Yeni Üyelik
13.
Bölüm

12. Bölüm "İtiraf."

@marigmor

Yapacağım en ufak harekette ayağımın altındaki zeminin parçalanışı gerçekleşebilirdi. Korkunun patlak verdiği bir bedenin içerisindeydim ve her zerrem titriyordu. Bakışlarımın sabit kaldığı kılıç unutmaya zorladığım kabusun yansımasıydı. Hayatımın değişmesine neden olan kabusun kalıntısını gerçek hayatta görmeyi asla beklemiyordum. Kılıcın desenlerinin hançerle aynı olduğuna adım kadar emindim. Ay ışığının altından bile parlayan hançer kalbimi paramparça etmişti. Kabzasının metalle birleştiği yerde kazınmış yuvarlak desen, Leon’un ellerinin arasındaki kılıçtaydı. Yuvarlak desen, görkemli şekle sahip yıldız sembolündeydi. Kılıcın rengi, rüyamdaki altın işlemeli hançere göre oldukça soluk duruyordu. Ayrıca kılıcın metal kısmında hangi dilde olduğunu bilmediğim yazılar mevcuttu. Yazılar, metalde boydan boya yazılmıştı ve oldukça güçlü olduğunu buradan bile hissedebiliyordum. Karşısında ne yapacağını bilmeyecek kadar, güçlü duruyordu.

Leon kılıcını doğrulttuğu kişi ellerini iki yana açtı ve korku dolu ifadesiyle baktı. Ellerimin titremeye başladığını fark ettiğimde yumruk yaptım. Arkamdan yaklaşmaya çalışan kişiye baktığımda, yüzündeki kirli sakalları ve üzerinde köylü olduğunu belli eden kıyafeti olan birisiydi. Ellerinde herhangi nesne yoktu ve her an dizlerinin üstüne çöküp af dileyecek gibi duruyordu.

‘’Ne yapıyorsun!’’ dedi adam korkuyla. Kılıcın kendisini hedef aldığını biliyordu ama yüzündeki korkunun dışında öfkenin olmasına anlam veremedim. Etrafımızda fener uçuşan insanlar bir anda etrafımızdan uzaklaşmış ve yuvarlak olmuş izliyorlardı. Kimisinin yüzünde korku ifadesi kimisinin yüzünde merak vardı. Kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. Bu sahnenin benzeri Aidan ile yaşamıştım.

‘’Hırsızlığın sonucu nedir biliyor musun?’’ dedi Leon kılıcını adamın boğazına doğrultmaya devam ederek. Kılıcı birini ortadan ikiye kolaylıkla bölebilecek kadar keskin duruyordu. Metalinin bile benim ağırlığımda olduğunu buradan görebiliyordum fakat elinde ufak bir dal parçası varmış gibi hareket ettirmeden havada tutabiliyordu.

‘’Ben bir şey çalmadım!’’ dedi adam telaşla. Kelimeler bile ağzından zar zor çıkıyordu. Bir yandan sağa sola baktı ve kalabalıktan yardım almaya çalıştı fakat kimse ona adım bile atmadı. Leon kılıç kadar keskin bakışlarını adamın üzerinde tutmaya devam etti. Elindeki kılıç ile değil bakışları ile de öldürecek gibi duruyordu. Adamın arkamdan yaklaşıp hırsızlık yapmaya çalıştığını kendisi arkasını dönmeden hissetmişti. Ben o anın dalgınlığına kurban gitmişken herhangi birinin yaklaştığını fark etmemiştim. Aramızdaki mesafeye bakıldığında adamın tam arkamda duruyor olması, düşün dürüyordu.

‘’Üstelik sen kim olduğunu sanıyorsun?’’ diye devam etti adam. Kalabalığın konuşmalarının arasından kimisinin adama hak verdiğini duydum. Kavga çıkması isteyeceğim en son şeydi ve şu an oldukça tehditkar duran Leon vardı. Ay ışığının altında duran bedeni kılıç kadar parlıyordu. Şu an oldukça yakışıklı olduğunu düşünebilirdim ama kılıcının verdiği korku gözlerimin önüne perde çekiyordu. Tuttuğu kılıcın gördüğüm kabus ile bağlantılı olmalıydı. Araştırma yapacaklarımın listesi giderek uzamaya başladı ve içimden bir ses Leon’dan uzak durmam gerektiğini fısıldıyordu. Bu fısıltı oldukça ironik olurdu çünkü enerjimin taşmaması için şu anlık ona ihtiyacım vardı. Her şeyin birbirine girmeye başlıyordu.

‘’Ona dokunmaya cüret ettiğin için seçeceksin. Sağ mı sol mu?’’ dedi Leon adamın bağırışlarına karşılık olarak. Sakinliğinin ürkütücü olmadığı gerçeğini silmiyordu. Tam olarak neyi sorduğu konusunda tahminim vardı ve adam da anlamış olacak ki ayakları geri geri gitmeye başladı.

‘’Ben bir şey çalmadım, isterseniz üstümü arayın! Yargısız infaz yapamazsın! Yardım edin!’’

Adamın haykırışlarına karşılık etrafta konuşmalar çoğalmaya başladı. Bazıları adamın haline acırken bazıları Leon’un kim olduğu konusunda konuşuyorlardı. Konuşanlardan kimse çemberden çıkmıyor, durdurmaya cesaret etmiyordu. Birinin hırsız olduğunu söylemek kolaydı.

‘’Ya kendin seçersin ya da ben ikisini seçerim,’’ dedi Leon. Adamın dediklerini duymuyor gibiydi. Kılıcı düşen ay ışığını yansıtırken zihnime giren ağrı ile bakışlarım yere düştü. Elimle başımı tutarken Leon’un bakışlarının bana kaydığını gördüm. Gitmek ve kaçmak arasında gidip geliyordum. Bir an önce kendimi dört duvar arasına atmak ve güvende olduğumu bilmek istiyordum.

‘’İtiraz ediyorum! Köylü bile olsak kim olduğu belirsiz birinin yargılama hakkı yoktur,’’ diye bir ses duyuldu kalabalığın arasından. Kimin söylediğine bakmak için hareket dahi etmedim. Başıma saplanan ağrılara karşılık yavaş yavaş nefesler almakla meşguldüm.

‘’Efendim,’’ diye başka bir ses duyuldu sese karşılık. Bu ses genç bir kızın sesiydi. ‘’Ben bu adamın kadının arkasındaki çantaya doğru uzandığını gördüm.’’

‘’Yalancı fahişe!’’ dedi adam. Kalabalıktaki genç kızı bulmuş ve bedenini ona çevirerek kükremişti. Korkuyla titremeye devam ediyordu fakat sözlerinin hırçınlığı dinmiyordu. Ağrıların hafiflemesi ile başımı yavaşça kaldırdım. Konuşan genç kız ellerini kenetlemiş ve Leon’a bakıyordu. Yüzünden akan masumluk ile yalan söylemediği aşikardı. Üstelik bedenindeki enerjinin oldukça tatlı olduğunu söyleyebilirdim. Hırsız adamın aksine.

‘’Asıl hırsız o,’’ diye hırçınlaşmaya devam etti adam. Kızın üzerine yürümeye çalıştığında kız korkuyla geriye kaçmıştı. ’’Parasını vermediğim için bana hırsız diyor. Annen fahişelik yaptığını biliyor mu?’’

Konuşmasının giderek iğrençleşmesi yavaştan sinirlenmeme sebep oldu. Leon kılıcını çektiği andan itibaren yalan söylediğini biliyordum. Eğer Leon fark etmeseydi gerçekten hırsızlık yapacaktı. Genç kız kendisine edilen hakaretten dolayı kollarını bedenine sardı ve çekingen bakışlar attı etrafına. Yanında duran insanlar garip gözlerle kıza bakmaya başladığında hırsızın hakaret dolu cümleleri devam ediyordu.

‘’Leon gidelim,’’ dedim güçlükle. Sesim fısıltıdan ibaretti ama beni duymuştu. Başını bana çevirdiğinde iyi olmadığımı gördü. Şu an hırsız ile karşılaştığım için kötü olduğumu düşünebilir hatta bir yere kadar işime gelirdi bu düşüncesi. Ben zihnimde çalan çanların etkisindeydim ve kılıca baktığım her saniye bedenim acı çekiyordu.

İsmini söylememden başka bir şey olmadı. Kılıcını beline geri yerleştirdi. Hırsız kılıcın ortadan kalktığını görünce derin nefes aldı ve yüzünde iğrenç sırıtış belirdi. Durumu atlattığını düşünüyordu. Bu düşüncesi saniyeler içinde yıkıldı çünkü Leon kılıcını beline koyduktan hemen sonra hırsıza yaklaşıp tek eliyle boğazından yakaladı ve havaya kaldırdı. Kalabalığın arasında ufak çığlıklar yükselirken adamın ayakları yerden bir hayli kesildi. İki elini Leon’un eline yaslayıp can havli ile kıvranmaya başladı.

‘’Bı-bırak,’’ dedi boğulma sesleri ile. Ayaklarını sallayıp kurtulmaya çalışıyordu.

‘’Seni bir kere uyarıyorum,’’ dedi Leon çelikten daha sert şekilde. Havada duran elini sıklaştırdığını gördüm. Adam bir kez daha çırpınıp nefes almaya çalıştı. ‘’O dilini kesmemi istemiyorsan, bir daha hiçbir kadınla konuşmayacaksın.’’

‘’Nesin se-sen?Can-avar!’’

Olayları perdenin arkasından izliyor gibi duruyordum. Hırsız sonunda tamamen boğulma sesleri çıkarmaya başladığında Leon bir anda adamı yere çöp parçası gibi attı. Yere kuvvetle düşen adamın bedeninde çürüklerden daha fazlası olduğuna emindim artık. Son nefesini vermekten son anda kurtulduğu için kesik kesik nefesler alıyordu. Korkunç sahnenin bittiğini düşünerek aynı şekilde bende nefes alacaktım fakat Leon durmadı. Yerde sürünme pozisyonunda duran adamın eline bastı. Parmaklarının kırılma sesini buradan duyarken suratımı buruşturdum istemsizce.

‘’Bir daha hırsızlık yapmaya çalışırsan kaybettiğin şey parmakların olmayacak,’’ dedi Leon. Ayağının altında çöpten farksız davrandığı adam için neredeyse içim acıyacaktı. İyilik tarafım bu kadarın fazla olduğunu bağırırken mantığımı konuşturmaya çalışıyordum. Benden bir şeyler çalamamış olsa bile, kendisinden yaşça küçük kıza küfürler etmişti. Adam çığlık çığlığa bağırırken elini Leon’un ayağından kurtarmaya çalıştı. Leon en sonunda ayağını kaldırdığında adam elini tutup acı içinde sesler çıkarmaya devam etti.

Bakışlarımı yerde duran adamdan kesip Leon’a çektiğimde doğrudan bana bakıyordu. İfadesiz durmak için verdiğim savaşı görmemesi için dua ettim. Hırsıza yaptığından daha çok etkileyen şey, kılıcıydı. Belinde kapalı şekilde duruyor olsa bile kalbim varlığı ile hızlı çarpıyordu. Kabustaki hançerin büyüğü olarak düşündüğümde ise bayılmama yetecek kadar etkileniyordum.

Tehlike de miydim? Leon benim için tehlikeli miydi? İçimde büyüyen kaçma duygusunu bastırmak istemiyordum. Beni büyüten biri olsa bile bunca zamandır kendi dünyamda tek başımaydım. Herkes tarafından farklı gözle bakılan bir çocukken aynı şekilde bende dünyaya farklı gözle bakıyordum. Öngöremediğim bir gelecek vardı önümde. Yabancı olduğum hayatta karşılaştıklarım tesadüfse eğer akışa ayak uyduramayacak kadar yorgun hissediyordum.

Gökyüzünde yıldız denizini oluşturan fenerlere baktığımda her birinde yatan dualarda bende var olmak istedim. Her zaman kendi halimde biriyken dileklerimi düşünme vakti bulamamıştım ama şimdi ne olduğunu bilmek için dua ediyordum. Kalabalığın arasında anne ve babasının elinden tutan küçük çocukla göz göze geldim. Yüzünde oluşan gerginliğe rağmen ellerinden tuttuğu kişiler onun için koruyucuydu.

Daha bebekken ormana terk edilen benim aksine.

Şimdi ise odağımda duran adı dışında hiçbir şey bilmediğim bir adam vardı. Az önce cezalandırdığı adamı hırsızlık yapmaya çalıştığı için mi yoksa benim için mi yaptığını bilmiyordum. Öğrenmeye korkuyordum. Bakışlarındaki derin kuyuların içine çekilmek istemiyordum ama her seferinde kendimi o kuyuların başında beklerken buluyordum. Benim yeteneğim yüzünden bedeninde zehir bulunduruyordu ve benim yüzümden bulundurmaya devam ediyordu. Eğer enerjimi emmeseydi, ortalığı karıştıracaktım. Belki de Krallık askerleri tarafından fark edilecektim.

Ne yapacaktım? Ben bunların hepsini nasıl çözecektim?

Işığın parlaklığını kesen beden durdu önümde. Odağımda olmasına rağmen yaklaşmıştı ve ifadesiz bakışlarımı sorguluyordu. Eğer bir gün gözlerindeki derin kuyuların içine düşmeye başlarsam ölümüm olacağını anladım.

‘’Gidelim,’’ dedi Leon sadece. Yavaşça başımı salladım ve adımlarını takip ettim. Başka seçeneğim yokken köyden çıkmadan önce gördüğüm en son şey, gökyüzünde fenerlerin arasında uçan siyah kuzgun olmuştu. Bir dahaki görüşümde kesinlikle yakalayacaktım.

🌱

Sorunlardan kaçmanın çözüm olmadığını bilmeme rağmen seçtiğim geçici çözümlerden biriydi. Hem zihnimden hem de Leondan kaçıyordum. Daha doğrusu üzerindeki yan etkiyi azaltabilmek için denediğim ilaçlar hakkında konuşmak dışında yanında durmuyordum. İlk başlarda tavrımın sebebini bakışlarıyla sorgulamıştı fakat olabildiğince göz teması kurmamıştım. Sürekli başka bir yere bakıyor olsam da gözüm en sonunda belindeki kabusa takılıyordu. İki gündür doğru dürüst ne uyuyabiliyordum ne de yemek yiyebiliyordum. Xiayn, derse devam etmem için sadece okuyacağım kitapları vermiş ve gözden kaybolmuştu. Leon’un üstsüz şekilde durduğu odanın içerisinde yeniden denediğim ilacı yapmak, altında kalmak istemeyeceğim ağırlıkta kitapları okumakla meşguldüm. Kendi kaçışımı kendi yaratıyordum.

Gece çökmeye başladığında gözlerim kapansa da, zihnimin içerisinde var olduğunu bildiğim yaratığın gıcırdayan sesini duyuyordum. Her seferinde aralık kapının arkasında karanlığa doğru itekleyip kapıyı kapatıyordum ama bir sonuç olmuyordu.

O kapının arkasında olduğunu biliyordum.

Leon için tedavi dışında enerjimin dengelenmesine yardımcı olacağını düşündüğüm baskılayıcı ilaçları da yapmıştım. Tatlarının görüntüsünün yanında kat ve kat kötü olduğunu görmezden gelirsek işe yaradığını umut ediyordum. Ne zaman kılıcı düşünsem aklıma gelen çeşitli senaryoları durdurmak imkansız oluyordu.

Yaşamak için savaş. Savaşmak için güçlen. Güçlenmek için diren. Bu bir döngü.

’Tanrıların dünyadan gitmesinin ardından büyük bir kargaşa yaşandı. Barış içinde yaşayan ırklar birbirleri ile savaşmaya, dünyanın enerji düzenini bozmaya ve düzen halkalarını kırmaya başladılar.’

Ellerimin arasında duran kitaptaki satıları okurken bir türlü odaklanamıyordum. Masanın ortasında açık duran kitabın yazıları karışmaya başlıyordu artık. Görüşümün bulanıklaştığını fark ettiğimde gözlerimi birkaç kez kırptım. Aralıksız saatlerce oturuyordum. Bundan dolayı ağrıyan belimi esnetip bedenimi gerdirdim. Şu an okuduğum kitap eski ve başka bir dilden çevrilme kitaptı. Orijinal dili kitabın içerisinde yer aldığı için bazen ne dediğini anlamıyordum. Bu iki gün içerisinde bunun için de çabalamıştım. Dağlarda yaşayan eski bir kabilenin dili olduğunu öğrenmiştim. Harfleri tam olarak seçemiyordum fakat bazı kelimelerin ne demek istediğini biliyordum.

Parmaklarımın çoğunda bez sarılmıştı. O kadar fazla yazı yazmıştım ki parmaklarım artık su tutmaya başlamıştı. Kendi kendimi iyileştiremediğim anlardan biriydi. Tüy kalemi mürekkebe batırıp tekrar kitaptaki yazıya odaklanmaya çalıştım. Uykusuz olan bedenim buna karşı gelirken şimdi uyuyamazdım. Odanın içerisine sızan güneş ışığı ile gündüz olduğunu biliyordum fakat zaman kaybedemezdim.

’Bozulan enerji düzeni sınır bariyerlerinde bozulmalara neden oldu. Boşluktan gelen canavarlar gelmeye başladı.’

‘’Tam olarak ne zaman oldu bunlar?’’ diye mırıldandım kendi kendime. Ben doğduğum zamanda da canavarlar vardı. İnsanlara bakılacak olursa uzun süredir de var gözüküyordu. Dünya tamamen enerji doluydu. Bazı bölgeler enerji bakımından daha yoğun oluyordu. Bizde bu bölgelerde yaşıyorduk ve enerjinin az olduğu yerler sınır olarak adlandırılıyordu. Canavarların sınırlarda çıkması bu yüzdendi. Tam olarak nasıl geldiklerini bilmiyordum ama kitaplarda yazana göre dünyadaki bozulan enerji dengesi yüzündendi. Daha kötüsü ise bunun çok uzun zaman önce olmasıydı. Dünya dengesi çok önceden bozulduysa şu an ne durumdaydı acaba? Dengenin geri gelmesi için tanrılara mı ihtiyaç çardı?

Gözlerim tekrar kapanmaya başladığında tüy kalemi bırakıp başımı masaya yasladım. Uyumak istiyordum. Eskiden uyuduğum zamanlardaki gibi huzurla uyumak istiyordum fakat olmuyordu. Kendimi sakinleştirici ilaçlarla uyumayı denesem de çözüm olmuyordu. Zihnim sürekli tetikte bekliyordu. Birileri her an saldırabilir gibiydi ve bu şekilde ne kadar dayanırdım belli değildi. Bugün Leondan ilaç hakkında bilgiler almalıydım. Yan etkilerin düşündüğümden daha zor tedavisi vardı. Bilgi sınırlarımı olabildiğince zorluyor ve bir sonuç elde etmeye çalışıyordum. Eğer başarısızlık devam ederse başka yardım bulmamız gerekiyordu. Yorgunluğumun üstüne korkunun tohumu olan kabusun peşini bırakmamıştım. Kitaplardan rüyalar hakkında bilgi bulmaya çalışmıştım. Genel rüya terimleri ve yorumlamaları dışında bilgi yoktu. Özellikle acı veren kabuslar hakkında.

Tek başıma ilerlemiyordum. Bunların hepsinin bir çözümü olmalıydı. Ruh halimin giderek kötüleşmesi içimdeki umut kırıntılarını da yok ediyordu.

Kapının yavaşça tıklatıldığını duyduğumda başımı kaldırdım. İlk birkaç saniye anlamsızca kapıya baktıktan sonra ayağı kalkıp kapıyı açtım. Kapının arkasında dururken karşımdaki kişinin kim olduğunu bilmiyordum. Tanımadığım bir yüz, yüzünde tarikatın maskesinden vardı, gri gözleri olan bir kadın duruyordu. Üzerindeki kıyafet çaylaklarda gördüğüm kıyafetlere benziyordu fakat biraz daha süslüydü. Göğüs kısmındaki çapraz katlamaların üzerinde kıyafetlere yazılar yazılmıştı ama ne yazıldığını göremedim.

Soluk gri gözler dikkatlice bana baktı.

‘’Merhaba?’’ dedim sorgulayıcı şekilde. Çok küçük kafa işareti yaptı.

‘’Lider Xiayn seni çağırıyor,’’ dedi boğuk sesle. Maskesinin arkasındaki sese bakılırsa benden büyük birisi olduğunu tahmin edebilirdim. Gerçi burada çaylaklar dışında benden küçük kimse yok gibi duruyordu.

‘’Tamam,’’ dedim diyebildim sadece. Neden çağırdığını soracaktım fakat hızlı olmamı isteyen bakışlar üzerimde durunca yapmamıştım. Kapıyı kapatmadan içeri dönüp masanın üzerini düzelttim. Yanıma almam gereken herhangi bir şey olsaydı belirtirlerdi diyerek başka bir şey almadan çıktım. Sürekli taşıdığım, bileklik, tüy, Aedan’ın çanı ve madalyon dışında önemli bir şeyim yoktu zaten.

Kalede başka birinin görme heyecanıyla kendisiyle konuşmak istiyordum fakat odadan çıktığımızdan beri sessizce yürümek yaptığımız tek şeydi. Geçtiğimiz koridorlarda iki kişi olmamıza rağmen sadece benim adım seslerim duyuluyordu. Nefes aldığından bile emin olamamışken yürürken en ufak ses çıkarmaması gerçekten taktir edilesiydi. Birazda ürkütücü.

Benden önde gidiyordu ve arkasından takip edip etmediğimi kontrol etmesine gerek olmuyordu. Adım seslerim fazlasıyla cevaplıyordu. Arkasından bedeninin çevresine baktığımda Xiayn kadar enerji bulutu yoktu fakat güçlü olduğunu söyleyebilirdim. Ayak bileklerine kadar uzanan pelerini ile tamamen gölge gibi duruyordu.

Her seferinde kalenin başka bölümünü keşfetme şansı buluyordum. Geçtiğimiz dolambaçlı yollar kesinlikle kaybolmak için idealdi. Suikastçilerle dolu bir yere sızmak asla akıl işi olamazdı. Yuvarlak biçimde merdivenleri çıkarken küçük taş pencerelerden dışarıya baktım. Ormanın ve dağın derinliklerine doğru uzanan manzara büyüleyiciydi.

Sessiz rehberim oldukça güzel işlemeleri olan kapının önünde durduğunda bende durdum. Kapıyı bir kere tıklattığında bu sesin duyulma olasığının düşük olduğunu düşünecekken içeriden gelen gir komutu tamamen yanıltmıştı. İşlemeli kapıyı açtığımda yavaşça adımlarımı içeriye yönelttim.

Beni karşılayan ilk şey odanın içerisindeki üç tane kubbeli büyük pencereler olmuştu. Tamamen ormana bakan bu pencereler ışığı içeriye alıyor ve ortamın parlamasını sağlıyordu. Bir duvarındaki duran raflar kitaplarla dolu, yanında büyük çalışma masası vardı. Masanın önünde Xiayn bekliyordu. Ben merakla etrafı süzerken yanımda duran sessiz rehbere gitmesini kafa işaretiyle söylediğini görmüştüm. Sessiz rehber eğildi ve selamını vererek hiç gelmemiş gibi odadan ayrıldı.

‘’Oldukça beğenmiş gibisin,’’ dedi Xiayn benim meraklı bakışlarıma karşılık.

‘’Bu kaleye hayran olduğumu söyleyebilirim. Her seferinde başka bir güzelliği ortaya çıkıyor,’’ dedim dürüst şekilde. Kırmızı gözlerin etrafı kısıldığında nedense gülümsediğini hayal ettim. Maskenin altındaki yüzü halen bilmiyordum ama gördüğüm kadarıyla kimse maskesinden vazgeçmiyordu. Bir çeşit kural gibi duruyordu.

‘’Artık burada kalacaksın,’’ dediğinde şaşkınlıkla yüzüne baktım.

‘’Neden?’’ dedim sesimin yüksek çıkmasına engel olamayarak. Şaşırmıştım çünkü burası oldukça lüks duruyordu.

‘’Ufak değişikler yapılması gerekiyordu, bu yüzden geçici olarak orada kaldın. Şimdi burada kalacaksın. Üstelik çalışma alanın için ayrı bir yer var,’’ diyerek eliyle yan tarafı gösterdiğinde şaşkınlığım daha da büyüdü. Raflara dizilmiş renkli sıvılardaki şişeler, yan tarafında çeşit çeşit bitkiler, öğütücü, yakmam için ateş…Burası resmen aktar deposu gibiydi. Adımlarım oraya doğru çekilirken şifalı bitkilerin kokusu burnuma doldu. En başında beni basit bir odaya vermelerini sorun olarak görmemiştim ama şu an neden böyle bir şeye kalkışıyorlardı?

‘’Buradaki herkesin böyle bir odası mı var?’’ dedim gözlerimi etraftan alamadan. Aşağıdaki odada ilaç yapabilmek düşündüğümden çok daha zor olmuştu. Ama buradaki aletlerle her şeyi yapabilirdim. Xiayn sorumu cevapsız bıraktığında başımı çevirip ona baktım. Ellerini her zamanki gibi arkasında birleştirmiş ve kırmızı gözleriyle izliyordu. Onlara aktar olduğumu söylememiştim. Sadece teyzem hakkında bilgileri ve köyden geldiğimizi anlatmıştım.

‘’Eğer etrafa bakman bittiyse derse devam edeceğiz,’’ dedi. Gerçekten konuşmak için mantığım zorluyordu fakat direniyordum. Leon ile köyden döndüğümüzde kimsenin bizi karşılamaması ve sonraki günde bir şey sorulmamasından dolayı sorun olmadığını düşünüyordum. Ama şu an asla öyle hissetmiyordum. Odadaki atmosferde içimi rahatsız eden bir şeyler vardı.

Bir sorun vardı.

‘’Lider Xiayn,’’ dedim öne doğru atılarak. ‘’Ben konuşmak istiyorum.’’

Xiayn devam etmemi bekledi. Cidden, ne demem gerekiyordu? Kafamda dönüp duran soruların hepsi karmaşa içerisindeydi. Hangisinden başlayacağımı bile bilmiyordum.

‘’Öncelikle bana neden bu odayı verdiğinizi sormak istiyorum,’’ dedim ellerimi birbirine bağlayarak. Heyecanlanmaya başlayan bedenim kıpır kıpırdı.

‘’Bu sorunun cevabı içini rahatlatacak mı?’’ dedi Xiayn. Keskin bakışları, kısılan gözleri ile ne demem gerektiğini karıştırmama neden oluyordu. Benden duymak istediği bir şeyler olduğunu hissetmem beni daha da korkutuyordu.

‘’Bilmiyorum,’’ dedim dürüst bir şekilde. ‘’Sadece son zamanlarda iyi uyuyamadım ve gerginim. Üstelik teyzemden halen haber gelmedi.’’

Herhangi bir haberin olup olmadığını merak ettiğim için kitapları teslim almadan önce sormuştum. Hatta herhangi bir mektup yollayıp yollayamayacağımı da eklemiştim fakat riskli olacağını söyleyerek reddetmişlerdi.

‘’Teyzen ile olan herhangi bir şeyi öğrendiğimizde sana bildireceğimizi söyledik,’’ dedi Xiayn. Odadaki günışığı bile karşımdaki adamdan gelen karanlığı silemiyordu. ‘’Sana bu odayı verdik çünkü enerjin giderek güçleniyor.’’

Xiayn’ın söyledikleri ile kaskatı kesildi. Olduğum yerden bir milim dahi hareket edemiyordum ve bakışlarından kaçabilecek herhangi tepki veremiyordum. Biliyordu, en başından beri biliyordu. Kim olduğum ile olan sözlerini boşuna söylememişti.

‘’Ben,’’ dedim telaşla. Nefes alışverişim hızlanmaya başladı. Ben devam etmeden kendisi konuşmaya devam etti.

‘’Bu odanın duvarları çeşitli büyüler ve tılsımlarla korunuyor. O yüzden dışarıdan gelen herhangi bir tehdit sana zarar veremez.’’

‘’En başından beri benim farklı olduğumu biliyordunuz,’’ dedim konuşmasına dalarak. Karşımdakinin benden kat ve kat güçlü olmasının yanında tecrübeli olduğunu bazen gözden kaçırıyordum. Saklamanın anlamı yoktu.

‘’Eğitim görmek istiyorsan bazı konularda ayna değil cam olmak zorundasın,’’ dedi Xiayn. Bu ses tonunu ders anlatırken kullanıyordu. Sadece bu zamanlarda farklı bir ton kullanıyordu, onun dışında sürekli keskin sesini duyuyordum. Madem biliyordu konuşmam için beni neden zorluyordu? Ne olursam olayım onun çaylağı olacağımı söylemişti.

‘’Enerjimin giderek güçlendiğini söylediniz,’’ dedim kelimeleri seçerek. ‘’Ben böyle değildim. Bir anda oldu ve giderek garipleşmeye başladı bedenim. Sadece bedenim değil, çevremdeki tüm olaylar. Tesadüf olması rahatsız edecek kadar hemde.’’

Ağlamak geliyordu içimden fakat liderin önünde ağlamamak için yanağımın içini ısırdım. Beni sulu göz birisi olarak görmesini istemiyordum. Bunu tetikleyen en büyük şey korkumdu. Derin karanlıklarda avını bekleyen canavar gibi beni izliyordu. Gardımı indirdiği anda saldıracaktı.

‘’Enerji ve mananın farklı olduğunu öğrendin. Mananın değişlik göstermesi oldukça olağandır fakat enerjin değişiklik göstermesi olağan değildir. Enerji çekirdekten oluşur eğer giderek güçlenen bir enerjiye sahipsen bu çekirdeğine zarar verir ve hatta çatlatabilir.’’

Doğru söylüyordu ama kafamda halen oturmayan kısımlar vardı. Çekirdeğin çatlaması ölmek ile eşdeğer sayılırdı. Ruhun ve bedenin kaynağı olan çekirdekti çünkü. Konuşmadığım için devam etti.

‘’Ormanda canavara karşı kullandığın güç saf enerjiden oluştuğu için canavarı kolaylıkla öldürebildin. Seni bulduğumda bedeninde fiziksel yaralardan çok daha büyük sorun olan bir şey vardı. O da senin enerjinin o esnada bile artmasıydı,’’ dedi Xiayn. Bana bunları ilk defa anlatıyordu. Buraya geleli neredeyse bir hafta olacaktı fakat hiç bahsetmemişti.

‘’Beni iyileştirdiğiniz zaman,’’ dedim düşünceli sesle. Bedenimin acı içinde kıvranırken hissettiği rahatlamayı hatırladım. Ölüme doğru kucak açtığımı düşünüyordum o anda. Elim cebimdeki bilekliğe gitti. Avuçlarımın arasında sıkıca tuttuğum sönük bileklikti. ‘’Bu bileklik taşan enerjimi emiyordu ve aynı zamanda bastırmama yardımcı oluyordu.’’

‘’Doğru, fakat şimdi takmıyorsun çünkü taşlar işe yaramıyor.’’

Başımla onayladım. ‘’Çatladılar.’’

‘’Bu da taşan enerjinin giderek arttığını ve taşların kaldıramadığı anlamına gelir.’’

Bilekliğin düştüğü anı hatırladım. Leon’un yanağındaki yarayı iyileştirdiğim zamandı. Ne zaman şifa yeteneğimi kullansam o zaman enerjim daha fazla taşıyor olabilirdi.

‘’Ama ilginç olan,’’ dedi Xiayn. ‘’Şu zamana kadar herhangi bir taşın olmamasına rağmen senin gayet dengeli bir şekilde durman.’’

Çünkü Leon enerjimi emiyordu. Benim için devasa kyanit taşı görevi görüyordu. Bunun kendisine iyi gelmemesine rağmen yapıyordu. Konuşmak için dudaklarımı araladım fakat bunu söyleyemezdim. Kendi sırrımı söylesem bile Leon’un emebilme yeteneğini söyleyemezdim. Üstelik Xiayndan yardım almama konusunda tavrını göstermişken.

‘’Bilmiyorum,’’ dedim başımı başka yöne çevirerek. ‘’Bazen bedenimin dengesizleştiğini hissediyorum ama sonrasında…duruyor.’’

Anlatamazdım. Dudaklarımı mühürlemem gerekiyordu. Yalan söylediğimi anlamaması için olabildiğince tepkisiz kalmaya çalıştım.

‘’Eğer sana ne olduğunu çözmezsek aldığın dersler fayda yerine zarar verebilir,’’ dedi Xiayn.

‘’Ondan önce,’’ dedim tekrardan göz temasına geçerek. Üstelememesi işime gelmişti. ‘’Benim ne olduğum bilinmeli sanırım.’’ Adımlarımı pencereye doğru yönelttim. Tavana kadar uzanan pencere dışarıya baktığımda kendini gizliyordu. Uzansam ormana dokunacak gibiydim ve bu hoşuma gitmişti. Elimi kaldırıp cama yasladım. Parmaklarım soğuk cama değdi.

‘’Doğduğum andan beri bazı yeteneklere sahibim. Ormanla bağ kurabilir, hayvanlarla anlaşabilir ve şifa yapabilirim,’’ dedim kısık sesle. Arkamı döndüğüm için herhangi tepkisini göremiyordum ve her an beni cadılıkla suçlayabilirdi. Gökyüzünde uçan kuş sürüsünü gördüğümde dudaklarımda ufak tebessüm belirdi. Oldukça özgür hissediyor olmalılardı.

‘’Eğer cadı olduğunu düşünüyorsan,’’ dedi Xiayn. Gözlerimi kapatıp söyleyeceği cümleyi tamamlamasını bekledim. ‘’Bunu anlamanın kolay bir yolu var.’’

Beklemediğim bir cevap karşısında durdum.

‘’Bunları daha önce söylemeliydiniz,’’ dedim. Yükselen sesimi tutamamıştım çünkü böyle bir şey olduğunu bilseydim kendimi daha da çıkmaza sokmazdım. En başından beri bilen birisine karşı susmak düşünüldüğünden daha zordu ve stresliydi. Üstelik bana ders veren biriydi. ‘’Benimle daha erken konuşsaydınız.’’

İsyan etme hakkım var mıydı? Olmasa bile olması için her şekilde çabalardım.

‘’Her şey sanıldığı kadar kolay değil çaylak,’’ dedi Xiayn. Tepkime karşılık herhangi bir şey dememişti. Saygı sınırını korumak zorundaydım fakat bazı tepkilerimi gizleyemiyordum.

‘’O zaman?’’ dedim üstünde durmadan. ‘’Ne yapmam gerekiyor?’’

🌱

ERİNYS KRALLIĞI

Gehanna Zindanı

Bileklerindeki zincirler uzun süredir orada oldukları için bileğinin kanlanmasına ve morarmasına sebep olmuştu. Başını yasladığı ve oturduğu taş zeminin soğukluğunu artık hissetmiyordu. Dağılan saçları, kurumuş dudakları neredeyse birbirine yapışmış kirpikleri ile uyanık kalmak oldukça zordu. Üzerindeki kıyafetler toz, kir ve kan içerisindeydi. Sessizlik burası için en büyük çığlıktı.

Önünde aşılması imkansız demir parmaklıklar bulunuyordu. Ne büyüyle, ne de kuvvetle açılan bu parmaklıklar içeride olan için ölümden başka bir şey değildi. Krallığın en derin kuyusu, Gehenna zindanlarındaydı. Buraya kapatılan hiçbir varlığın sağ çıkma ihtimali yoktu ve kendisi için ölüm arkadaş olarak geliyordu.

Bileğindeki zincirler odanın içerisine değil, demir parmaklıklardan çıkıp zindanları bekleyen askerlerin bulunduğu bölgeye bağlıydı. Durduğu yerden hiçbir şekilde hareket ettiremezdi.

Gün ışığı görmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki artık günleri saymayı bırakmıştı. Bedenindeki yara henüz tam olarak iyileşmemişti. Asıl acı veren yara değil, o yara üzerinde deney yapan krallık büyücüleri olmuştu.

Yarı açık gözlerinin gördüğü şey, koyu renk tonlara sahip geniş zindandı. Uzun yıllardır bulunan bu yer, hapsedilen suçluların çığlıkları ile besleniyordu. Duvarlardaki renkler bir zaman sonra kan rengine bürünmüştü. Sadece görüntü değil kan kokusu her yerdeydi. İçinden kusmak gelse de yapamazdı.

Zindan görebildiği kadarıyla birden fazla bölgeden oluşuyordu. Cehennemin katmanları olarak adlandırılan burası hakkında bilinen hiçbir kayıt yoktu çünkü buraya hapsedilen kimse sağ çıkamamıştı.

Aynı pozisyonda duran bedeni uyuşmaya başladı. Kendini hareket ettirmek istiyordu ama bunu yapacak hali yoktu. Sadece uyumak ve uyanmamak istiyordu. Bunu da yapmasına izin yoktu. Zindan, kendisini öldürmesine izin vermiyordu.

Yan tarafta hapsedilmiş duranlardan biri demir parmaklıklara vurmaya başladığını duydu. Bazen vurma, yalvarış, çığlık sesleri duyuyordu fakat sonrasını hiçbir zaman görememişti. Vurma sesleri artmaya başladı, ardından çığlığa benzer yüksek ses duyuldu.

‘’Yalvarırım! Size yalvarırım çıkarın beni! Her şeyi yaparım! Onlar her yerdeler,’’ dedi çığlık çığlığa. Erkek sesi olduğunu anlayabilmişti sadece. Vurma sesleri arttı. Sonrasında anladı, kafasını demirlere vuruyordu. ‘’Çıkarın beni! Hayır, beni alamazsın! Bırak beni! Çıkarın! Yardım edin!’’

Nöbet tutan asker sadece başını zindanda çığlık atan mahkuma doğru çevirip bir süre izledi. Mahkumun hareketlerini öyle soğukkanlılıkla izledi ki gören kişi duyguları olduğundan şüphe ederdi. En ufak harekette bulunup müdahale bile etmedi çünkü biliyordu. Zindan bir süre sonra çığlığın kesilmesine sebep olanı yapmıştı. Büyük ihtimalle bayılan mahkum şu an buzdan farksız zeminde yatıyordu.

Tekrar sessizlik gömüldü. Kendi gibi kaç mahkum vardı burada onu da bilmiyordu ama herkes ölüm gününü bekliyordu sessizce. Yarı açık gözleri odağın kaybetmiş şekilde bakmaya devam etti. Dakikalar, saatler ve günler geçti. Hiçbirinin farkında değildi.

Aşina olduğu seslerden daha farklı ses duyuldu zindanda. İlk başta algılayamadı fakat sonrasında bunun bir grup ayak sesi olduğunu anladı. Kendisi gibi zindandakiler de anlamış olacak ki çığlıklar yükselmeye başladı. Zindanda nöbet tutan askerlere sert emir geldi ve zindandaki çığlıklar kesildi.

‘’Selam dur!’’ dedi kalın bir ses ve zindanın içerisine doğru ses giderek güçlendi. Askerler kendini düzeltip selam verme pozisyonuna geçti. Kalabalık ayak sesleri giderek çoğaldı. Bu ilk defa oluyordu ama merakı gücünden ağır basamadı. Duvara yasladığı başını kaldıramadı.

Asker eğilmiş vaziyette beklerken ayak sesleri kendi bulunduğu yere gelmeye başladı.

‘’Selam olsun, güneş ve ayın hükümdarı!’’ dedi eğilmiş şekilde duran asker. Yanında duran diğer asker de aynı şekilde konuşmuştu.

‘’Hoş geldiniz majesteleri.’’

Adım sesleri kesilmedi. Yarı aralık gözleriyle görebildiği ilk şey parmaklıkları önünde duran parlak kıyafetler olmuştu. Zindanın karanlığına rağmen parlayan altın renkli kıyafet vardı. Uzun ve geniş pelerini bulunduğu yerin etrafını daire şekilde sarıyordu. Başını duvardan kaldırmadan gözleri ile yukarı bakmaya çalıştı. Kısık şekilde baktığı için net göremiyordu ama parlayan tacı görmüştü.

Kral gelmişti.

Ülkenin kralı için dünyanın en yakışıklı ve çekici birisi olduğunu söylüyorlardı. Kimisi için tanrı pozisyonunda olan birisiydi ve din adamları bile artık onu öyle nitelendiriyordu. Karanlık günde doğan güneşten farksız gördükleri adam dünyanın yer yerine hükmediyordu.

Yüzünü bulanık şekilde gördüğü kişinin kral olduğunu anladığında duruşunu bozmadı. Yüzünde milimetrik oluşan gülümseme asla sıcak ve gerçek değildi. Dudaklarının arasında biriken kanın tadını almak midesini bulandırdı. Asıl bulandıran karşısındaki adamdı.

‘’Bir çöpten farksız,’’ dedi iğrenerek kalın ve gür bir ses. Konuşması nereden duyulursa duyulsun asil olduğunu belli oluyordu fakat konuşması zehirden farksızdı. Yüzündeki iğrenmeyi göremese bile biliyordu.

‘’Henüz konuşmadı,’’ dedi kralın yanındaki adam. Oldukça yakında duruyordu. ‘’Fakat yakında konuşacak, merak etmeyin majesteleri.’’

Gülmek geldi içinden. Gözlerini açtığı andan itibaren zaten oldukça iyi davranmamışlardı. Korkmuyordu, yapacakları hiçbir şeyden korkmuyordu. Çünkü artık ölüm sandığı kadar uzakta ve korku dolu değildi. Eğer yapabilseydi şu andan itibaren kendisini öldürürdü.

Ara sıra kapanan gözlerine, acı çeken bedenine rağmen kısık ve hırıltılı şekilde güldü.

‘’Asla,’’ dedi yırtık sesle. Konuştukça boğazını bıçakla kesiyorlardı. Sertçe yutkundu ve gülümsemeye çalıştı. Bunu karşısındaki kişiyi kızdıracağını biliyordu. Kralın yanında duran adam öne doğru atıldı.

‘’Ne cüretle majestelerine bu gözlerle bakarsın! Askerler!’’

Kralın yanında canavardan farksız duran askerler hareketlenecekti ki kral parmaklarını taşlarla kapattığı elini kaldırarak durdurdu. Askerlerin adımları bıçak gibi kesildi. Hareket ettikçe zırhlarının sesleri geliyordu. Kral kendisine aşağılayıcı gözlerle bakan kadına baktı. Yanında duran askere yerdeki demirden zinciri alması için emir verdi. Asker zinciri aldı ve sıkıca tuttu. Kral bir anda çekmesini işaret etti. Asker zinciri sertçe çektiğinde kadın olduğu yerden öne doğru savruldu ve demir parmaklıklara çarptı. İki bileği tek kelepçede bağlı olduğu için hareketleri yoktu ve yerde sürünerek elleri parmaklıkların dışında çıkmıştı. Askerin kuvveti o kadar fazlaydı ki kadın başını demire vurduğunda kocaman bir yara açıldı. Yüzünden aşağı damlayan kanın ısısını anında hissetti. Keskin acı duyuldu ama en ufak bir tepki vermedi.

Kral karşısındaki kadına pelerinin altındaki elini uzattı. Bu elinde eldiven vardı. Eldivenli eliyle yerde yüzünde kanlar içine duran kadının çenesinden tuttu ve yukarı kaldırdı. Kadının başı döndüğü için artık netlik tamamen gitmişti. Kendisine bakan gözleri göremiyordu fakat buna rağmen dudaklarını zorla araladı ve kısık sesle konuştu.

‘’Ben ihanet etmeyeceğim,’’ dedi fısıltıdan farksız şekilde. Sanki son nefesini vermek üzereydi. Dönen başına rağmen kralın korkunç gülümsemesini gördü. Doğrudan gözlerine bakıyordu.

‘’O zaman,’’ dedi aksanlı sesiyle. ‘’Bu gözlere yazık olacak.’’

Çenesinde duran eli nefretle bırakıldığında yere düştü. Yanağı tamamen kan olmuştu. Dirsekleri ve bilekleri fena şekilde acıyordu. Öyle acıydı ki kesip atmak istedi. Kral elindeki eldiveni yere attığında kadının başı tamamen yerdeydi. Önünde düşen eldiveni görebilmişti. Kral yerde sürünüyormuş şekilde duran kadına baktı.

‘’İstesen de istemesen de ihanet edeceksin.’’

Kral tüm ihtişamlığı ile gitti ve zindan korkunç sessizliğe geri gömüldü.

 

Loading...
0%