@marigmor
|
Control (String Version) Zoe Waes, 2WEI ve ABBOTT Burnumun ucu kaşınmaya başladığını hissettim. Göz kapaklarım titreşerek açılırken görüş alanıma giren şey ahşap bir tavan olmuştu. Bulanıklıktan netliğe doğru giden gözlerimi birkaç kez kapatıp açtım ve göğüs kafesimi yukarı kalkacak kadar havayla doldurdum. Yumuşak bir yerde yatıyordum. Başımı çevirip nerede olduğuma baktım. Baktığım yönde duvarı baştan sona kaplayacak raflar bulunuyordu. Rafların üzerlerinde çeşitli boylarda içleri farklı renklerle sıvılarla dolu şişeler, rafların altında uzun bir tezgah, tezgahın üzerinde tanıdık gelen aletler bulunuyordu. Bedenim yeni uykusundan uyandığı için gevşemiş şekildeydi ama herhangi kötü sızı ya da acı hissetmiyordum. Nerede olduğumu kafa karışıklığının yanına çözmesi için bırakırken dirseklerimi dayayarak doğruldum. Oturur pozisyona geçtiğimde üzerime örtülmüş ince örtü kucağıma düştü. Saçlarım açık ve omuzlarımdan aşağı belime kadar özgürce iniyordu. Derin nefes aldım. Ellerimi kaldırıp parmaklarıma baktığımda dikkatimi bileğimde sallanan taşlar dikkatimi çekti. Bakır demirlerle sarılı mavi taşlar…Bu benim bilekliğimdi! Zihnimde bir şimşek çaktı. Karışık hafızasının bulutları çakan şimşekle bir anda dağıldı ve anılar ortaya çıktı. En son hatırladığım canavar ile burun buruna geldiğimdi. Neredeyse ölmek üzere olduğumu hissetmiş ve yaşamak için haykırmıştım. O sırada hatırladığım patlamanın benden çıkmış olması karışıklığın üzerine eklendi. Sonrasında çukur gibi bir yere düştüğümü anımsadım. Şaşkınca bakan bakışlarım hatırladığı acı anılarla aldığı yaraları önüme serdi. Kucağımda duran örtüyü bir çırpıda attım ve ayağımda olduğuna emin olduğum yaraya uzandım. Üzerimde beyaz rahat kıyafetler bulunuyordu. Kesinlikle benim değillerdi. GiysininBeyaz kıyafetin paçasını sıyırdığımda yaraya baktım fakat beyaz tenimin üzerinde hiçbir şey yoktu. Zihnimi zorladım. Çukura düştükten sonra birisi gelmişti yanıma fakat yüzünü görmemiştim. Boğuk sesi kulaklarımda çınladı. Beni iyileştirmişti. Evet, emindim. Acıdan kıvranan bedenimin rahatladığını ve aldığım nefesi hatırlıyordum. Bacağımda beklediğim pençe izinin olmaması bu yüzdendi. Sırtımda da herhangi bir şey hissedemiyordum. Başımı çevirip görmek istedim ama olumsuzdu. Peki şu an neredeydim? Yavaş yavaş gelen adım seslerini duyduğumda sıyırdığım kıyafetimi kapattım ve sese baktım. Kapısı olmayan yerden gelen kişiyle göz göze geldim. Attığı adımların neden yavaş olduğunu görünce anladım. Ellerinin arasında tuttuğu tepsiyi neredeyse iki büklüm şekilde taşıyan yaşlı bir kadın vardı. Ona şaşkınca baktığımı görünce yüzündeki kırışıklıklara rağmen kocaman gülümsedi. Gülümsemeyle gözleri tamamen kaybolmuştu. ‘’Uyanmışsın,’’ dedi kısık sesle. Ardından yavaş adımlarını bana yöneltti. Gümüş renginde tepsinin üzerinde bir kase ve kaşık bulunuyordu. Yanıma gelesiye kadar sabırla bekledim. Tepsiyi yatağın yanındaki küçük masaya bıraktı ve yatağın ucuna oturdu. Otururken elini beline atmış ve dik durmak istiyor ama duramıyormuş gibi bir ifade barındırmıştı yüzünde. Koyu kahverengi gözleri, beyazlarla boyanmış saçları ile beni izledi. Ardından ellerini uzatıp kucağımın üstünde duran elimi kavradı ve parmaklarını bileğimin üstünde tuttu. Bense sessizce izliyordum. ‘’İyi durumda,’’ dedi yaşlı kadın. Ardından parmaklarını çekti ve bu sefer yüzüme doğru tuttu. Refleksle geri çekilmek istedim ama çoktan yakalamıştı beni. Çenemden tutup geriye çekti ve ağzımı açtı. Bir süre izledi. ‘’Gayet‘’Bu da iyi.’’ Parmakları çenemi serbest bıraktığında kendimde konuşma gücü bulabildim. ‘’Kimsiniz?’’ dedim pürüzlü bir sesle. Ardından boğazımı temizledim birkaç kez. Yaşlı kadın gülümsedi tekrar. Gülümsemesi bile oldukça yavaş ve sessizdi. ‘’Asıl sen kim olduğunu hatırlıyor musun?’’ Başımı salladım. Son hatıralarıma uzanıp görüntüleri göz önüne getirdim. Gitmeliydim. Son hatıralarım ne kadar acı ve korkunç olsa da benimleydiler. ‘’Burası neresi?’’ dedim acı görüntüleri bastırmaya çalışarak. Canavar ile karşı karşıya gelişimin acısını hatırlıyordum. Yaralar ne kadar iyileşmiş olsa bile anılar canlıydı. ‘’Ben yaralıydım.’’ Birisini hatırladım. En son canavarın suratımı parçalamak üzereyken yaşadığım enerji patlamasından sonra geriye savrulup düşmüştüm. Acıdan bayılmış olmalıydım ama puslu anılar duruyordu yerinde. Birisi beni iyileştirmişti. ‘’Burası şifahane,’’ dedi kadın. Masanın üzerine koyduğu kaseye uzanıp kucağına koydu. İçerisinde ne olduğundan emin olamadığım parçacıklar bulunuyordu. Küçük metal kaşıkla yavaşça karıştırdı. ‘’Yaraların derindi.’’ ‘’Beni siz mi iyileştirdiniz?’’ dedim ne yaptığını izleyerek. Kaseden doldurduğu kaşığı bana doğru uzattığında başımı geriye çektim. ‘’Üstelik ne olduğunu bilmediğim şeyi içemem.’’ ‘’İki gündür uyuyorsun bedenin oldukça dirençsiz. Bu hasta çorbası.’’ ‘’İki gün mü?’’ dedim şaşırarak. Hatırladığım anılar karışmaya başladığında elimle başımı tuttum. ’’Hayır, bir dakika. Ben en son ormandaydım ve düşmüştüm. Birisi vardı, bana yardım etti fakat şimdi buradayım. Bana yardım eden siz misiniz? Değilseniz tanıyor olmalısınız, bir anda burada mı belirdim?’’ Yaşlı kadın yüzüme baktı. Havada tuttuğu kaşığı indirdi ve geri koydu kasenin içerisine. ‘’Nereden geldiğini bilmiyorum genç hanım ama bu çorbayı içmezsen hiçbir sorunu cevaplamam.’’ Kaşlarımı çattım. ‘’İçinde ne olduğunu bilmediğim çorbayı içmem,’’ dedim inatla. Şu an inatlaşması gereken birisi değildim. İlk defa ışınlanma geçidi kullanmış ama cehennem gibi ormanda uyanmış ve yıllardır sadece adını duyduğum canavarlarla karşılaşmıştım. Ölüm, ilk defa bir adım uzağımda duruyordu ve ben yaşam için çırpınmıştım. Üstelik geride bıraktığım birisi vardı. Durumunun ne halde olduğunu bilmediğim haldeydi. Yaşlı kadın inadıma karşılık kısık olan gözlerini daha da kıstı. Ne düşündüğünü anlamak için yüzüne bakmam yetmişti. Benimle uğraşmak istemiyordu. ‘’Yeni uyandığın için aç hissedeceksin. Sonrasında yemek istersen buradan alabilirsin,’’ dedi ve kaseyi geri yerine koydu. Bedenim uyanış moduna geçtiğini kadının açlıktan bahsettiğinde sızlanan midemden anladım. Herhangi bir ağrım veya acım yoktu ama açlık hissi giderek artıyordu. ‘’Neler olduğunu bilmek istiyorum,’’ dedim yemek işini sonraya bırakarak. Neler olduğunu öğrenip gitmem gerekiyordu. Çok geç kalmış olma düşüncesi bile beni ürkütüyordu. ‘’Tanımadığım birisi getirdi. Yaralıydın ve manan dengesiz durumdaydı.’’ Mana? Ben mana kullanmıyordum ki. Bu konuya cevap vermek istemedim. ‘’Getiren kişi tanımıyorum,’’ dedim düşünceli şekilde. Puslu anılar içerisinde bana yardım eden kişi olabilirdi ama bir sorun daha vardı. ‘’Beni siz mi iyileştirdiniz?’’ O zaman düştüğüm yerde hissettiğim şey neydi? Yaşlı kadın başını salladı onaylarcasına. Bulunduğumuz yere sorgulayıcı bakışlar attığımda soru sormadan kendisi cevapladı. ‘’ Ve buranın sahibiyim.’’ ‘’O zaman beni nasıl iyileştirdiniz?’’ Yaşlı kadın dediklerime karşılık yavaşça nefes aldı ve başını başka tarafa çevirdi. ‘’Mesleğimi sorgulamak yerine teşekkür etmen gerekiyordu küçük hanım. Oldukça yetenekli bir aktarım.’’ Doğru söyleyip söylemediğini anlamak istedim ama bunu anlayamıyordum. Bedeninin etrafında enerji dalgalanması görüyordum ama çok zayıftı. Üstelik gözlerim canlılığını yitirmiş gibiydi. Aktar olduğu konusunda odanın içerisinde bulunan eşyalardan anlamıştım. ‘’Kusura bakmayın,’’ dedim düz bir sesle. Buranın şifahane olduğunu söylediğinde odanın içerisi daha anlamlı geldi. Uzandığım yatak hasta yataklarına benziyordu ve odanın diğer köşelerinde de bulunuyordu. ‘’Beni iyileştirdiğiniz için teşekkür ederim ama yaşadığım kafa karışıklığı halen geçmedi. Üstelik beni buraya getiren kişiyi ve buranın hangi bölge olduğunu merak ediyorum.’’ Yaşlı kadın yüzüme baktı. Yüzünde herhangi ifade yoktu ve bu beni oldukça şüphelendiriyordu. Şu an yalanları anlamak çok işime gelirdi. Bilekliği çıkarsa mıydım? ‘’Batı bölgesindesin. Şu an bulunduğun köyün adı, An Coill Bhreac. Sana yardım eden adam kucağına getirdiğinde seni iyileştirmemi istedi ve çok fazla bir şey söylemeden gitti.’’ Batı bölgesi mi? Bana yardım eden adam… ‘’Bu nasıl olur?’’ dedim kaşlarımı çatarak. Hangi birine odaklanmam gerektiğini yakalayamıyordum. ‘’Ben ışınlanma geçicindeydim ve kuzeye gitmem gerekiyordu.’’ ‘’Işınlanma geçidini mi kullandın? Uzaklardan gelmiş olmalısın.’’ Başımı salladım. ‘’Benim kuzey bölgesine gitmem gerekiyordu. Fakat gözlerimi açtığımda kendimi ormanda buldum. Cehennem gibi orman.’’ Yutkundum. Hatırladığım anda bedenim titredi. Kollarımla kendimi sarıp korkunun yükselişini bastırmaya çalıştım. ‘’Bedenindeki kötü enerji bu yüzdendi demek,’’ dedi yaşlı kadın eliyle çenesini sıvazlayarak. Bir şeyler düşünmüştü. ‘’Sen Yasak Ormana gitmişsin. An Coill Fhorbhuide.’’ Yasak Orman. Daha kaç kere şaşıracaktım. Duyduklarımı sindirmem gerçekten zaman alacaktı. ‘’Orası,’’ dedim gözlerimi açarak. Olduğum yerde hareketlendim. Bedenimde kaynamaya hazır enerji bulunuyordu. ‘’Hayatta olduğun için şanslısın. An Coill Fhorbhuide isteach teigh, ni fhiarfhaigh se ar aistir.’’ Yasak Ormana giren bir daha geri dönemez. ‘’Geçit beni oraya ışınladı. Geçitler çift taraflı değil mi, ormanda geçide dair hiçbir şey yoktu!’’ dedim dehşetle. Bir anda ayağı kalktım. İki gündür uyuyan bedenim ani hareketin karşısında sızlandı ama ben daha büyük düşünceler arasındaydım. ‘’Benim gitmem gerekiyor, ışınlanma geçidi nerede?’’ dedim başımı iki yana sallayarak hızla. Şu an neler olduğu önemli değildi. Teyzeme ulaşamamıştım ve denedikçe önüme engellerin çıkması öfkelendiriyordu. Üstelik iki gündür uyuyor olmam korkunç düşüncelerimi battıkları yerden yüzeye çıkartıyordu. ‘’Işınlanma geçitlerine saldırı olduğu için şu an krallık askerleri tarafından denetleme var.’’ ‘’Ne?’’ dedim ne diyeceğimi bilemez şekilde. Bunların hepsi falan olmalıydı. ‘’Saldırı derken?’’ ‘’O kadar detaylı bilmiyorum küçük hanım ama söylediğin gibi geri dönmek istiyorsan krallık askerleriyle konuşmalısın tabi…’’ dedi cümlesini bitirmeden. Ayakta durduğum için yüzüme bakabilmesi zor oluyordu. Kambur duran bedeni yaşlılığın getirdiği bozukluktu, bundan zorlandığı belliydi. Devam etmesi için yüzüne baktım. Bakışlarımı anladı ve devam etti. ‘’Senin nereye ışınlandığını teyit etmek isteyeceklerdir. Eğer Yasak Ormana gittiğin anlaşılırsa hoş karşılanmaz.’’ ‘’Benim suçum değildi!’’ dedim sinirle dişlerimi sıkarak. Askerlerin ne düşündüğü umurumda bile değildi. ‘’Ben sadece geçidi kullanmak istedim. Geçitler sadece belirlenen konumlara ışınlayabiliyor olması gerekiyordu. Başka bir alana nasıl ışınlasın?’’ Yaşlı kadın sinirli tepkilerimi oldukça sakın karşıladı fakat ben gittikçe daha da hiddetleniyordum. ‘’Ben sadece aktarım,’’ dedi yaşlı kadın. ‘’Büyücülerin yaptığı büyülerden anlamam.’’ Oturduğu yerden yavaşça kalktı. Dizlerinden destek alırken belinin ağrıdığını düşündüm çünkü suratını buruşturmuştu. ‘’Ah bu arada,’’ dedi doğrulduktan sonra. Odanın köşesinde duran kısmı işaret etti. ‘’Bunların senin eşyaların olduğunu söyledi. Eğer daha fazla soru sormak istiyorsun seni buraya getiren adamla konuşmalısın.’’ ‘’Bana onun gittiğini söylediniz,’’ dedim düşünceli şekilde. Sonrasında ormanda bileğimde olmayıp şu an bileğimde asılı duran bilekliğe baktım. Geçitten gelmediğini düşünmüştüm fakat çoğu belirsizlik gibi bileğimde duruyordu. ‘’Gerçekten çok anlamsız konuşuyorsunuz.’’ ‘’Eğer kendisi ile konuşmak istediğini söylersen nereye gitmen gerektiğini söylememi istedi. Ben yaşlı bir insanım, unutabiliyorum genç hanım.’’ Bende unutmak istedim. Şu ana kadar yaşadıklarımın hepsini unutmak veya kabus olduğunu öğrenmek istedim. Derin bir uykudan uyanmayı, küçük evimizde teyzemin yaptığı yemeklerin kokusunu almayı, eskisi gibi olmayı… Göğsünün altından çıkan bıçak kana bulanmıştı. Hemen sonrasında neler olduğunu bilmek için çok şey verirdim. Yaşıyor olmalıydı. Teyzem güçlü bir kadındı. Ne olduğunu bilmediğim sisin kasıtlı olduğuna inandım. Tuzaktı. Krallık askerleri olsalardı tutuklayıp yargıladıktan sonra sonuca varırlardı ama sisin içindeki direk saldırmıştı. Belki de geçitteki sıkıntı bu yüzdendi. Hem rotayı değiştirip hem saldırmış olabilirlerdi. ‘’Nereye gitmem gerekiyor?’’ dedim umutsuz bir sesle. ‘’Benimle gel,’’ dedi yaşlı kadın. Arkasını dönüp odadan dışarı yürüdü yavaşça. Bende arkasından ilerledim. Bulunduğumuz şifahaneden çıkacağımızı düşünmüştüm. Üzerimde beyaz kıyafetlerle ortalıkta dolaşmak deli gibi göstereceğini düşünüyordum ama onun yerine kocaman penceresi olan bir odaya götürmüştü. Burası ev gibi değil ama odalarda birden fazla yataklar vardı. Odalar, genelde güneş alması için geniş pencereleri bulunuyordu. Ağaçtan yapılmış kocaman kulübe gibiydi. Boş pencereden dışarı baktığımda gördüğüm manzaranın köye ait olduğuna emin oldum. Ağaçtan yapılmış evler üçgen çatılı evler, şehir binalarındaki tiplerinden oldukça uzaktı. Yan yana dizilmiş farklı boyutlarda evlerin ortasında geniş bir taş yol geçiyordu. Bulunduğumuz yerin konumu yüksekte olduğu için alanı rahatça görebildim. Bana ne göstermek istediğini anlamadım. Sorgularcasına kadına baktım. Yavaşça elini kaldırdı ve ileriyi işaret etti. Bakışlarım elini takip etti. Herhangi bir evi işaret edeceğini düşünüyordum ama yukarı alanı gösteriyordu. Bakışlarımı keskinleştirdiğimde köyün ilerisinde ağaçların başladığı yerde kocaman dağlar vardı. ‘’Orası,’’ dedi yaşlı kadın bakışlarımın uzun sürdüğünü fark edince. ‘’Dorcha dağının arasında bulunan tarikata gitmen gerektiğini söyledi.’’ Ha? ‘’Dalga geçiyor olmalısın,’’ diye mırıldandım. Şu an ciddi ciddi tarikatın bulunduğu bir yere gitmem mi gerekiyordu? Üstelik tarikatların nerelerde olduğu çoğu kişiler tarafından bilinmezken. ‘’Gün yeni doğdu. Acele edersen güneş batmadan oraya ulaşırsın,’’ dedi yaşlı kadın dediğimi duymazdan gelerek. ‘’Oranın kocaman bir dağ olduğunu biliyorsunuz değil mi? Hemde ormanın arasında!’’ ‘’Yasak Orman bu ormanların arasında değildir. Ben sadece bana söylenen şeyi söylüyorum. Kararını vermek için acele etsen iyi olur. Borcunu düşünme, gitmeye karar verirsen eşyalarını al ve git.’’ Beni şaşkın bakışlarla tek başıma bıraktı. Pencerenin önünde etrafı incelerken esen rüzgar dağınık saçlarımı havalandırıyordu. Kendimi hasta hissetmiyordum ama bu beni huzursuz ediyordu. Çünkü herhangi bir kontrolsüz enerji de hissetmiyordum. Bilekliğimi kaldırdığımda bazı taşların siyahlaştığını gördüm. Koyulaşan taşlar çatlamaya yüz tutmuştu ve ışığını kaybetmişti. Önümde vermem gereken kararın büyüklüğünü ölçmeye korktum. Geri dönmek için çabalarımın boşa olduğunu söyleyen umutsuz fısıltıları duymak istemiyordum. Üstelik ormanın içerisinden geçmem gerekiyordu ve ben hayatımda ilk defa ormana gitmekten korkuyordum. Nerede görürsem göreyim alışamadığım canavarın yüzü önüme geldiğinde irkildim. Ölmemek için çırpındığım anda bedenimde patlayan enerjinin beni yaşama tekrar bağlaması beklenmedikti. Duygularla hareket ettiğime bir kez daha emin oldum. Ellerimi pencerenin kenarına yasladım ve gözlerimi kapattım. Vereceğim kararın hayatımda değiştireceklerinden değil neler kaybedeceğimden dolayı önemi büyüktü. Fakat önümde şu an ikinci bir yol yoktu. Hem de bedenimdeki gücün dalgaları zayıfken. Kendimi boş hissediyordum. Yorgun veya hasta değil daha çok hissiz. Kendimi geri çektim. Enerjimin bulunduğu su birikintisi yerindeydi fakat sular öncelerine göre durgundu. Normalde sürekli dalgalanır ve taşmak için kendini kaynatırdı. Durgunluğun sebebi iyi gelmiyordu bana. Yavaşça nefes aldım ve suyun bulunduğu yeri dalgalandırmaya çalıştım. Göl sayılabilecek birikinti hafifçe dalgalandı ve mavi enerjisini az da olsa ortaya çıkardı. Bu uzun sürmedi. Dinginlik geri döndü. Bu işi çözmem gerekiyordu. En kısa sürede. Gözlerimi açıp görüşümü dağlara doğru uzattım. Ne kadar zayıf olursa olsun içimdeki yeteneklerin bağları duruyordu. Orman halen canlıydı. Benim korkumu hissediyordu ve bana ulaşmak istiyordu. Kararımı daha fazla sorgulamadan içeri doğru döndüm. Gitmem gerekiyordu tekrardan. Yardım bulmam gerekiyordu. ‘’Acaba,’’ dedim yaşlı kadını bulabilmek için odaları gezerken. Kimsenin olmamasından kaynaklı rahattım. ‘’Oraya nasıl gidebilirim detaylıca anlatır mısınız?’’ Detay önemliydi. 🌱 Elimdeki eşyalara baktım. Kırmızı çan, beyaz tüy ve teyzemin verdiği yuvarlak demir madalyon. Madalyona geçirilmiş ipi boynuma astım. Bunları ormanın içerisindeyken yanımda olduklarını hatırlıyordum. Sırt çantam yoktu. İçerisinde teyzemin verdiği eşyalar da gitmişti doğal olarak. Hançeri sevmeye başlamıştım oysa. Çanı kullanıp Aidan’a ulaşmaya çalıştım fakat çan eskisi gibi enerji dolu değildi. Bomboştu. Yasak orman tüm gücünü almış olmalıydı. Yine de yanıma aldım. Bunu da bir şekilde çözecektim. Adının Eimear olduğunu öğrendiğim yaşlı kadın kıyafetlerimin canavardan dolayı parçalandığını söyleyip yerine giyebilecek kıyafetler vermişti. Benim giydiğim tarzda kıyafetlerin olması açıkçası rahatlamıştı. Dizime kadar uzanan çizmeler, içinde uzun beyaz gömlek, üzerinde sıfır kollu yelek bulunuyordu. Karşılığını vermek için ne yapabileceğimi sordum fakat ne dersem kabul etmemişti. Bunu karşılık bekleyerek yapmadığı konusunda ısrarcı olunca uzatmamıştım. Ne tarikatı olduğunu bile bilmediğim yere gitmek için köyün sonuna doğru giden yolu takip etmem gerekiyordu. Sonunda orman ile birleştiği yerde ayrı bir yolun olduğunu söylemişti. Haritayı kafamda çizdikten sonra ilk başta içmek için itiraz ettiğim hasta çorbasını içmiştim. Tadı beklediğimden daha tatlıydı. En azından bu şekilde minnettarlığımı gösterebilirdim. Gitmek için hazırlandığımda beni getiren adam hakkında nasıl göründüğünü sormuştum ama bana yüzünü görmediğini ve uzun koyu renkte kıyafeti olduğunu söylemişti. Açıkçası bu hiç yardımcı olmamıştı. Son umut kırıntısına tutunarak Ori aklıma gelmişti ve ben buradayken herhangi bir baykuşun gelip gelmediğini sormuştum. Bana baykuşların ölüm haberi getirdiği konusunda mırıldandığında açıklama bile yapmamış oradan ayrılmıştım. Köydeki insanlar tarafından yabancı bakışlara maruz kalacağıma inanıp saçlarımı gizlemediğim için kendime kızacaktım fakat tam tersi olmuştu. Kimse beni umursamamıştı bile. Uzun yürüyüşün sonunda Eimear’ın tarif ettiği şekilde ilerleyip köyün sonuna geldim. Yolun bitişi taştan kemerlerle gösterilmişti. Devamında ağaçlar artmaya başlamıştı. Durdum. Ayaklarım ormana girip girmemek konusunda tereddüt ediyordu ve haklıydılar. Yasak ormanda yaşadıklarım hafızamda canlıydı ve ben bir canavarla daha karşılaşmak istemiyordum. Ne kadar Eimear buralarda canavar olmadığı konusunda ısrar etse de. Kaygım giderek artmaya başladı. Başka bir yol bulamaz mıydım? Tek başıma ormana gitmek istemiyordum. Orman, kaygımı hissetmiş şekilde yapraklarını rüzgarda hareket ettirdiğine hışırtı koptu etrafta. Bana sesleniyordu. Dudaklarımı ısırdım. Yaprak hışırtıları melodi şeklindeydi. Bu ormanın konuşma şekliydi. Korkma. Kesinlikle demesi kolaydı. İçimdeki kaygının halen ormanın benimle birlikte olduğunu görünce harlanamadan söndürmeye çalıştım. Yasak ormandaki yardım arayışlarımın karşılıksız olması orman ile olan bağımı sarsmıştı fakat koparamamıştı. Bağın sarsılması bile oldukça can yakıcıydı. Melodik hışırtılar bana başka birinin varlığını fısıldadığında hızlıca arkamı döndüm. Yüzünü oldukça net görebileceğim mesafede duran kişiyle göz göze geldim. Oldukça tanıdık gelen yüzü koyu bakışlar içeriyordu. Dikkatlice incelediğimde çene hizasından başlayan kirli sakalları, kısa dalgalı siyah saçları ve aynı renge sahip gözleri ile oldukça yakışıklı biriydi. ‘’Merhaba,’’ dedi ona şaşkın bakışlarıma karşılık olarak. Onu incelediğimi görünce dudaklarının neredeyse görülmeyecek şekilde kıvrıldığını gördüm. Hafifçe kızarırken yüzüne bön bön baktığım için kendimi tokatlama isteği doğdu bir anda. ‘’Sen,’’ dedim istemsizce. Bu adam şelalenin orada şifa yeteneğimi kullandığım adamdı! Burada ne işi vardı bu adamın şimdi? ‘’Yani siz?’’ Bir umut toparlayabilirdim. ‘’Hadi ama benimle resmi konuşmana gerek yok. Ne kadar tam olarak tanışmamış olsakta karşılaştık değil mi?’’ Unutmamıştı. Kahretsin. Yaşadığı ölümcül yaralanmadan sonra hafıza karışıklığı yaşayacağını ummuştum ama koyu bakışlarında kesinlikle sırıtma vardı. ‘’Üzgünüm ama neyden bahsettiğinizi bilmiyorum,’’ dedim bakışlarımı kaçırmamaya çalışarak. Oldukça düz ifadeyle bakmaya çalışıyordum ama parmaklarım stresten birbirine dolanmıştı bile. ‘’Ben biliyorum,’’ dedi ve bana doğru bir adım attı. Attığı büyük adım aramızdaki mesafeyi büyük ölçüde kapatırken stresin boyutu bir anda fırladı. ‘’Ve unutmadım.’’ ‘’Dur!’’ dedim panikle geri giderken. Adımlarım aynı şekilde geri giderken neredeyse takılacaktım. ‘’Lütfen.’’ ‘’Sakin ol,’’ dedi paniğimi görünce. Gözlerinde anlık şaşkınlık geçmişti ama silinmesi kısa sürdü. Ben bunu yakalamıştım. Ellerini havaya kaldırdığında gözlerim vücuduna takıldı. Fazlasıyla geniş omuzları vardı ve yapılıydı. Yanında küçücük kalacağımdan adım kadar emindim. Siyah deri kumaşın ağırlıklı olduğu kıyafeti ile asil veya asker durmuyordu. Askerler genelde kendi birliklerine ait sembolleri taşımayı severdi. Göğüs hizasında çapraz deri kemer ve kemerin üzerindeki ceplere asılı hançerler bulunuyordu. Dizlerinin altına uzanan siyah çizmeler benimkileri andırdı. Belinin kalın kemerinin hizasında duran kılıç Aidanda gördüğüm kılıca benziyordu fakat kılıcın kınından gördüğüm kadarıyla daha büyüktü. ‘’Kim olduğunuzu bilmiyorum ama,’’ dedim kafamı toplamaya çalışarak. Sertçe yutkunarak nasıl davranmam gerektiğini düşündüm. ‘’İyileştirdiğin adamım,’’ dedi birden sözlerime atlayarak. İrkilerek aniden söylediği şeye karşı susmuştum. ‘’Ben kimseyi iyileştirmedim,’’ dedim kısık sesle. Kendimi konuşmak için zorladığımda sesimin titrememesi için verdiğim bir savaşın sonuydu. Beni duyduğunu biliyordum çünkü kendisi inat ettikçe ben de ediyordum. Hadi ama hatırlamak istemiyorum işte. Yabancı dilini dudaklarının üstünde gezdirdiğinde dudaklarında hafif sırıtış vardı. Ne düşündüğünü anlamak zordu. Üstelik o gün şelalede gördüğüm tuhaflık halen devam ediyordu. Ben karşımdaki adamda hiçbir şekilde enerji göremiyordum. Karşımda boş kabuktan ibaret duran kişi sorgu seline eklenmişti. Bir insan nasıl olurda hiçbir enerji barındırmazdı? Ne olduğuna dair hiçbir renk yoktu. ‘’Peki, sen nasıl istersen. Neden bu konuda ısrar ettiğini anlayabiliyorum bu yüzden daha fazla ısrar etmeyeceğim,’’ dedi sakin bir sesle. Görünüşü oldukça vahşi olmasına rağmen konuşması sakindi. Karşısındakini korkutmamak için uğraşıyordu sanki. ‘’Şimdilik.’’ Dudaklarımı birbirine bastırıp dilimi mühürledim. Bir anda karşıma çıkması tesadüf olamayacak kadar şüpheliydi. Üstelik yollarımızın bu kadar kısa sürede kesişmiş olması kesinlikle güven verici değildi. En son kendine gelmeye başladığında onu iyileştirdiğimi anlamıştı. Artık karşımda durduğuna göre inkar edip kaçamazdım. ‘’Neden buradasın?’’ dedim iyileştirme konusunu es geçerek. Devamında beni takip edip etmediğini soracaktım ama sustum. Bakışlarını ormanın arkasına kaydırıp tekrar bana çevirdi. ‘’Sanırım aynı yöne gidiyoruz.’’ ‘’Bu sorumun cevabı değil.’’ ‘’Doğru,’’ dedi başını çevirip sessizce mırıldanarak. Bunu kendine söylemişti sanırım ama duymuştum. ‘’Gittiğin yön sadece tarikatın bölgesine gidiyor. Benimde orada işim var.’’ Beni takip ettiği düşüncesi giderek arttı. Parmaklarımda oynamaya devam ettim. Aynı yere gideceksek tek başıma gitme düşüncesi suya düşüyordu galiba. Çünkü bakışlarında hiçte önden gidecek ifade yoktu. ‘’Güzel o zaman kendine iyi bak?’’ diyerek şansımı ortaya attım. Tek başıma ormana girme konusunda endişem gayet yerinde ve giderek büyüyordu. Diğer yandan göstermemem gereken yeteneğimi bilen kişiyle ormana girmek endişeyi iki kat arttırıyordu. ‘’Tek başına gitmek istiyorsan buyur,’’ dedi ormanı işaret ederek. ‘’Fakat ne de olsa aynı yere gidiyoruz.’’ ‘’Sana güvenmiyorum,’’ dedim pat diye. Gerginlik, stres, endişe ne varsa bedenimde dans edeceklerdi birazdan. Koşarak kaçsa mıydım? ‘’Güvenmeni istiyor olsam da iki defa gördüğün birine güvenmemen beni mutlu etti,’’ dedi hafifçe sırıtarak. ‘’Güvenli bir diyarda yaşamıyoruz ama güvenmenin ilk adımı tanışmak derler. Adım Leon, sen?’’ Gözlerimi kısıp söylediklerine karşılık vermek için hırçın tarafım oturduğu yerden kalkmak istedi. Omuzlarından tutup geri oturttum. Derin nefes alıp sakince cevap verdim ama isim sorunu atlayarak. ‘’Beni yalnız bırakıp önden gitmeye ne dersin?’’ dedim hafifçe gülümseyerek. ‘’Kadınlar önden değil mi? Üstelik adını söylemedin.’’ ‘’Yok,’’ dedim başımı kaldırarak. ‘’Güvenmediğim kişiye sırtımı dönmek ve adımı söylemek huyum değil.’’ Yalandı. Ben bazen olabildiğince saf davranabiliyordum. Dediğime karşılık hafifçe güldü. Sesinin tınısı tahmin ettiğimin aksine hoştu. Hem yakışıklı hem sesi güzel…Ah, ne düşünüyorum ben? ‘’Sanırım burada durup sohbet etmeye devam edersek gün bitecek. O yüzden yollarımızın ayırmaya ne dersin?’’ dedim ve geçmesi için kenara çekildim. Bakışları bir süre üzerimde oyalandı ama bana herhangi bir cevap vermedi. Birkaç adımda aradaki mesafeyi tamamen kapattı ve yan duran bedenini bana çevirmeden tam hizamda durdu. Yakınlık bedenimi tehlike alanına sürüklediğinde burnuma gelen kokusu dikkatimi çekti. Odun ve deniz kokularının karışımı gibi kokuyordu. ‘’İstediğin gibi önden gideceğim,’’ dedi bana bakmadan. Ardından büyük adımları ile aradaki mesafeyi açmaya başladı. ’’Ama benden sana tavsiye mesafeyi çok açmamanı öneririm. Ormanda neler çıkacağını bilemeyiz, değil mi?’’ Ben bu adamın hoş olduğunu mu düşünmüştüm? Bu düşünceyi imha ederek yerine gıcıklık madalyası taktım. Cevabımı beklemeden dudaklarının arasına yerleştirdiği ıslığı ile yürümeye başladı. Geniş omuzları sırtından daha belli oluyordu. Attığı adımlarla birlikte kılıcı sallanırken metalin çarpma sesi ıslığa eşlik etti. Bense arkada sinir olmuş şekilde baktım. Cidden kaderin benimle derdi neydi? 🌱 Güvenmekmiş. ‘’Kimin yalan söyleyip kimin söylemediğimi bildiğimi bilseydin,’’ dedim sinirle neredeyse tepinerek yürürken. ‘’Sen dön kendine bak. Ne enerjin ne manan var. Gıcık adam.’’ Adının Leon olduğunu söylemişti. Görünüşü ve adı kesinlikle birbirine zıt iki karakterdi. Adımı söylememe konusunda ısrar etmiş ve önden gidişinin ardından bende peşine takılmıştım el mahkum. Aramızda yeteri kadar mesafe vardı ama görüş açımdan çıkmıyordu. Benim attığım bir adım onun neredeyse on adımına bedel olsa da yavaş ilerliyordu. Ona yetişmemi bekliyordu. ‘’Bana mı seslendin?’’ dedi arkasını dönmeden yüksek sesle. Bir süredir söylenerek yürüyordum. O önde ben arkada. Evet biraz saçmaydı ama şu an mantık kararları içerisine giremiyordum. Orman korkumu hissederek beni sakinleştirmek adına kendi aralarında konuşuyordu. Bazen yaptığım hareketlere karşı gülüyorlar ve Leon’u izliyorlardı. Leon’a güvenip güvenmemek konusunda kararsızlığım halen yerindeydi. Bu kararsızlığın sebebi yine Leondu. İyi mi kötü mü göremiyordum enerjisini. Cevap vermedim ama sesli olarak söylenmeyi bıraktım. O da bana uydurdu ve sessizlik içerisinde ormanın içinde ilerledik. Tahmin ettiğimden daha kısa sürede dağların girişine geldiğimizde durdum ve soluklandım. İki gündür aralıksız uyuyan bedenim bu yürüyüş için hazır değildi galiba. Başımı kaldırıp iki dağın arasında bulunan girişe baktım. Gördüklerimin şaka olmalıydı. Karşımda tarikat dedikleri yerin başlangıcını görmeyi beklemiş ve kendimi buna hazırlamıştım. Görünen hiç öyle değildi. İki dağın arasından uzanan ve sonunu göremediğim merdivenler bulunuyordu. Cidden mi? Başımı ne kadar geriye atarsam atayım merdivenin bittiği yeri göremiyordum. Yavaşça yükselerek giden merdivenler bir yerden sonra kıvrılarak dağın arasına çöken sisin arasında kayboluyordu. Kim bu kadar merdiveni çıkabilirdi tanrı aşkına? Duraksadığımı görünce ilerlemek yerine başını çevirdi ve benim memnuniyetsiz ifademe karşılık hafifçe güldü. ‘’İfaden bunu görmeyi beklemediğini anlatıyor.’’ ‘’Bu,’’ dedim şaşkınlık ve sitemle. ‘’Lütfen bana tarikata bu yoldan gidilmediğini söyle.’’ Başımı olumsuzca salladı. ‘’Tam olarak bu yoldan gidiliyor.’’ ‘’Neden?’’ dedim sitemle. ‘’Kaç basamak var burada? Neden böyle bir şey…’’ ‘’7500 basamak bulunuyor.’’ ‘’Ne?’’ dedim bağırarak. Kendimi tutamamıştım. ‘’Şaka mı bu? Başka bir yol olmalı.’’ ‘’Bu yol, dağın arka kısmı. Ön taraftaki yola gitmek günlerini alır.’’ Derin derin soluklandım. Ben asker, muhafız ya da antrenmanlı birisi değildim. Bu kadar basamağı çıkarken yolda canımı bile verebilirdim. Şu an koşarak geri dönmek isteği çok cazip gelmeye başladı. ‘’Köylü kesimi caydırmak için kullanılmış basit bir yöntem aslında,’’ diye devam etti. ‘’Tarikat kolay girilen bir yer olmasını beklemiyordun umarım.’’ ‘’Işınlanma yok mu?’’ dedim bir umut. ‘’Bilmiyorum varsa da bende yok. Geliyor musun?’’ İtiraz etme hakkımın var olmadığı bir yoldayken bu soru dalga geçilesiydi. Başımı yere eğerek ayaklarım peşinden sürüklendi. Dağların arasına girip merdivenleri çıkmaya başladığımızda atmosfer yavaş yavaş değişiyordu. Ormanın içerisi sıcak ve ferahtı ama dağların arası bunun tersi şekildeydi. Ucu gökyüzüne kadar uzanan duvarların çıkıntılarındaki ağaçlar ışığı kısmen kesiyor ve ortamı karartıyordu. Gelen soğukluk hissi ve boğucu hava sisin neden burada çöktüğünün cevabıydı. Bazı basamaklar fazlasıyla genişken bazıları tek kişinin girebileceği şekildeydi. Eski oldukları su götürmez gerçekti. Gittikçe yükselen basamaklar bazı çukurlarında yanından geçiyor ve uçurum hissi veriyordu. Bir yerden sonra saymayı tamamen bırakmış ve nefeslerimi kontrol atlına almaya çalışıyordum. Önümdeki adam düz yolda yürür gibi elleri cebinde yürürken ben ara sıra soluklanmak zorunda kalıyordum. Ben durduğumda duruyor ve hiçbir şey demeden bekliyordu. Aslında beklemeyip gitmesini söyleyecektim ama durumundan şikayetçi gibi durmuyordu. Yolun geri kalanında sadece kendime odaklanıp basamakları çıktım. Dar alana geçtiğimizde bana dikkatli olmam gerektiğini söyleyip adımlarını yavaşlattı ve mesafeyi kapattı. Bu yaptığına karşılık itiraz edecekken adımı attığım basamağın çatlak olduğunu ayağım altından kaydığında fark edebildim. Dudaklarımın arasından kaçan küçük çığlık bozulan dengemle eş değer şekilde geldi. Merdivenin kenarından aşağı düşeceğimi düşünürken kolumdan tutulmam ile denge konumuna geri geldim. ‘’Dikkat et,’’ dedi Leon bedenini bana çevirerek. Kendisi dengesiz merdivenlerde oldukça rahattı ve şu an arkasındaki basamaklara yanlış basarsa düşecekti. Umursamıyordu. ‘’Teşekkürler,’’ diye mırıldandım. Neredeyse sadece dudaklarımı oynatmıştım ama bunu duyduğunu gördüm. Tuttuğu kolumu bırakmadı ve yüzüme bakmaya devam etti. ‘’Rica ederim senin yaptığının yanında benimki küçük kalır.’’ Hani bu konuyu üstelemeyecekti? Dudaklarımı aralayıp yine itiraz edecekken beni beklemedi. ‘’Bu seferlik önden gitmeye ne dersin? Basamaklar gittikçe keskinleşiyor.’’ İtiraz etmek istedim. Ettim mi? Hayır. Beni kolumu bırakmadan önüne geçirdiğinde düşmeyeceğimden emin olduğumda parmaklarını yavaşça çekti kolumdan. Dokunduğu yer sanki alev almış gibiydi, çektiğinde soğukluk kendini belli etti. Yutkunarak önüme döndüm ve basamakları çıkmaya devam ettim. Birkaç bastığım basamağın kırılması, ayağımın kayması ve dinlenmek için oturduğum taşın düşmesi tehlikeleri ile karşı karşıya kalarak atlatabildik yolculuğu. Leon her seferinde bir öncekinden daha tetikte beni yakalamış ve yarım ağız teşekkürlerime aynı cevabı vermişti. Sinirlensem de beni kurtardığı için susma yolunu seçmiştim. Dağların arasından çıktığımızda gördüğüm manzara aşık olunacak şekildeydi. Dağın zirvesi veya değildi ama böyle bir doğa güzelliği karşısında mutluluktan bile ağlayabilirdim. Bağımın zedelendiğini düşünüp dert edinecektim ama buradaki esen rüzgar bile farklıydı. Heyecanla enerji dolu bir yeri keşfetmenin adımlarını tuttum. Önümde kaleye benzer bir yapı vardı. Kalenin girişindeki kapı devasa boyutta ve üzerinde çıkaramadığım semboller bulunuyordu. Leon buranın arka girişi olduğunu söylemişti ama şu an kale yapının önündeydik. Leon benim aksine buraya sık sık gelmiş gibi etrafı incelemek yerine önüne bakıyordu. İlerlememiz için attığı adıma bir süre eşlik etmedim. Hayran hayran etrafı izliyordum. Gelmediğimi görünce durup bana seslenmişti. Koşarak büyük kapının önüne ilerlerken aniden gelen dalgaları hissettim. Adımlarım kesildi ve olduğum yerde durdum. Leon benim gibi önümde durup kaşlarını çatarak etrafa bakıyordu. Bense çember şeklinde gelen dalgalanmanın ne olduğunu anlamaya çalıştım. Bu dalgalanma bir yerden değil birden fazla kişiden geliyordu. Etrafımızı saran kalabalığı görmem düşüncelerimi doğruladı. Ellerinde tuttukları kılıçtan küçük ama hançerden büyük bıçakları bize doğrulttuklarında her birinin kendine has duruşu vardı. Yaklaşık 6-7 kişilerdi ve üzerlerinde koyu renk kıyafetler bulunuyordu. Kale renklerine benzer renklerdi bunlar. Koyu yeşil, lacivert, siyah, koyu kırmızı… ‘’Bakın kim gelmiş,’’ içlerinden birisi öne atılarak. Elinde tuttuğu hançerimsi bıçağı döndürüp havalı şekilde yakaladı tekrardan. ‘’En son buradan kovulmuştun avcı.’’ Kovulmak mı? Leon buraya işi olduğunu söyleyerek gelmişti. Yalan mıydı? Leon kendisinden genç olan sese herhangi ifade ile cevap vermedi. Doğrudan konuşan kişiye baktı. Elleri iki yana açıktı. Kılıcına uzanmamıştı bile. ‘’Tarikat son görüşümden bu yana misafirperverliğini azaltmış, artık size öğretmiyorlar mı?’’ ‘’Efendilerimi küçümseme avcı,’’ dedi çemberin içinden başka biri. Arkamı dönerek sesin sahibine baktım. Bir öncekine göre tiz bir sesi vardı. Yüzlerini gizleyen maskelerden dolayı tam olarak anlaşılmıyordu fakat konuşanın kız olduğunu fark etmiştim. ‘’Bunun bedelini ödersin.’’ Leon sesin sahibine bakmadı bile. Bakışları oldukça ağır ve ifadesizdi. Ben yine kendimi kargaşanın ortasında kalmış gibi hissediyordum. Bir nevi dejavuydu. ‘’Çocuklarla oynayacak vaktim yok. Yoldan çekilin.’’ Sesinin tonunda emir değil daha çok uyarı vardı. Çemberdekiler kısaca birbirlerine baktılar ama yoldan çekilmeye niyetleri yoktu. Tam önümüzde kollarını birbirine bağlayan konuştu. ‘’Bizi fazla küçümsüyorsun. Burası kafana göre girip çıkabileceğin bir yer değil, üstelik son gidişinin fazlasıyla olaylı olduğunu hesaba katarsak. Neden geldiniz buraya?’’ ‘’Bunun hesabını sana verecek değilim çömez,’’ dedi Leon. ‘’Size son uyarım olacak. Yoldan çekilin.’’ ‘’Dene biz-‘’ ‘’Yeter.’’ Çemberin dışından gelen ses olduğum yerde irkilmeme sebep oldu. Oldukça kalın ve ağır bir ses yayıldı etrafta. Sesin yönüne çevirdim bakışlarımı fakat ilk başlarda bir şey göremedim. Ardından mor bulut kümesi bir araya toplandı ve bu kümenin arasından bir beden belirdi. Çemberdekilerin kıyafetlerine benzeyen birisi dev kapının önünde belirdiğinde ortamı kemikleri titreten enerji dalgası yayıldı. Bu enerji dalgası sahibi gibi mor renkteydi. Beliren beden ile birlikte çemberdeki bıçaklar anında söndü ve duruşları değişti. Bir ellerini kaldırıp diğer kollarının omuz hizasında tutup başlarını eğdiler ve tek bir ağızdan konuştular. ‘’Lider Xiayn!’’ Ortama bir anda dalan kişi, iki elini arkasında tutuyordu. Kendisinden alt kademede oldukları belli olanlar gibi maske takıyordu ve giydiği kıyafetin şapkası vardı. Sadece mor renkteki gözleri parlıyordu. Kendisine selam verip saygıyla eğilenleri görmezden gelip bize doğru adımladı. ‘’Kaybolun.’’ Tek cümle. Çember bir anda geldikleri gibi dağıldı ve hiç var olmamış gibiydi. Bakışlarını ilk Leonda gezdirdi. Herhangi bir duygu veya ifade yoktu. Ardından Leon’un çaprazında duran bana çevirdiğinde bakışlarını tanıdık his bedenimi sardı. Hissettiğim enerji dalgasının neden tanıdık geldiğini mor gözlerin sahibinde anlamıştım. Bu adamdı. Bana ormanda yardım eden kişiydi. Onu tanıdığımı anladığında gözlerinin etrafı kısıldı. Gülümsemişti. ‘’Xiayn,’’ dedi Leon bakışların bende olduğunu gördükten sonra. ‘’Hoş geldiniz,’’ dedi bakışlarını benden çekip Leon’a çevirerek. Buraya geleceğimi biliyordu. Merak ettiğim sorularla kapısına dayanacağımdan emindi bunu bakışlarından anlamıştım. Buraya kadar geldiğim yolda karşılaştığım çoğu şey artık tesadüften çıkmıştı. Tesadüf olamayacak kadar tanıdıktı. *** Merhabalarrr. Kısa bir aradan sonra bir araya gelebildik. Sınavlarım bitti ve bittiğim gibi gelip bölüm yazdım sdmgkldsf Eğer bölümlerde güncellemeler geldiyse bazen düzeltmeler yaptım o yüzdendir. Ufak tefek düzenlemeler olduğu için neler olduğunu söylemiyorum. Gelelim gidişata. Ortalama 4 bin kelime yazıyorum bölümlerin uzunlukları nasıl sizce? Uzat derseniz uzatırım ama okurken sıkılmanızı istemiyorum bu yüzden olabilen yerde bitiriyordum bölümleri. Karakterler yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Erkek karakter Leon sanırım bunu biraz anlamışsınızdır ama bu hikayede erkek karakter baskın olmayacak. Kurguladığım kadarıyla oldukça geniş bir yelpazesi var. Tanıştırmak istediğim çok karakterim var sizlerle. Umarım beğenmişsinizdir bölümü. Hatalarım olabilir bunun için kusura bakmayın. Yeni bölümde görüşmez üzeree kendinize iyi bakın ve bölüm beğenip yorum yapmayı unutmayın <3 |
0% |