamaria
|
Babamı hep sarhoşluğuyla annemi döverken hatırlıyorum. Sabah, akşam. Evde, bahçede, sokakta. Sopayla, elleriyle, ayaklarıyla. Sanki babam hayata annemi dövmek için gelmişti. Elektrik teknikeriydi ama bir gün bile bu işi yaptığını hatırlamıyorum. Sürekli sarhoş olduğu için girdiği her işten aynı gün atılırdı. O da Rona Amcaya fırınında yardım ederdi. Her akşam içkisini aldıktan sonra gündeliğinden kalan parayı anneme verirdi. Biraz sonra annemi döverek verdiği paraları fazlasıyla geri alırdı. Babam annemi bir davul gibi döverdi, kulağından kan gelene kadar, bayılana kadar döverdi. Bir gün öyle çok dövmüştü ki kova kova kan aktı sanki. Komşular araya girdi. Az sonra Ambulans annemi, polis de babamı götürdü. İki gün sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi ikisi de geri eve geldi. Biz çocukları karlı gecede iç çamaşırlarımızla sokağa atar sabaha kadar da eve almazdı. Babamın korkusundan komşular çocuklarına bizden uzak durmayı tembihlerdi. Biz arkadaşlığı istenmeyen çocuklar olarak kabul edilmiştik. Babam sadece annemi değil bizi de döverdi. Babama göre pantolon giymek veya saçları sarıya boyamak hayat kadınlarının işiydi. Bir gün saçlarımı bonus kafa yaptırmıştım, arkamdan geldiği gibi beni yakaladı. Saçlarımın peruk olduğunu sandı. Saçlarımı yerinden sökmeye çalışıyordu. Ben yalvararak bağırıyordum: “baba saçlarım peruk değil, benim kendi saçım ne olur bırak beni” O sarhoş kafayla “ben yaptığım çocuğun saçlarını bilmez miyim, çıkaracağım bu takma saçları” diye bağırıyordu. Sonunda bir hamleyle elinden kurtarmıştım kendimi. Ama saçlarımı sökecek diye öyle korkmuştum ki altıma kaçırmıştım. Ama biraz yaşım ilerlediğinde ve o da artık yaşlanmaya başlayınca dayaktan kurtulmanın yolunun koşarak kaçmak olduğunu öğrenmiştim. Bu yüzden koşmayı çok erken yaşta öğrenmiştim. Hatta artık dalga geçmeye bile başlamıştım, beni yakalayamayınca arkamdan taş atardı, “ay ay ayağıma geldi ayy ayy belime geldi” diye bağırır acı çektiğime ikna olduğunu görünce de basardım kahkahayı. Babam tüm hayatı boyunca bir arabaya sahip olmak istedi. Hep bir arabayı sayıklardı. Ama hiçbir zaman araba alacak kadar parası olmadığından bu hayali gerçekleşmedi. Taa ki artık anneannemin altınlarını bozdurup külüstür de olsa bir araba alana kadar. O gün kapının önüne bir arabayla geldi. Çok mutluydu ama tabii her zamanki gibi sarhoştu, elinde de bir votka şişesi tutuyordu. Biz çocukları zorla arabaya bindirdi. Bizleri arabayla gezdirmek istiyordu, hayatından hiç araba kullanmamıştı ehliyet de yoktu. Bizleri arabaya doldurduğu gibi bastı gaza, dere, orman, dağ bayır. Biz bağırdıkça daha hızlı kullandı, biz korktukça daha çok öfkelendi, öfkelendikçe daha hızlı sürdü. Daha hızlı sürdükçe biz daha çok korkuyla bağırdık. Birden öfkeyle durdu ve bizi ormanda arabadan aşağı attı ve hızla uzaklaştı. O gün saatlerce yürüyerek korku içinde evin yolunu bulmuştuk. Derler ki körde bir gözü gördüler onu da çalmaya kalktılar. Bir sabah. Kalktık ki arabanın ön camını çalmışlar. Her gün polisler getiriyordu babamı eve, Bir gün polisler geliyor “ya arabayı satın ya da biz el koyacağız, her gün her gün sarhoş araba kullanmaktan yeter artık!” o korkuyla satıldı ve araba sayfası kapandı. Bir gün yine sarhoş bir halde arkadaşıyla balık tutmaya gitmişti. Orada balıkları nehirden dışarı çıkarmak için hazırladığı dinamit elinde patlamış ve üç parmağını kaybetmişti. Başka bir gün ise arkadaşının arabasını sarhoş kafayla tamir etmeye çalışırken bir parça yerinden fırlayarak sol gözüne gelmiş ve bu gözünü kör etmişti. Komşularına karşı çok yardımsever ve cömertti. Komşunun evinde lamba patlasa evdekini alıp götürürdü. “İleride siz bana bakmasınız en azından komşular cenazemi kaldırır, siz hayırsızsınız” derdi. Anneme “sen ölürsen seni bahçeye ayakların üzerine gömeceğim kafanı da dışarıda bırakacağım, her sabah da kafana yumurta atacağım” derdi. Senede sekiz on defa babamın doğum günü olurdu. Ne zaman içki alacak parası olmasa son çare “bugün benim doğum günüm” der esnafı komşuyu ziyaret eder, kendisine bir doğum günü içkisi ısmarlatmayı başarırdı. Gerçek doğum günü ne zamandı bunu hiçbir zaman öğrenemedim. Evde hep yalnız içerdi. Bir gün ablam dedi ki “hep böyle yalnız içiyorsun karşına ayna koy da arkadaşın olsun,” dedi. O gün karşısına bir ayna koydu ve ondan sonra o aynanın karşısında içmeye başladı. Aynada kendisiyle konuşuyor, kadeh kaldırıyordu. O günden beri aynadaki görüntüsüyle arkadaş arkadaş içmeye başladı. Sonu votkadan oldu. Annemden üç yaş küçük olmasına rağmen sirozdan 49 yaşında öldü. Öldüğünde ağladım ama içim hiç yanmadı. Ağlamam sanki ona değil de ölümün kendisine olan bir gözyaşı gibiydi. Belki ölüme bile değildi gözyaşlarım, üzüntümdendi. Bir evlat kırgınlığıydı, bugün bile hala o anı anlatamıyorum. Bir çorap bile almadı, bir defa saçımı okşamadı, bir defa sarılmadı. Elimden bir defa tutmadı, tuttuysa da dövmek için tutmuştur. Ben Kıbrıs’tayken öldü, cenazesine gidemedim. Babasının yanına bir mezara gömdüler. Ölmeden bir hafta önce yatağa düştü. Tüm karnı mosmor olmuş acıdan ağlıyormuş. Annemden özür dilemiş kötü davrandığı için ama neye yarar bir ömrü heder etmişti. |
0% |